Vikikaynak trwikisource https://tr.wikisource.org/wiki/Anasayfa MediaWiki 1.43.0-wmf.27 first-letter Ortam Özel Tartışma Kullanıcı Kullanıcı mesaj Vikikaynak Vikikaynak tartışma Dosya Dosya tartışma MediaWiki MediaWiki tartışma Şablon Şablon tartışma Yardım Yardım tartışma Kategori Kategori tartışma Kişi Kişi tartışma Portal Portal tartışma Sayfa Sayfa tartışma Dizin Dizin tartışma TimedText TimedText talk Modül Modül tartışma Su Kasidesi (Kasîde Der Na't-ı Hazret-i Nebevî) 0 4561 168159 166774 2024-10-19T14:48:53Z 95.70.234.174 Harf yanlıştı 168159 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kasîde Der Na't-ı Hazret-i Nebevî | bölüm = | eser sahibi = Fuzûlî | notlar = [[w:Su kasidesi|Su kasidesi]] vikipedi sayfaları }} <poem> 1-Saçma ey göz eşdden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su 2-Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su 3-Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su 4-Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su 5-Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su 6-Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su 7-Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su 8-Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su 9-İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su 10-Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su 11-Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su 12-Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su 13-Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su 14-Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su 15-İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su 16-Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su 17-Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su 18-Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su 19-Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su 20-Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su 21-Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su 22-Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su 23-Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su 24-Zerre zerre hâk-i dergâhına ister salınur Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su 25-Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su 26-Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su 27-Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su 28-Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su 29-Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su 30-Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su 31-Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su 32-Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su </poem> [[Kategori:Kasideler]] eapa6bgaf7pkcci5rhtu0haq58nz63k 168172 168159 2024-10-19T17:48:36Z Kibele 281 [[Kullanıcı:95.70.234.174|95.70.234.174]] ([[Özel:Contributions/95.70.234.174|k]] - [[Kullanıcı mesaj:95.70.234.174|m]] - [[Özel:Blockip/95.70.234.174|e]]) tarafından yapılan değişiklik geri alındı. 168172 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kasîde Der Na't-ı Hazret-i Nebevî | bölüm = | eser sahibi = Fuzûlî | notlar = [[w:Su kasidesi|Su kasidesi]] vikipedi sayfaları }} <poem> 1-Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su 2-Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su 3-Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su 4-Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su 5-Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su 6-Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su 7-Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su 8-Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su 9-İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su 10-Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su 11-Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su 12-Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su 13-Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su 14-Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su 15-İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su 16-Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su 17-Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su 18-Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su 19-Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su 20-Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su 21-Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su 22-Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su 23-Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su 24-Zerre zerre hâk-i dergâhına ister salınur Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su 25-Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su 26-Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su 27-Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su 28-Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su 29-Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su 30-Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su 31-Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su 32-Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su </poem> [[Kategori:Kasideler]] 1xjv1lel2guqk83wieuocr08l72x732 Ay Deresi türküsünün hikayesi 0 5778 168217 164099 2024-10-20T11:55:23Z 149.50.240.105 Yazım hatası düzeltildi. 168217 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı |başlık={{PAGENAME}} |önceki= |sonraki= |bölüm= |notlar= |eser sahibi= }} {{kaynaksız}} {{ayrıca bakınız|Ay Deresi}} Kırkpınarlı asker Ramazan, Hasanpaşalı iki arkadaşıyla izine gelirler. Hasanpaşalı arkadaşının birisinin düğünü vardır. İzine gelirler ve doğrudan Hasanpaşa'ya giderler. Orada arkadaşının düğününü yaparlar ve eğlenirler. Ramazan köyüne gitmek için izin ister, fakat arkadaşları izin vermez, çünkü hava çok bozuktur. Derler ki; “Bir hafta kadar bizim köyde kalalım. Hem de bu havada biraz sakinleşir ve hep birlikte gideriz, biz seni bekleriz derler. Aradan bir hafta geçer ve hava da biraz sakinleşir. Ramazan'ın izine geldiğinden ailesinin haberi yoktur. Çünkü o zamanlarda ulaşım ve haberleşme çok zordur. Kırkpınar bir yayla köyü olduğu için bütün imkânlar kısıtlıdır. Neticede bir hafta sonra Ramazan ve iki arkadaşı yola koyulurlar. Yolculuk at üzerinde yapılır. Tam yolculuk esnasında ani bir tipi bastırır. Hasanpaşalı askerler geri dönelim der fakat Ramazan dönmek istemez ve yola devam ederler [[Ay Deresi]] yakınlarına kadar gelirler. Orada Hasanpaşalı iki asker donarak atlarından düşerler, az ileride de Ramazan atından düşer ve donarak ölür. Orada bir hafta kalırlar. Atlar da başlarından hiç ayrılmaz, karları eşeliyerek buldukları otları yerler ve böylece atlar hayatta kalır. Aradan bir hafta geçmesine rağmen Hasanpaşalı askerler dönmeyince aileleri meraklanır ve aramaya koyulurlar. Yolda ilerlerken önce iki askerin, ardından da az ileride Ramazan'ın ölüsünü bulurlar. [[Kırkpınar]]'a haber salarlar, onun da ailesi gelir. Ağıtlar yakılmaya başlanır. Ramazan'ın annesi de gelir. Ramazan'ın ölümü üzerine ilerleyen zamanlarda ailesi evlat acısını bir nebze de olsa dindirir diyerek bir evlatlık çocuk alırlar. Fakat baba evlat acısına dayanamaz ve kısa zaman sonra ölür. Bir habere göre anne de fazla yaşamamıştır... Ve köyde onların hayalleri ve anıları nesilden nesile aktarılır. Ve her kimse bu hikayeye inanmazsa, ailenin hayaleti o kişilere ömür boyu aynı şeyleri yaşatmak için onlara musallat olacaktır... [[Kategori:Türkü hikâyeleri]] 62evdq5z2r18docp40zvhbzyiinxq8n Rüşvet 0 7426 168171 168156 2024-10-19T17:45:43Z Kibele 281 [[Kullanıcı:176.42.21.229|176.42.21.229]] ([[Özel:Contributions/176.42.21.229|k]] - [[Kullanıcı mesaj:176.42.21.229|m]] - [[Özel:Blockip/176.42.21.229|e]]) tarafından yapılan değişiklik geri alındı. 168171 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Rüşvet | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = }} Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak, fısıldıyorlardı. Kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Avukat Hacı Namık Efendi, kağıtlarım uçmasın diye, zümrüt bir kameriyeye benzeyen küçük dükkanının camlarını indirdi. Sonra gitti, açık kapıyı iterken heybesi omuzunda, semerli atının yuları elinde, sarıklı, kısa boylu yuvarlak bir köylünün yaklaştığını gördü: :&mdash; Merhaba Ali Hoca, dedi, böyle vakistiz ne arıyorsun burada? Daha pazara iki gün var... Köylü, siyah sivri iki noktaya benzeyen mini mini gözlerini daha fazla küçülterek: :&mdash; Aleyküm selam, Namık Efendi! Belaya düştüm. Bir dava için geliyorum... Diye başını salladı. :&mdash; Ey, gel, biraz konuşalım bakalım. :&mdash; Konuşalım. :&mdash; Derdini anlat bana bakayım. :&mdash; Senden başka zaten kime anlatacağım? Atının yularını peykenin destek direğine bağladı. Küçük dükkana girdi. Ceviz yazıhanenin sağındaki hasırlı alçak sedire oturdu. Heybesini yanına koydu. Namık Efendi'nin uzattığı tabakadan sigara sararken davasını anlattı. Hasmı, köyün muhtarı Huysuzoğlu'ydu. Ona ait bir arsanın üzerine Ali Hoca vaktiyle bir bina yaptırmıştı. Şimdi o, neden sonra bu binayı kabullenmeye kalkıyordu. Halbuki bina kimin ise, yerde onun demekti... Namık Efendi kır sakalını kaşıdı. Gözlüğünün üstünden bakarak: :&mdash; Sen haksızsın Ali Hoca! dedi. :&mdash; Haksız myım? :&mdash; Evet. :&mdash; Hayır, ben haklıyım. Neye binayı yaparken sesini çıkarmamış? :&mdash; Çıkarmasın. :&mdash; Ben haklı olduğumu biliyorum, Namık Efendi. Davadan vazgeçmem. :&mdash; Kaybedeceksin!.. :&mdash; Edeyim, zararı yok. Ama davadan vazgeçmem. Namık Efendi haksız davaları alamazdı. Ali Hoca'nın vekâlet teklifini reddetmek istiyordu. Fakat, "Bozoyük" köyünün halkı otuz senelik müşterileriydi. Eşek, ahırını beller gibi onun dükkanını bellemişler, hükümetteki her işleri için ona müracaatı âdet edinmişlerdi. Kışlık zahîresi de hemen hemen tamamıyla oradan gelirdi. Nihayet: :&mdash; Pekala, senin bu işine bakayım. Kaybedince bana darılmayacaksın! dedi. :&mdash; Darılmam, ama neye kaybedeceksin? :&mdash; Çünkü haksızsın. :&mdash; Hâkime güzel bir koç göndersem?.. :&mdash; Ne?.. :&mdash; O vakit davayı kazanamaz mıyım? :&mdash; O vakit hiç şüphesiz kayberdersin işte!.. :&mdash; Niçin? :&mdash; Yeni hâkim senin bildiğin adamlardan değil... :&mdash; .... Ali Hoca avukatının heyecanını anlayamıyordu. Ondan yeni hâkimin medhini uzun uzadıya dinledi. Bu zat rüşvetin, hediyenin korkunç bir düşmanıymış! En haklı bir davacı kendisine rüşvet vermeye teşebbüs etse, o saatte onu haksız çıkarırmış! Ali Hoca: :&mdash; Allah böyle doğruları dünya yüzünden eksik etmesin! Diye dua etti. Namık Efendi: :&mdash; Amin, amin! Dedi. Davaya, doğruluğa dair bir saat kadar konuştular. Vekâlet için anlaştılar. Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu. Haksızlık o kadar meydanda idi ki... <center>🙝🙟</center> İki hafta sonra, aynı saatte Ali Hoca, yeşil boyalı dükkanın kapısında göründü. Namık Efendi bir arzuhal yazıyordu. Gözlüğünün üstünden müşterisini görünce güldü: :&mdash; Hoşgeldin be! Ne dersin, davayı kazandık! Dedi. Bu kadar haksız bir hükmü hâkimin nasıl verdiğine bir haftadır şaşıyordu. Ali Hoca soğukkanlı: :&mdash; Benim gönderdiğim koç sayesinde kazandık! cevabını verdi. :&mdash; Ne!.. Sen hâkime bir koç mu gönderdin? :&mdash; Evet. :&mdash; Buna cesaret ettin ha... :&mdash; Evet, ama sen bana "Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar" dememiş miydin? :&mdash; Evet. :&mdash; Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim. :&mdash; Ya ne yaptın? :&mdash; Hasmım, muhtar Huysuzoğlu'nun ismini verdim. :&mdash; !!!... İhtiyar avukatın kalem elinden düştü. Arkasına dayandı. Karşısında parlayan mini mini siyah gözlere bakakaldı. Meydandaki büyük çınar ağaçlarının derin fısıltıları, kapıda ayakta duran Ali Hoca'mn yanlarından, tepesinden, bacaklarının arasından giriyor, duvarlarına eski vilayet gazeteleri yapıştırılmış dükkancığın içini dolduruyordu... [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] oy8m8ipq15753ycuomog3aowpzwpkpk Susurluk Raporu (Kutlu Savaş) 0 11789 168169 167135 2024-10-19T17:06:39Z 88.241.65.165 168169 wikitext text/x-wiki {{eser | önceki=← [[Raporlar]] | sonraki= | başlık={{PAGENAME}} | bölüm= [[w:Kutlu Savaş|Kutlu Savaş]]'ın [[w:Susurluk Skandalı|Susurluk Skandalı]] için hazırladığı rapor}} == ÖNSÖZ == İlişikteki rapor "Soruşturma" raporu olmadığı gibi fezleke veya teftiş raporu da değildir. Giriş bölümünde açıklandığı üzere başkanlığımızın bir soruşturma raporu hazırlaması için teknik ve hukuki olarak yetkisi de yoktur. Ek: 1 olarak yer alan Başbakanlık Onayı da bu çerçevede imzaya sunulmuştur. Rapor sadece Başbakanlık makamına bilgi sunmak ve önerilerde bulunmak üzere hazırlanmıştır. Doğruluğu, yanlışlığı, eksikliği sadece Başbakanlık makamınca takdir edilecektir. Teftiş kurullarının hazırladığı raporlar genellikle "gizli" kaydını taşıdığı ve kamunun bilgisine ancak makamın izni ve uygun görmesi ile sunulabildiği cihetle, bu raporumuz, ilgililerin veya kamunun bilgisine sunulması amacına matuf böylesine bir öneriyi ihtiva etmeksizin doğrudan ve sadece Sayın Başbakan'a arzedilecektir. == Giriş == Bu rapor Sayın Başbakan'ın 13.08.1997 tarih, TEFTİŞ.M:139 sayılı onaylarına istinaden hazırlanmıştır. Mezkûr onaydan da anlaşılacağı üzere Sn. Başbakan'ın konuyla ilgili şifahi talimatları, sonra da yazılı emirleri alınmıştır. Bu konunun kamuoyunda yarattığı heyecan ve ilginin yanısıra Teftiş kurulları açısından değerlendirilmesi önem taşıyacaktır. Çünkü kamuoyunda Susurluk kazası/olayı adı altında bilinen ve tartışılan konu hukuken bir trafik kazasından ibarettir. Bu konu da yargıya intikal etmiştir ve yapılacak bir iş veya bürokratik işlem kalmamıştır. Oysa kamuoyu, siyasetçi - Yeraltı Dünyası - Kamu Kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin "terörle mücadele ve ülke menfaatleri" olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur. Kamuoyunun paylaştığı bu çerçeve, gerçekte "Susurluk Olayı"nın da genel çerçevesini oluşturmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Başbakan Erbakan'ın çalıştırdığı müfettişler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu da bu çerçevede çalışmış ve raporlarını bu zeminde oluşturmuşlardır. Beklenti de bu yöndedir. Sayın Başbakan'ın temayülü ve muhtelif konuşmalarda altını çizdiği çerçeve de bu kapsamdadır. Başkanlığımız da görev alanını, bu yaklaşımın belirlediği bir muhteva içinde düşünmüş ve çabalarını bu noktalara teksif etmiştir. Bu yaklaşım doğru ve genel kabul gören bir çerçeveyi oluşturduğu gibi yeni görevlendirmelerin de hukuki zemini teşkil etmektedir. Aksi taktirde Susurluk olayı ile irtibatlı konuların hemen tamamının yargıya intikal etmiş olması, Başkanlığımızın yeniden görevlendirilmesini imkânsız kılacak bir mahiyet arzedecekti. Sadece İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu'nca 18, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından 16 adet inceleme - soruşturma yapılması, Susurluk kazasının trafik yönü itibariyle bir mahkemede, çete oluşturulması yönüyle DGM'de, Topal cinayetine ilişkin davanın bir başka mahkemede, konuyla ilgili birçok davanın da değişik yargı mercilerinde yürümekte olması, Maliye, Adalet ve Turizm Bakanlıkları'nca kendilerini ilgilendiren konularda inceleme - soruşturma yapılması, dolaylı konuların ilgili kurumlarınca ele alınmış olması gözönünde tutularak, gerçekte Susurluk olayına girmek için maddi konuların tümünün ele alınmış olması sebebiyle, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı konunun dışında bırakılabilirdi. Ortada olan tek alan yukarıda arzedilen ve kamuoyunun da beklentisine cevap olarak illegal ilişkilerdi. Bu noktada bir özel konuya temas etmekte yarar vardır. Susurluk Kazası'nda yeralan kişilerin kazanın oluş mahalline kadar değişik yerlerde - İstanbul, Yalova, İzmir, Kuşadası - aynı günlerde birliktelikleri, hatta S.E.Bucak'ın beyanına göre koruma polislerinin takip edildiklerine ilişkin endişeleri nedeniyle önce İzmir'i, sonra da Kuşadası'nı terk etmeye karar vermeleri sonucu İstanbul'a dönerlerken Susurluk'taki trafik kazası vukubulmuş ancak kamuoyunun ve medyanın tepkisi ile kazanın öncesi günlerdeki birliktelikler ve kazanın oluşumu önemli ölçüde her yönüyle ele alınarak yargıya intikal ettiğinden raporumuzda bu konular, bilindiği ve tekrara yer vermemek için ele alınmamıştır. Bu konuda bir başka temel düşüncemiz, "Susurluk Olayı" adı altındaki kapsamlı ve çoğunlukla illegal ilişkiler ağını dikkate getirmek olduğundan, özellikle polisiye olaylar noktasında kaybolmadan, olayı bütünüyle takdim etmektir. Aslında bir bütünlük içinde ele alınması gereken Susurluk konusu, yukarıda kısaca sunulduğu üzere, parçalara ayrılmış işin özü ve esası özellikle yargı safhasında gözden kaçmıştır. Mehmet Ali Yaprak kaçırılmış, olay adliyeye intikal etmiş, Gaziantep Savcılığı, İstanbul Savcısı'nın ifadeleri alıp göndermesini talep etmiştir. İfadeler alınmış, gönderilmiş ve takipsizlik kararı verilmiştir. Gaziantep Savcısı ise yüzleştirme kararını yazmış ancak, daha sonraki safhalarda bu husus da gerçekleştirilmemiştir. Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırıldığı araçta Müfit Semet'in parmak izi bulunmuş ama konunun adliyeye intikal etmemesi sağlanmıştır. Bir kamu kuruluşunun üst düzey yetkilisi devreye girmiştir. Şubat 1997'de Başbakanlık bu konunun takibini Adalet Bakanlığı'ndan yazı ile talep etmiş, Bakan Şevket Kazan talimat vermiş konu Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nde beklemeye bırakılmış, Eylül 1997'de yazılı talebimizle konu ancak hatırlanmıştır. İçişleri Bakanlığı kayıp silahlar konusunda soruşturma yapmış nedense tüm bilgi ve belgeler toplanmış olmasına karşılık konu 10 adet Baretta ile sınırlı tutulmuştur. İçişleri Bakanlığı'na yazılan ve "bilgileri için" Danıştay'a da gönderilen yazımız, dosyaların henüz kendilerine intikal etmemiş olmasına rağmen, "Danıştay'ın incelemesi safhasındadır" ibaresi sebebiyle Danıştay'ın tepkisini çekmiştir. (Açıktır ki fezlekenin bakanlıkta onayını takip eden safha Danıştay incelemesidir.) Neticede suçu ve suçluluğu su götürür 5 emniyet mensubu yargıya sevk edilmiş, milyonlarca dolarlık silah alımı konusu ortada kalmış eksik araştırma, hatalı değerlendirme yönündeki ikaz bakanlıkça dikkate alınmamış, aksine yeni bir raporla ilk çalışmanın doğruluğu iddia edilmişse de Danıştay'ın özel harekat mensupları hakkındaki suç duyurusu bakanlığın eksik soruşturmasının delili olmuştur. Ama halen de milyonlarca dolarlık silah alımı konusu bakanlıkça sonuçlandırılmamıştır. Raporun değerlendirme safhasında bu örnekler çoğalacak ve detaya edilecektir. Üzerinde durulan husus, bütün parçalara ayrıldığı, hiçbir makam ve merciide birleştirmenin yapılamayacağı bir noktaya gelinmiş olduğudur. Başbakanlık Teftiş Kurulu: Yargı alanına girmemeye özen göstererek imkân olduğu taktirde yargıya yardımcı olmayı da hedefleyerek bu bütünlüğü sağlamaya dönük bir çalışma yapmıştır. Devletin işleyişinden ve Teftiş Kurullarının çalışma sisteminden haberdar olan herkes, (bu safhada) Susurluk Olayı'nı her yönüyle "soruşturmaya" imkân kalmadığını tespit edecektir. İşin önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü, bazı konuların ancak polis yetkisinde olan hususları kapsadığı ve müfettişler eliyle sonucu ulaşmanın güçlük arzettiğidir. Ömer Lütfü Topal'ın evi cinayetten kısa bir süre sonra aranmıştır. Arayanların şefi olduğu iddia eden ve bariz bir Doğu Anadolu şivesi ile konuşan bir kişinin mevcudiyeti tespit edilmiştir. Cinayetten uzunca bir süre sonra evin etrafında herhangi bir güvenlik tedbiri olmadığı da iddia edilmiştir. Bu konu polisiye bir çalışmayı gerekli kılmaktaydı. Elde edilecek bilgileri yargıya da iletmek üzere gerekli çalışmaların yapılması Emniyet Genel Müdürlüğü'nden talep edilmiştir. Emniyetçe yapılan araştırma hata veya eksiklik olmadığı gibi bir sonuç vermiştir. Ancak aynı yazımız içinde yeralan MİT İstanbul Bölge Başkanlığı'nın Topal cinayeti konusunda Emniyeti niçin uyardığı ve niçin bir gurup polisi suçladığı iddiasının cevabı ortaya çıkmamıştır. Keza Ömer Lütfi Topal'ın muhasebe ve gizli kayıtlarının bulunduğu bilgisayarların polisiye usul ve metodlarla aranması ve bulunması yine Emniyet Genel Müdürlüğü'nden istenmiştir. Çalışmamızın önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü vardır. Hemen hemen her teftiş inceleme ve soruşturmada ortaya çıkan temel görüntü, kurumların müfettişler karşısında sergilediği tavrın özelliği hususudur. Kurumlar ve yöneticiler araştırma yapan denetim elemanlarına karşı genellikle zahiri bir açıklık ve şeffaflık içinde yaklaşıyor görüntüsü altında gerçekte hiçbir yardım sağlamamaya özen gösterirler. Çalışma mekanı, sekreter, telefon, araç temin edilir, sadece bilgi vermede çekimserlik gündemdedir. Araştırılan konunun müsebbibi olanlar haliyle çekimserdir. Konuyla ilgili olmayanlar "bu işe bulaşmamak kaygısındadır." Bürokraside her zaman gözlemlenen bu tavır elbette normaldir, tabiidir. Susurluk olayında ise daha normal ve tabiidir. Başbakanlık Teftiş Kurulu bu tavrı hiçbir zaman engelleme, örtme olarak algılamamış ve karşıt bir tedbire ihtiyaç duymamıştır. Çünkü bu tavrı etkisiz kılmanın yolu gerekli gereksiz evrakları dikkatle incelemek ve ilgililerle bıkmadan usanmadan sonu gelmez görüşmeler yapmaktan geçmektedir. Dört saatlik bir sohbetin neticesi bazen iki sayfa tutan not olmuştur. Genellikle de bir isim, bir ilişki, bir hesap numarası, bir görevlinin olmaması gereken bir yerde bulunması, bir telefon numarası veya bir banka irtibatı takip edilecek ve ulaşılacak bir bilgiye işaret etmiştir. İşte bu görüntü içinde kamu kurumları Susurluk Olayı patlak verince zahiri bir heyecanla üzerlerine düşen görevi yapma gayreti içine girmişlerdir. İçişleri Bakanlığı'nın ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün inceleme ve soruşturmaları bu cümledendir. Adalet Bakanlığı ise kendilerine Ocak 1997'de aktarılan iki konudan birini Bakan Şevket Kazan'ın talimatına rağmen inceletmemiştir. Turizm Bakanlığı, Kumarhaneler (Talih Oyunları Salonları) ile ilgili hususları ele almış rapor tanzim etmiş, Ömer Lütfü Topal'a verilen ve kayıtların gözardı edilmesi ile elde edilen sabıkasızlık kaydına dayalı ruhsat işlerinde Bakanlığı yanıltan Adalet Bakanlığı adli sicil ilgilileri hakkında işlem yapılmasını talep etmiş, ancak Emperyal Şirketi'nin kanunsuz elde edilmiş işletme ruhsatlarını iptal etmeyi -görüşmelerden anladığımız o ki- hatırlarına bile getirmemişlerdir. Kasım 1997'deki uyarımız da bir sonuç vermemiştir. Eximbank, Türkmenistan'da iki oteli kredilendirmiştir. Neticede anlaşılmıştır ki bu iki oteli kumarhaneleri ile birlikte işleten Emperyal Şirketi'dir ve esas borçlu da yine Emperyal'dir. Eximbank bu bilgiye rağmen temdit taleplerini uygun karşılamıştır. Kendilerine teftişin icraya karışmayacağı, ancak mevcut bilgilere rağmen Emperyal'in kredisini yeniden temdit etmede hassiyet göstermeleri hatırlatılmıştır. Susurluk olayı ile alakalı ve ilgi çekici bir husus da kurumların kendi kusurlarını unutup bir diğerini suçlama konusundaki itinalı davranışlarıdır. Askerler ise tam bir suskunluk ve sessizlik içinde olaylara sadece seyir açısından bakmışlardır. Oysa Jandarmanın söyleyecek çok sözü olması gerekirdi. Özellikle de Yeşil, itirafçılar konusu ile Cem Ersever'in niçin veya nasıl öldürüldüğünü araştırıp Kamuoyuna değilse bile Başbakanlığa duyurabilirlerdi. Siyaset de Susurluk konusunda tarafsız olmamıştır. Konunun ülke meselesi mi hükümet meselesi mi olduğu siyaset sahnesinde anlaşılamaz hale getirilmiştir. Bir sayın Devlet Bakanı "Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun, bu konudaki birikimine rağmen kendisine müracaat etmemesini" tenkit konusu yapmıştır. Hem de gazetelere beyanat vererek. Kendisinin bakış açısının farklı olduğu iki gün sonraki beyanatıyla da (Gizli Servisler, CIA vs.) ortaya çıktığı cevabını vermek elbette mümkün olamamıştır. Üstelik Başbakan dahi partisinin ve şahsi politikasının gözlüğünü kullanmamızı teklif etmemiş, empoze etmeye çalışmamışken sayın Bakanın kişisel bakış açısını empoze etmekten öteye gitmeyecek bir görüşme isteğini basının sayfalarına aktarması, kurulumuzun çekimserliğinin haklılığını ortaya koymuştur. Diğer bir husus da şudur; Teftiş Kurulu'nda yıllardan beri çalışan her müfettiş görevi aldıktan sonra yasal imkanlar ve çalışacağı kurumlarla başbaşa kalır. İlk defa -muhtemelen de son defa- sayın Başbakan, karşılaşacağımız herhangi bir güçlüğü aşmamız için kendisine yaptığımız müracaatı anında karşılamış, doğrudan veya dolaylı olarak çalışmalarımıza yardımı dokunacak bilgilere ulaşmamız için gerekli her türlü ilgi ve yardımı sağlamıştır. Temmuz ayında görev verirken; Teftiş Kurulu'na hiçbir müdahale yapılmaması, buna tevessül eden olursa ve gerekirse kendilerinin devreye girmesi ve bürokrasiden gelebilecek rahatsızlığı gidermesi temennimizi tereddütsüz kabul etmiştir. Sayın Başbakan bu şarta gereğinden fazla riayet ettiği gibi çalışmaların safhalarında bilgi dahi istememiştir. Bu durum bazı hükümet üyelerinin ve bazı milletvekillerinin ümitsizliğine yol açtığını görmemiz üzerine Sayın Başbakan'a (20 Kasım 1997'de) Devletle alâkalı pek çok irtibatı tesbit ettiğimizi ve Devlet kurumlarında yapılacak pek çok düzenleme olduğunu, hükümetin ve kamuoyunun önerilecek bu tasarruflar sonucu alınacak tedbirlerle rahatlık duyabileceğini ifade etmek ihtiyacı hissedilmiştir. Kamuoyu devletteki "Çete" irtibatlarına konsantre olmuşken bu konuya da kısaca temas etmekte fayda vardır. Çetelerin sadece silahlı ve insan öldüren görünümü tartışılmakta başta uyuşturucu ticareti yapan gruplar gündeme gelmektedir. Bu kanunsuz yapı, Devletin kolayca baş edeceği, dünyanın her tarafında müşahede edilen, ortaya çıkan ve her ciddi Devlette hele de toplumsal reaksiyon doğmuşken tasfiyesi mümkün bir görüntüdür. Oysa ülkemizde çete konusu iki ayrı gelişme göstermiştir; birincisi Ömer Lütfü Topal organizasyonunun uluslararası ölçekte ve değerde "mafya"laşma süreci, ikincisi silahlı faaliyetlerin ve zor kullanmanın dışında kalan eğitimli, saygın kişilerden oluşan, kravatlılar grubu olarak tariflenebilecek gruplaşmalardır. Ömer Lütfi Topal, yüzlerce milyar liralık gelir elde etme imkanına kavuşarak belli bir dönemde devlete sızma ve rüşvet vererek iş yaptırma seviyesinden, kamu görevlilerine artık emir verme seviyesine yükselirken öldürülmüştür. Böylece Cumhuriyet tarihinin; polisten, jandarmadan, yargıdan korkmayan ilk Amerikan tipi mafyalaşma süreci yarım kalmıştır. Bu seviyeye ulaşan bir başka grup da yoktur. Üstelik "Bitirimhane işleticisi Fındıkzadeli Ömer" bir süre sonra kumarhanelerini tasfiye edip, yatırımlar yapmaya başlayan, fabrikalar satın alan ve hatta fabrikalar kuran Ömer Bey olma tercihini net olarak ortaya koymuşken, projelerini tahakkuk ettirme fırsatını bulamamıştır. Yine de etrafındaki hale, koruyucu bulundurmasını, 3 - 5 arabayla birlikte sokağa çıkmasını ve kendini korumak için tedbir almasını gereksiz kılacak kadar geniş ve etkiliydi. Adamlarının habersizce aldığı tedbiri de farkettiği anda çok şiddetli reaksiyon göstermiştir. Bu tercih öldürülmesine yol açmamıştır. Kendisini öldüren sistem zaten her türlü tedbiri geçersiz kılacak kadar güçlüydü. Konumuz açısından üzerinde durulan ikinci ve birincisinden çok daha etkili çete faaliyeti, bizatihi devlet gücünün ve yetkisinin bu amaçla kullanımı ve organize oluşudur. Örnek olarak Bankalar verilecektir. Başbakanlık Teftiş Kurulu 3 kamu bankasında bir değerlendirme yapmış ve ortaya ürkütücü bir tablo çıkmıştır. Milyonlarca doların ve milyarlarca TL'nin bu bankalara dönüşü mümkün görülmemektedir. Uzun vadeli teminat mektuplarının nakde dönüşeceği muhakkaktır. Bankalar kendi kârlılıklarını azaltma pahasına belli kişi ve firmaları finanse etmiştir. Leasing ve off shore kredileri tam bir bataklıktır. İnşaatlar aşırı derecede pahalıdır. İlerideki bölümlerde bu anlamda oluşan siyaset - bürokrat ağırlıklı grup faaliyetlerine isimlendirilerek yer verilecektir. Belirtmek gerekir ki buradaki saygın isimler Bankalar Kanunu'na mugayir işler ve işlemler yapmamışlar, DGM'lerin görev alanı kapsamında faaliyet göstermişlerdir. Bankalarda cereyan eden olayların parasal boyutu, kamuoyunun "Susurluk" olarak algıladığı olaylar toplamını aşacaktır. Ve banka olaylarını genel kirlenmenin sebebi veya sonucu değil hızlandırıcısı olarak kabullenmede isabetsizlik olmayacağına inanılmaktadır. Çünkü kirliliğin hedefi para ve paranın sağlayacağı güçtür. Susurluk olayının çerçevesinin bu olduğu hususunda da ittifak vardır. Bu bölümde yer alması gereken son bir husus da çalışmayı yürüten Başbakanlık Teftiş Kurulu hakkındadır. Çalışma safahatının hemen hemen tamamı Başkanlığın tercihleri doğrultusunda cereyan etmiştir. Muhteva da bu çerçevede belirlenmiştir. Zaman zaman kurulun tüm müfettişleri ve yardımcıları dahi devreye girmişlerdir. Özellikle Başkan Yardımcısı Osman Nuri Oduncu mevcut yükün büyük bölümünü taşımış, Başmüfettişler Mehmet Akın ve Ayşegül Genç aylar boyu çalışmışlardır. Yine de tayin edici karar ve tercihler başkanlıkça yapıldığı için hata ve eksikliklerin tamamı başkanlığa ait olacaktır. Ancak, bu çalışmanın temel iddiası; bilerek isteyerek ve hatalı olduğu aşikâr hiçbir tercihin yapılmadığı noktasındadır. Adı geçen müfettişler çalışmanın her safhasında sıkıntılı ve güç incelemeleri yürütmüşler, derleme ve değerlendirmeleri üstlenmişlerdir. == SUSURLUK'LA İLGİLİ GELİŞMELER == Giriş bölümünde arz ve izah edildiği üzere Susurluk Olayı bir bütündür ve olaylar zincirinden ibarettir. İstanbul'da Özgür Gündem Gazetesi'nin bombalanması, Behçet Cantürk'ün öldürülmesi, Diyarbakır'da yazar Musa Anter'in öldürülmesi; İstanbul'da Tarık Ümit olayı ile Azerbaycan'da ihtilâl denemesi; Bodrum'da Hikmet Babataş cinayeti, Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılması, Bankaların trilyonluk kredileri gerçekte Ankara'da cereyan eden olayın muhtelif veçheleridir. Halen Milletvekili Sn. Hayri Kozakçıoğlu'nun "Ben Olağanüstü Hal Bölge Valisi iken Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ı bölge sınırları dışına çıkarmıştım" dediği olay her ne ise, bizim de Susurluk olayından anladığımız aynı şeydir. Sn. Kozakçıoğlu işaret etmektedir ki Yeşil adlı kişi Olağanüstü Hal Valilik çalışmaları için yararlı değil zararlıdır. Ama yanı kişi Jandarma için, MİT için zararlı değil yararlı bir kişidir. Hatta o kadar yararlıdır ki, Kocaeli Emniyet Müdürü, Hadi Özcan isimli çete reisinin teslim olması için Yeşil'in aracılığına başvurmaktadır. Bu kişi o kadar yararlıdır ki polis tarafından yanlışlıkla (veya MİT'e gözdağı vermek için) karakola götürülüp sorgulandıktan sonra -gelip adamınızı alın-denmekte ve serbest bırakılmakta, MİT'te kırılan kaburga kemiklerini tedavi ettirmektedir. Susurluk Olayı nedir? Kasım 1996'dan itibaren faili meçhul olaylar adeta bıçakla kesilir gibi durmuştur. Susurluk işte budur. Bir üst görevli Eylül 1997'de; "...yurtdışından geldi ve başımıza bela oldu. Ortadan kaldırılması gerekiyor ama ortam müsait değil" diyordu. Susurluk olayı bu değilse hangisidir? Susurluk olayının başlangıcı belki de zamanın Başbakanı Çiller'in bir cümlesinde gizlidir. "PKK'ya yardım eden işadamlarının listesi elimizde" diyordu. Sonra da infazlar başladı. İnfazların kararını kim veriyordu? Bozulmanın başlaması ve vatan - millet hesaplarının yerini kişisel hesapların alması kaçınılmazdı ve öyle oldu. Bu rapor, Susurluk olayını işte böyle algılamaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da zemin çok daha kaygandı. İtirafçılar, korucular, aşiret reisleri zaten karmaşık bir yapı oluşturuyorlardı. PKK'lı teröristle sade vatandaşı ayırdedecek açık bir ölçü bulmanın güçlüğü ilave edilince, o bölgede vatanı için canını riske sokan polis - asker gençlerimizin yaşadığı zorluğu anlamak kolaylaşacaktır. Ancak kişisel hesapların gündeme gelişi ve uygulanışı çok sonralarıdır. Bölgede yıllardır devam eden mücadele ve PKK saldırıları batı bölgelerinde dahi genişleyen bir tepki yaratırken, olağanüstü hal bölgesinde yaşayanların ve PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir. Ancak bu olağan fakat karmaşık görünüm içinde yer alan kurumları ve bu karmaşık yapıda gelişen bazı olayları detaye etmek gereklidir. Böylece ülkenin PKK ile mücadelesinden, Ankara'ya - İstanbul'a ve parasal ilişkilere uzanan bir güzergâhı görmek mümkün olacaktır. == EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ == PKK ile mücadele 80'li yıllar boyunca Silahlı Kuvvetler'e terk edilmişti. Siyasi tartışmalarda bile, hükümetlerin terör konusunda bir tedbiri olmadığı bu konuyu askerlere tevdi ve terk ettiği tenkit olarak söylenegelmiştir. Ardından ve 1991 sonlarında iktidar değişince terörle mücadelede esasa müteallik bir değişimin gündeme geldiği söylenemez. Asgaride uygulamalarda ve görünümde önemli bir fark ortaya çıkmamıştır. Zaten 1992 yılının hakim faaliyetleri; devlette kadro değişiklikleri, Cumhurbaşkanı ile tartışmalar ve özellikle de Koskotas dosyalarıydı. Gazetelerin ve basının en önemli haberleri ve hükümetin dikkati bu noktalardaydı. Daha sonra ve 1993 yılı köklü değişiklikleri gündeme getirdi ve terörle mücadelede şahinler devri başladı. Başbakan terörle mücadeleyi, ön plandaki faaliyeti olarak takdim etti. Emniyet Genel Müdürlüğü'ne Mehmet Ağar geldi ve ciddi bir tercih yapıldı; polis terörle mücadelede daha aktif olacak bir konuma getirildi ve Özel Harekât Timleri ön plana çıktı. Özel Harekât Timlerinin lehinde - aleyhinde çok şey söylenmiştir. Ancak emniyetin dosyalarındaki rutin yazışmalara eğilince çok önemli bir görüntü öncelikle tesbit edilmektedir. İl Valileri özel güvenlik gerektiren her önemli olayda Özel Harekât Timleri'nin görevi devralmasını, asgaride görevde olmasını talep etmektedirler. Hatta bir çok Vali, tayinler sebebiyle eksilen kadroların süratle doldurulmasını talep eden çok sayıda yazıyı imzalamışlardır. Özel Harekât önceleri merkezde Şube Müdürlüğü, Ankara - İstanbul - İzmir illerinde Bölge Grup Amirliği olarak teşkilatlanmıştı. Genel Müdürlükte Asayiş Daire Başkanlığı'ndaki Şube Müdürlüğü daha sonra Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi Başkanlığı bünyesinde yer almış 26.7.1993 tarihli olup ancak Resmi Gazete'de yayımlanmayan Bakanlar Kurulu Kararı ile Özel Harekat Daire Başkanlığı kurulmuştur. Hatta 12.08.1993 tarihinde yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile kanunda değişiklik yapılarak Özel Harekat Polis Okulu açılmasına ve özel personel yetiştirilmesine imkan hazırlanmıştır. Dairenin çalışmalarını düzenleyen Yönetmelik "Çok Gizli" işaretini taşımaktadır. Bu yönetmeliğe göre daire doğrudan Genel Müdüre bağlanmıştır. Özel Harekât Dairesi "Devletin ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki temel Anayasal düzenin yıkılmasına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeye yönelik baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerini kullanan terör örgütlerini meskun veya kırsal kesimde etkisiz hale getirmek, rehin aldıkları kişi, uçak, araç ve yerleri kurtarmak için ani müdahale, pusu, keşif, baskın ve operasyon yapmak üzere" kurulmuştur. Kursu tamamlayıp Özel Harekat birimlerine atanmış personel, atamaya yetkili amirin onayı olmaksızın branşı dışında bir hizmette çalıştırılamamaktadır. Özel Harekât Timleri ise en az 20 Özel Harekât personelinden oluşmakta, sorumluluk bölgeleri ise "illerin polis mıntıkaları ve polis bölgesi dışındaki kırsal alanlardır." Ancak polis sorumluluk bölgeleri dışında askeri birimlerin talebi ve askeri makamların sorumluluğunda görev yapmaktadırlar. Mevcut evrakların tetkiki ve yazışmalar Özel Harekât Dairesi'nin ayrıcalıklı durumu ve konumunu açıkça ortaya koymaktadır. Belli başlı problemlere ise Dairenin 30.06.1997 tarihli brifing dosyasında da yer verilmiştir. Yetiştirilen toplam personel sayısı 8443 kişidir. 2043 kişi çeşitli sebeplerle ayrılmıştır. TİM'lerin çalışma, dinlenme, yıllık izin şartları genelde çok ağır ve zahmetli uygulamaları gerektirir. Bu sebeple de tazminatlar ödenmektedir. (1) Özel Harekat personelinin dağılımında kısa sürede ciddi problemler ortaya çıkmıştır. Süresini tamamlayan personelin atanması sonucu 1998 yılında Türkiye genelinde ve bölge dışında 5000 personel birikecek oysa Olağanüstü Hal Bölgesi'nde sadece 1600 personel kalacaktır. Personel tercihleri dikkate alındığında ise Batı'da beş ilde talepler yoğunlaşmaktadır. İşte bu durum Özel Harekât Dairesi'nin kısa bir dönemde beklenen fonksiyonunun dışına çıktığını ortaya sermektedir. Brifing raporunda açıkça "İllerdeki bu dengesiz dağılımdan dolayı birimimizin asıl görev yoğunluğunun bulunduğu Doğu ve Güneydoğu illerimizde büyük bir boşluğa sebep olacağı gibi Batı illerimizde de personel sayısı kabarık sorunlu şubeler yaratacağı gerçektir. Bundan da anlaşılacağı gibi yeni kurslar açarak, Doğu'daki ihtiyacı mümkün oluyor gibi görünse de Batı illerinde yığılmanın önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Kaldı ki, yeni kursların da getirmiş olduğu maddi külfet oldukça yüksektir." Bu gerçekçi tespit Özel Harekât Dairesi'nin genel ve çözümlenemeyen problem yönünü açıklamaktadır. Ancak bu personel probleminin beraberinde getirdiği ve birçok ilgilinin "Güneydoğu Sendromu" ifadesiyle tariflediği daha derin ve köklü bir başka problem vardır; Güneydoğu'da silah elde, teröristlerle çarpışan, teröre yardım ve yataklık eden kişileri dağda, köyde ve mezrada takip eden Özel Harekâtçı Polis, Batı'ya geldiğinde yine aynı insanları görmektedir. Hatta arama yaptığı ücra köyden göç etmiş insanların yeni taşındığı evin bir alt sokağında ve yine "bir grup halinde" ikamet ettiklerini görünce kendisi ve ailesi için "tedbir" almak zaruretini hissetmektedir. Bir süre sonra Özel Harekât Tim'leri ama bu defa savunma saikiyle oluşturulmaktadır. Burada kritik bir başka husus vardır; Emniyet Müdürleri atandıkları illere kendi ekipleri ile, seçtiği yardımcılar ve "Tim"lerle gitmektedirler. Böylece Güneydoğu'daki "Tim" Batıda bir ilde de oluşmakta eski dayanışma ve "ilişkiler" aynen sürdürülmektedir. İlişkilerinin sürdürülmesinde iki önemli unsur vardır; Birincisi korunma ve güvenlik, ikincisi Olağanüstü Hal Bölgesi'nin yagyın ve tabii hale gelen kaçınılmazlığa bürünmüş işleri. Açıkça ifade ve itiraf etmek gerekir; yakalanan veya ölü ele geçen PKK'lıların üzerinde silah, mermi, teçhizat, patlayıcı, telsiz hatta barınaklarda çuvallarla yiyecek, giyecek bulunmakta fakat asla para, döviz ele geçmemektedir. Hiç değilse yakalanan ve kod adı bile teşhis edilen bölge ve tim sorumlularında dahi acil ihtiyaçlar için para-döviz bulunamamaktadır. Bölgede görev yapmış görevliler haklı olarak PKK'lı teröristin canı da malı da Devlete helaldir görüşündedirler. Ancak daha sonra Batı illerinde, doğudan göç etmiş ve polis asayiş görevlilerince "rahat durmadıkları" belirtilen Kürt grupları Özel Tim'in hedefi haline gelmektedirler. Gerçekten çarşı - pazarı, yeraltı dünyasının çeşitli faaliyetlerini zorla ele geçiren Kürt gruplarını kontrol altına almak ve illegal kazançlarına ortak olmak "helal bir iş"i teşkil etmektedir. Özellikle Doğu'daki korucu ve itirafçı grupları gelecekleri belirsiz olduğu için yaygın bir çeteleşme sürecindedirler. Bu işlerse Yeşil'in "Akıllı olun. Yalnız başınıza yemeyin. Paylaşın. Aksi halde size bu kazancı yedirmezler. Kustururlar" anlayışı doğrultusunda paylaşmayı gerekli kılmaktadır. Böyle bir çeteleşme süreci daha Doğu ve Güneydoğu illeriyle sınırlı kalamazdı. Ve kalmadı. Büyük illere doğru genişlemeler oldu ve müesseseleri-devleti tahribeden-çürüten bir veçheye büründü. (2) Aylar süren görüşmelerimizin verdiği bir sonucu Sayın Başbakan'a arz etmek gerekir. Bu kirlilik içinde yeralan gruplar, mantıklı -ama ispata ilişkin bir belge olmaksızın- bir sıralamaya tabi tutulabilir. Birkaç yüz kişiden ibaret olmalarına rağmen itirafçılar yaptıkları itibarıyla bir numaradırlar. Korucular çok kalabalık ve sayıca çok fazla illegal faaliyetin sahibi olmalarına karşılık oransal olarak ikinci sırayı almaktadırlar. Üçüncü sırada polis daha sonra da jandarma yer almaktadır. Burada hassas bir noktaya temas etmek gerekir. MİT'te Sayın Başbakan'ın başkanlığında yapılan toplantıda da açıkça izah edildiği üzere; görüştüğümüz resmi-sivil hiçbir görevli, sivil ve şahsımıza itimadını teyit eden hiçbir kişi. Genelkurmay'a bağlı -Jandarma dışındaki- birliklerin ve kumanda kademelerinin bu eylemlerin içinde yeraldığına dair herhangi bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir. -¯¯ Özel Eğitim görmüş Özel Harekâtçılar bölgeden ayrıldıktan sonra bazıları Güneydoğu şartlarını Batı'ya taşırken, silahlı kuvvetlerin özel eğitim görmüş komandoları terhisten sonra evine - köyüne - işine dönmüştür. Güneydoğu sendromunun, disiplinin hakim olduğu askeri ve düzenli birliklerin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Bu bölümdeki konumuz ise, kısaca Emniyet Teşkilatı'dır. Ancak bazı konuları detaye etmeden bir genel açıklamaya ihtiyaç duyulmaktadır. Polis teşkilatımız 150 bin kişidir. Çok iyi yetişmiş uzmanların yanında, fedakarca çalışan ve her an hayatı dahil mesleğini ve geleceğini risk eden onbinlerce kişiyi suçlamak ve töhmet altında bırakmak elbette düşünülemez. Ancak polis teşkilatında Susurluk olayı bağlantısı yoktur demekte realist bir tavır olamaz. Buradaki ince çizgi, çalışmamızın tüm safhalarında dikkatle göz önünde tutulmuştur. ¯¯ Başbakan değişikliğinden sonra 1993 yılının ikinci yarısında polis ve istihbarat sisteminde köklü ve kamuoyunun yakın ilgisini çeken değişiklikler olmuştur. Daha sonraki dönemde değişikliğin köklü ve derin etkileri olan bir mahiyet kazandığı ortaya çıkmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü'ne parlak ve atak bir isim sahibi getirilmiştir; Mehmet Ağar. MİT Müsteşarı'nın değiştirilmesi gündeme gelmiş ancak bu operasyon yapılamamış. Mehmet Eymür'ün geri dönmesi pekçok kişiyi hayrete düşürmüştür. Çünkü Mehmet Eymür de adaşı gibi parlak ve atak bir kişiliktir. Ancak her ikisinin arası kapatılamayacak kadar derinden açıktır ve yıllar geçince anlaşmazlığın derinliği iyice ortaya çıkmıştır. Bu arada Başbakanlığın ilgi çekici tasarrufları devam etmiştir. MİT eski başkanlarından Nuri Gündeş, Başbakan İstihbarat Başmüşavirliği'ne getirilmiştir ki Nuri Gündeş'le Mehmet Eymür'ün arasında dostane olmayan bir geçmiş vardır. (3) Mehmet Ağar ise Eymür'ün yakın dostu E.Yarbay Korkut Eken'i yanına müşavir ve Özel Harekât Timlerinin eğiticisi olarak görevlendirmiştir. (K.Eken'in EMniyet'ten önceki geçici görev yeri Başbakanlık idi.) Böylece Başbakan'ın etrafında yepyeni ve etkili, parlak isimlerden müteşekkil bir çerçeve oluşmuştur. MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'ın MİT'te gençleştirme projesi bu çevre tarafından engellenmiştir. Özellikle Nuri Gündeş Başbakanın eşi ile yakın ilişkisi sayesinde etkili olmuştur. Mehmet Eymür'ün aynı kanalı kullandığı ise yaygın bir bilgidir. (4) İbrahim Şahin'in Özel Harekât Daire Başkanlığı'na getirilmesi sonucu Korkut Eken'in bu dairedeki nüfuzu olağanüstü artmıştır. İbrahim Şahin'in bölümüne verdiği talimat, "Korkut Eken'in isteklerinin kendi talimatı olarak uygulanması" tarzındadır. Daha da önemlisi Korkut Eken'in Genel Müdür Müşaviri olarak çalışacağı tüm teşkilâta ve İl Müdürlüklerine de duyurulmuştur. Bu dönemde Özel Harekât Dairesi güçlenmiş, sayıca artmış, Doğu ve Güneydoğu'da Özel Timlerin başarısı ve etkinliği en yüksek noktaya ulaşmıştır. Genel Müdür Mehmet Ağar, Başbakan'ın sağladığı destek ve emrindeki Teşkilâtla gerçekten etkili -zaman zaman bürokrasiden bildiğimiz örnekleri gibi- bir güce ulaşmıştır. Polis teşkilâtının ülke genelindeki yaygın fonksiyonu, bu gücü olağanüstü boyutlara taşımıştır. Polis teşkilâtına sağlanan imkânlar da artmıştır. Ama en önemlisi, Başbakan'ın destek ve güvenidir. Polis Teşkilâtı bu görünüm içinde önemli bir projeyi ele almıştır. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanması veya öldürülmesi. Böyle bir projenin gerçekleşmesi, hem teşkilâtın prestijini artıracak hem de siyaseten çok fazla prim yapacaktır. (Bu arada Tarık Ümit de İngiltere, Belçika ve Hollanda'da Dursun Karataş'ın izini sürmeye başlamıştır. Uyuşturucu taciri ve Hayali ihracatçı Nurettin Güven de aynı ekiptedir.) Bu amaçla "örtülü ödenek"ten fon da ayrılmıştır. MİT kendi kaynaklarından 12.5 milyon doları defaten Emniyet Genel Müdürlüğü'ne nakit olarak tevdi etmiştir. (Bu ödeme, ancak Başbakan'ın talimatıyla olabileceği için niçin verildiği veya nasıl verildiği konusu detaye edilmemiştir.) Bu miktar daha sonra ve yine örtülü ödenek imkânlarıyla artırılmıştır. iddialar 70 milyon dolarlık bir fon oluşturulduğu şeklindeyse de Başkanlığımız bu meblağın 40 - 50 milyon dolar civarında olacağı kanaatindedir. Bu kanaat ilgililere yapılan görüşmeler ve elde edilen diğer bilgiler sonucu edinilmiştir. Silah taciri Ertaç Tinar'ın İsviçre'de mukim Genel Müdürü Max Bretscher'in anlatımıyla "Ertaç Tinar 70 milyon dolar civarında bir fondan bahsediyor ve bununla Türk Hükümeti'nin temin edemediği silah ve araçların satın alınacağını anlatıyor" olsa dahi 70 milyon doların tamamının yurtdışına çıkmadığı hemen hemen kesin gibidir. Ertaç Tinar, Londra'da yerleşik Hospro firmasının sahibi ve yöneticisidir. Hospro 100 poundluk sermayeye sahip bir tabela şirketidir. Uzun yıllar sağlık sektöründe faaliyet göstermiştir. Türk hastanelerine, İstanbul Üniversitesi sağlık kurumlarına milyarlarca liralık teçhizat satmıştır. Edinilen kanaat satın alınan bu cihazlarla hastanelerin özellikle de kalp ve damar cerrahi ünitelerinin ciddi şekilde suistimal edildiği şeklindedir. Ertaç Tinar 1994 yılına kadar, Kıbrıs pasaportu ile ve yabancı sermayeli bir şirketin Türkiye temsilcisi yabancı personel statüsünde faaliyette bulunmuştur. Yabancı Sermaye Dairesi -ne hikmetse- Geyve doğumlu bir Türk, Kıbrıs pasaportu ibraz edince kendisine yabancı personel için düşünülmüş çalışma iznini vermekte mahzur görmemektedir. Yabancı Sermaye Dairesi'nin çalışma izni de Emniyet Genel Müdürlüğü'nde adeta otomatik bir şekilde ikamet iznine dönüşmektedir.(5) Neticede Türk vatandaşı Ertaç Tinar, ülkemizde çalışan yabancı personel statüsüne dahil edilmiştir. Ertaç Tinar 1994 yılında hatta 1993 yılı sonlarında Emniyet Genel Müdürlüğü'ne müracaat ederek silah hibe etmek istediğini belirtmiş ve bu talep uygun görülmüştür. Bu arada birkaç ihaleye de katılmıştır. Kazandığı ihalelerde klasik müfettiş gözüyle problem olmadığı ifade edilemezse de bu konu Başkanlığımızca irdelenmemiştir. Sadece Emniyet Genel Müdürlüğü'nü, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nin kurulması safhasını ilgilendiren KHK maddelerine dayanarak ihalelerde klasik ihale metodlarının dışına çıkma, uygulamalarına son verilmesi gereğine işaret edilecektir. Ertaç Tinar'ın hibe talebi Genel Müdürlükçe uygun görülmüş silah ve teçhizat kolileri 1994 yılından itibaren ülkeye gelmeye başlamıştır. (Ertaç Tinar bu arada şahsi dostu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ertuğrul Oğan'ın tavassutuyla ve hemen hemen bir günde Türk pasaportu da almış ve daha sonra Kırmızı Pasaport taşımak üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cenevre Fahri Temsilcisi olmaya talip olmuştur.) Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Hospro 82 milyar liralık 154 kalem malzemeyi hibe etmiş, sadece 10 Baretta ve susturucusu kaybolmuştur. Ertaç Tinar'ın iş arkadaşı Max Bretscher'e göre Tinar "bir yıl içinde Divonne'daki evini ödedi. Versoix'deki apartmanını aldı. 1.7 milyona yeni bir ev, bir 600 Mercedes, bir Crysler Voyager ve karısına bir Mercedes 320 satın almıştı. Hepsini bir yıl içinde ve bu 70 milyon dolardan aldı." '''HİBE TEÇHİZAT VE SİLAHLAR''' Bu konunun iki büyük özelliği vardır; 1. Parası ödenerek alınan silah; mühimmat ve teçhizat, 2. İsrail'le -Mossad'la- kurulan ilişkiler. Her iki konunun çözümü de Hospro firması Ertaç Tinar tarafından geliştirilmiştir. Hospro İsrail'den satın aldığı silahları hibe olarak Türkiye'ye sevketmiş ve Emniyet kayıtlarına hibe adı altında geçmiştir. Bu konu üzerinde teferruatıyla durmak ihtiyacı vardır. Hospro firması İngiltere'de kurulmuş bir limited şirkettir. Şirketin sahibi veya ortağı olarak görünen Ertaç Tinar, Geyve doğumlu bir Türk vatandaşıdır. Kendisi bilahare KKTC tabiiyetine girmiştir. Türkiye'de Hospro firmasının temsilcisi olarak Yabancı Sermaye Dairesi'nden izin alarak çalışmaya başlamıştır. Ertaç Tinar, 1993 yılına kadar sağlık alanında faaliyet göstermiş, Sağlık Bakanlığı'na çeşitli tıbbi araçlar satmıştır. Tinar, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Bülent Berkarda ile METSAN adıyla bir şirkette ortaklık kurmuş ve muhtemelen yine tıbbi cihaz satışında yer ve rol almıştır. Adıgeçen, daha sonra KKTC'nin Cenevre Fahri Konsolosluğu'na talip olduğunda referans olarak Adalet Bakanı Sn. Mehmet Ağar'ı göstermiştir. Hospro, İngiltere'de kurulu bir tabela şirketidir. Sermayesi 100 pound'dur. Yıllardan beri de bu sermaye yapısı değişmemiş hisseler yarı yarıya Direktör Ertaç Tinar ve sekreter Nurdan Bergeman -bilahare Tinar- arasında bölüşülmüştür. İngiliz şirketler dairesi Company House'dan detaylı bilgi alınmış, 150 sayfayı bulan dokümanlar, teşkil edilen bir uzmanlar grubunca tercüme edilmiş ve ticari, mali yapısı ve faaliyetleri itibarıyla değerlendirilmiştir. Uzmanlar grubu, şirketin "100 pound gibi komik bir sermaye ile kurulduğunu, bugüne kadar sermayesinde herhangi bir artırım yapılmamış olmasını, şirket adreslerinin sık sık değişmesini, hisse dağılımının bir idareci ve bir sekreter arasında bölüşülmesini, bilançolarında yaptıkları faaliyetlerle ilgili hiçbir kalemin bulunmamasını, bilançoda sürekli ve artan oranda zararın yer almasını, borçların aktiflerinden daha fazla olmasını" şirketin gerçek anlamda bir şirket olamayacağını düşündürdüğünü belirterek, Company House'un dört defa şirketin kayıttan çıkarılıp feshedileceği ihbarında bulunduğunu, sonradan (ve muhtemelen yapılan itirazlar üzerine) sarfınazar edildiğini, denetim firmasının adresi de aynı olduğundan usuli bir denetim yapılmakta olduğunun ortaya çıktığını, belirtmektedirler. Şirket 1991 tarihli beyanında, tıbbi cihaz ve ekipmanlarla ilgili uluslararası ticaret yaptığını açıklamaktadır. Ancak ticari faaliyetler, binlerce pound olarak değil yüzlü rakamlarla bilançoda yer almaktadır. Yine 1991 tarihinde şirket Türkiye'de şube açmak amacıyla 70 milyon liralık bir tutarı uzun vadeli sermayeye aktarmıştır. Ve İstanbul'da 70 milyon TL. ile şirket tesis edilmiştir. Muhtelif yıllara ait bilançolarda şirket faaliyetlerine ilişkin bir kaleme rastlanmamaktadır. 31 Aralık 1995 tarihli beyannamede kâr - zarar hesabında 7046 pound görünmekte, 1 yıl vadeli alacakları ise 135.446 pound olarak yeralmaktadır. Sağlık Bakanlığı'ndan edinilen bilgilere göre Hospro'nun Sağlık Sektörü ile ilişkisi 1978 yıllarına kadar gitmektedir. Dr.Mürşit Koryak Astım Hastanesi 1978 - 1983 döneminde bu firmadan müteaddit kere tıbbi cihaz almıştır. Daha sonra bu hastane Koşuyolu Kalp Damar Cerrahi Merkezi olunca ilişkiler, Dr.Koryak'ın başhekim olduğu sürece devam etmiştir. Üniversite Hastaneleri de Hospro ile ilişki kurmuş, Akdeniz Üniversitesi firmadan Akciğer Pompası satın almıştır. Daha sonraları firma İngiltere'ye hasta götürmeye başlamıştır. Siyami Ersek Kalp Damar Cerrahi Merkezi 1988-1992 yıllarında Hospro'ya çeşitli ihaleler vermiştir. Sağlık Bakanlığı'nın tüm ihaleleri araştırılmamış sadece merkezde Ankara'da mevcut kayıtlar bir hekim tarafından incelenmiştir. Önemli olan husus şudur; sağlık sektöründe faaliyette olan Hospro 1992 yılını takiben bu sektörde görünmemektedir. Bu tarihten sonra firma ve Eratç Tinar Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında ortaya çıkmaktadır. Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin 23.2.1994 tarihinde "çok acele" kaydıyla bazı malzemelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiş, 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesindeki muafiyetlerden yararlanarak ve pazarlık usulüyle Hospro firmasından alımı için Genel Müdür Mehmet Ağar 27.2.1994 tarihinde onay vermiştir. İlgili Daire yetkilileri Hospro'yu ve Ertaç Tinar'ı tanımadıklarını isimlerin "makam"dan verildiğini söylemişlerdir. Olağanüsüt Hal Bölge Valiliği'nin kurulması hakkındaki 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 3. maddesi, Valilik teşkilâtının kurulmasını ve kamu kurumlarının bu konudaki talepleri yerine getirmesini düzenlemektedir. Bu maddenin Emniyet Genel Müdürlüğü'ne her türlü dış alımı tek firmadan, pazarlık yoluyla ve uygun görecekleri fiyattan satın almalarına imkan verdiği söylenemez. Ayrıca Hospro Limited'in nasıl ve nereden bulunduğu da belli değildir. Ertesi günü 28.2.1994'te toplanan ihale komisyonu 1.040.850 dolar olarak yapılmış teklifi yüzde 3 indirimle 1.009.000 dolar olarak hadde layık bulmuş ve satınalınmasına karar verilmiştir. Karar Mart 1994'te Genel Müdür Mehmet Ağar tarafından onaylanmış firma İsrail menşeili teçhizatı temin etmiş, Merkez Bankası 18.06.1994'de ithalat bedeli olan 1.009.000 doları toplam 32.5 milyar TL. karşılığı olarak transfer etmiştir. Bu satın almanın bu kadar süratle yürümesi takdire şayansa da aynı hız diğer konularda görülememektedir. Yine aynı tarihte yapılan bir talep, yukarıdaki seyri takib ederek 28.2.1994'te bu defa 1.211.214 dolarlık bir başka alıma konu olmuştur. Bir diğer alım ise 203 bin dolarlıktır. Her üç alım Hospro firmasından yapılmış ve standart yüzde 3 indirime tabi olmuştur. İhale Komisyonu kararları da 150, 151 ve 152 olarak birbirini takip etmiş Genel Müdür Mehmet Ağar her üç kararı aynı tarihte imzalamıştır. Burada dikkati çeken temel husus, Hospro firmasının aniden devreye girişidir. Bir tabelâ şirketinin Türk Emniyet Teşkilâtına milyarlarca liralık silah ve teçhizatı hibe etmesi de ilgi çekicidir. Eğer hibe, İsrail Devleti tarafından yapılıyor ise bu sistemin devletin diğer kuruluşlarınca oluşturulması gerekirdi. Eğer hibe olarak gösterilen işlem, gerçekte bir satın almaysa hiçbir gerekçe bu durumu izah edemez. Emniyet teşkilâtında gelişigüzel işlemleri, terörle mücadele veya vatan için dövüşmekle de izah etmek mümkün olamaz. Kaldı ki süratli alım yapmanın bir çok yolu yukarıda açıklandığı üzere vardır ve süratle hareket etmek mümkündür. Silahlarla ilgili sorunlar bitmemiştir. Ülkeye gelen silâh ve malzeme miktarı belli değildir. Özel Harekât Dairesi, naklettiği silahların kaydını tutmadığı gibi, Bakım-İkmal Dairesi'nden kolilerin "orijinal ambalajları açılmadan" kendilerine teslim edilmesini istemiş aradan aylar geçtikten sonra sayım yapılmış ve bize göre "istedikleri şekilde" kayıt tutulmuştur. Yapılan soruşturmalarda ise konu; Susurluk kazasında ortaya çıkan susturuculu Baretta'ya ilişkin kamuoyu baskısı sebebiyle, 10 adet kayıp Baretta ile sınırlı tutulmuştur. Hangi silâhların ve malzemenin geldiği de bugüne kadar aydınlatılamamıştır. Hibe teçhizatın, temininden kayda alınmasına kadar bir seri hatalı işlem vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün o dönemde üzerinde durduğu esas konu ise Mossad'la ilişki kurmaktır. Ödemelerin, Ertaç Tinar'ın devreye girmesinin, İsrail'e yapılan ziyaretlerin esas amacı, Mossad ilişkisi ve Abdullah Öcalan'a karşı yapılacak operasyondur. Hatta hibe malzemelerin gerekçesinin de Öcalan karşılığı yapılan ve yapılacak ödemelerin kamufle edilmesi amacına dönük olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu noktada da bir açıklık vardır. Ödemeler Ertaç Tinar'a yapılmakta hizmet İsrail'den beklenmektedir. Bu arada Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan alınan bilgilere göre, Ertaç Tinar halen tahsil edemediği 10 - 15 milyon doların peşindedir. Hizmet görülmediğine göre, bu ödemenin yapılmamış olmasını tabii karşılamak gerekmektedir. Ancak burada da bir problem vardır; bir başka ülkeden Hospro'nun teminat mektubuyla elde edilen silahlar, ödeme yapılmadığı için sevkedilememiş ve teminat mektubu nakte tahvil edilmiş ve Ertaç Tinar tarafından ödenmiştir. Değişen şartlar sebebiyle Türk tarafı ödemeyi yapmamakta, parası ödenmiş silahlar Tinar'ın elinde kalmaktadır. Ödemelerin, İsrail'den elde edilecek destek Mossad istihbaratı için yapıldığı iddiaları da güvenilirliğini kaybetmektedir. Buradaki önemli nokta, polisin yurtdışı önemli bir operasyonu üstlenmesindeki tercihtir. Böyle bir tercih yapıldığına, kaynak tahsis edildiğine göre hükümet yetkililerinin bu konuda bilgisi ve onayı olması gerekir. Bu tip işler için MİT'in devreden çıkarılmasındaki isabetsizliğe de işaret etmek icab eder. Kaldı ki MİT de bu yönde operasyon hazırlığı içindedir ve hazırlıklar uzun bir zaman almış, ancak Öcalan yaptığı operasyondan sağ olarak kurtulmuştur. Suriye'deki tesis havaya uçurulmuş o sırada telefonla konuşan Öcalan'ın konuşması yarım kalmışsa da 20 dakika sonra telsizle konuştuğu tespit edilince kurtulduğu ortaya çıkmıştır. Suriye askeri birlikleri operasyon mahallini ablukaya almış, bu operasyon Suriyeli ilgililer tarafından CIA veya Mossad'a maledilmiştir. Gücün ve imkânların bölünmesi, öncelikle başarısızlığı tevlit etmiştir. Daha sonraları da her iki teşkilat diğerinin çabalarını küçümsemiş ve bu hal her iki teşkilatın işbirliği imkanlarını belki de yok etme noktasına kadar sınırlamıştır. Mossad Başkanı'nın Emniyet Genel Müdürü'nü, keza CIA yetkililerinin Emniyet ziyareti bir başka olumsuzluğun sebebi olmuştur. İstihbarat teşkilatları arasında, görevin MİT'e değil Emniyet'e verildiğinin Başbakan tarafından ifade edildiğinin iddia edilmesi ise, karşılıklı çekişmenin boyutlarını büyütmüş ve görev yapılmasını sınırlayan bir unsur haline gelmiştir. "Bu arada Askeri İstihbarat'ın da yurtdışına açıldığı bir başka iddia halinde söylenmiş, bu durum birbirini tamamlama amacının zıddı gelişmelerin ne kadar derin olduğunu ortaya koymuştur. Bu ayırım, teçhizat ve teknik yatırım ve harcamalarda da tekrarlara yol açmıştır. Bir taraftan aşırı kaynak israfı gündeme gelmiş, öte yandan kurumlar birbirlerini geri kalmakla, beceri noksanlığıyla itham etmeye başlamışlardır. MİT'in ifadesiyle "İcra karmaşası istihbarat alanında daha da boyutlanmakta" sorunlar polis - jandarma - MİT bağlamında şekillenmektedir. "MİT kaynaklarına yönelik olarak günümüze dek yapılan uygulamalarda; açığa çıkarma, baskı ve tehdit ile göreve sevketme, tutuklama gibi olayların yanısıra faili meçhul cinayetlere kurban gitme de sıkça görülmektedir. Söz konusu baskıların OHAL bölgesinde yoğunlaştığı, baskı ve öldürme olaylarının 1992 yılından itibaren tırmanışa geçtiği, 1994, 1995, 1996 yıllarında dikkati çekecek düzeyde arttığı, 1997 yılında ise trendin önemli oranda düştüğü gözlenmektedir. 1992 yılından günümüze kadar 100'ün üzerinde MİT kaynağı güvenlik birimlerince sorguya alınmış, önemli bir kısmı şiddet dahil baskıya tabi tutulmuş, 25 civarında kaynak demaske edilmiş, bunlardan 15'i bu sebeple veya faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri sonucu hayatlarını kaybetmiştir." Bu cümlelerde polise yönelmiş açık bir suçlama vardır. Ayrıca işbirliğinin hangi noktalara kadar gerilemiş olduğu da ortaya çıkmaktadır. MİT tarafından cevaplandırılması istenen sorulara karşılık görüşlerini detaye eden teşkilat, MİT - siyasetçi ilişkisinde ise önceki sayfalardaki ifadelerimizi teyid eden görüşlere yer vermektedir. MİT'in, baskılara kendi yöntemleri ile direndiği ancak bu titizliğe rağmen istenmeyen müdahalelerin olabildiği anlatıldıktan sonra örnek olarak Mehmet Eymür, Tolga Şakir Atik, Nuri Gündeş ve Korkut Eken'in adı zikredilmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü, siyasetin tercihini net olarak ortaya koyması ile MİT'in önüne geçmiştir. Teknik cihazlamada bile Emniyet ilgilileri, müstehzi bir eda ile "bizden öğrendiler" "bizden sonra başladılar" demektedirler. == MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI == Susurluk olayında MİT'in de yeraldığı görüşü ve iddiası Teşkilât üst yönetimini ciddi olarak incitmektedir. Teşkilât mensupları da haklı bir alınganlık ve üzüntü izhar etmektedirler. Ancak kamuoyunda bu yönde oluşan kanaatin de MİT tarafından ciddiye alınmadığı görülmektedir. Çünkü bu kanaatin oluşma sebebi yine MİT'tir. Susurluk kazasından 15 dakika sonra TV'lerin Mehmet Özbay kimliğiyle ölen şahsın Abdullah Çatlı olduğunu açıklaması, MİT'in verdiği bir haber olarak söylenmiş, yazılmış, kulaktan kulağa fısıldanmıştır. Daha sonraki gelişmelerde MİT'in Mehmet Özbay'ın gerçek hüviyetini çok uzun süreden beri bildiği ispatlanmıştır. Hatta Temmuz 1996'da Mehmet Eymür'ün hazırladığı bir rapordan gazetecilerin not almasına izin verdiği de tespit edilmiştir. Yine Mehmet Eymür'ün Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'la yaptığı görüşmelerde; Çatlı'dan bahsettikleri, Çatlı'nın Baysa şirketinin yapacağı "Petrol işi" için Hadi Özcan'la görüştüğü, Kocaeli çetesi olan Hadi Özcan'ın Belediye Başkanı'nı öldürmeye karar verdiği, Emniyet Müdürü Affan Bey'in Hadi Özcan'ın artık teslim olması gerektiğini söylediğini ve karşılıklı bilgilendirme için sayısız görüşmeler yaptıkları bilinmektedir. MİT Müsteşarı'nın bilgisine ancak Aralık 1997'de sunulan Ekim 1996 tarihli bir görüşme notunda, MİT elemanlarından Duran Fırat'ın Fatih Bucak'la yaptığı bir görüşmede, Ömer Lütfi Topal'ı polislerin öldürdüğünün iddia edildiği kayıtlıdır. Yine Mehmet Eymür ve grubu Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılışında araçta parmak izi bulunan (Drej Ali grubundan) Müfit Sement'in kurtarılması için Yaprak grubuyla görüşmekte hatta Müfit Sement MİT'de Eymür'ün telefonuyla Yaprak'ın yetkili adamıyla müzakere ve pazarlık yürütmektedir. Görüşmenin detayı ülke için hüzün vericidir. Yaprak çetesinin yetkilisi, "mütecaviz ve tehditkâr bir edayla, Eymür'e söz verdiklerini polis vs'nin işi olamayacağını, kendilerinin sözlerini tutacakları, kendi bölgelerinde sadece kendilerinin hakim olduğunu" belirtir bir tarzda konuşmaktadır. MİT yetkilileri bu rezalete katlanmakta, Yaprak'ın telefonlarını dinleyen polis ise ses çıkarmamakla bu devlet ayıbının içinde yeralmaktadır. Yeşil'in nasıl bir kişilik olduğu; etrafına topladığı itirafçılarla haraç, gasp, haneye tecavüz, ırza tecavüz, soygun, öldürme, işkence, adam kaçırma vb. gibi çeşitli olayların faili olduğu bilinirken kamu otoritelerinin kendisiyle işbirliği yapmaya devam etmesini izah etmek güçleşmektedir. MİT gibi saygın bir kuruluşun saygın olmayan kişileri de kullanmasını anlamak elbette mümkündür. Ancak samimiyet ve işbirliğine varan yakınlığın izahı gerekir. MİT'in hangi yurtdışı proje veya eylem olursa olsun Yeşil'i birkaç defa kullanması kabul edilebilir nitelikte bir uygulama olamaz. Çünkü Yeşil'in Özel İstihbarat Dairesi'yle ilişkisi Teşkilata saygı, korku, boyun eğme ölçeğinde değil samimiyet noktasındadır. OHAL Bölgesi'nde Asayiş Kolordusunun gözü önünde akla gelebilecek her türlü rezaletin yapılması ne kadar vahimse, merkezi hükümette Yeşil'in Ziraat Bankası Heykel Şubesi'nde Ahmet Demir adına açtırdığı hesabı haraç toplamak için kullanması da o kadar vahimdir. Bu hesabın mevcudiyeti, Devlet Arşivi'ndeki bilgilerden öğrenilmiştir. Eroin kaçakçılarının dahi bu hesaba para yatırması, Yeşil'in "yalnız yememek" mantığı ile birlikte değerlendirildiğinde akla bir tek sual gelmektedir; Yeşil kimlerle ortaktı? Kimlerle paylaşıyordu? Cevap mantıklı ve kısa olacaktır; kendisini kimler koruyor, kimler kolluyor ise... Antalya'da Metin Güneş (Sakallı Hacı), Ankara'da Metin Atmaca, Ahmet Demir adıyla icrayı faaliyet eden Yeşil hem polisin hem MİT'in varlığını, faaliyetlerini bildiği bir kişidir. Her iki taraf Yeşil'i takibeder, telefonlarını dinlerken, karşı tarafın irtibatlarını -istemese de- tespit etmiş olmaktadır. Devletin Güvenlik Teşkilâtları olayları, irtibatları bilmekte, TCK'na göre suç teşkil eden fiilleri tespit etmekte ve susmaktadır. Susurluk olayı da işte budur. Devlet sustuğu için de meydan çetelere terk edilmektedir. Herşeyden haberdar olan MİT'e, 150 bin kişilik ve asayişten sorumlu polise rağmen, etrafına 15-20 kişi toplamış kabadayılara yaptıklarının hesabını sormak mümkün olamamıştır. Kurumlar kendilerini inkâr ederek, sonunda bir kamyona çarpmışlardır. == JANDARMA == Doğu ve Güneydoğu Anadolu Asayiş Kolordusunun kontrolündedir. Terörün askeri mücadele yönü ilgi, bilgi ve yetki alanımız dışındadır. Ama bölgede cereyan eden olayları da jandarmadan bağımsız bir şekilde ele almanın mümkün olmadığı bir gerçektir. Susurluk olayı bir trafik kazası olmadığı, Ankara merkezli bir dizi oluşturduğu cihetle karışıklığın had safhada olduğu OHAL yöresi ve yörede bulunan görevlilerin dikkate alınmaması ciddi bir eksiklik olurdu. Jandarma Genel Komutanlığı reddetse de JİTEM'in varlığı unutulabilir bir gerçek değildir. JİTEM kaldırılmış, tasfiye edilmiş, personeli başka birimlerde görevlendirilmiş, evrakları arşive gönderilmiş olabilir. Ama JİTEM'de görev yapan pek çok görevli hayattadır. Ayrıca JİTEM'in mevcudiyeti bir kusur da oluşturmamaktadır. Aslında JİTEM bir ihtiyaçtan doğmuştur. Korucular ve itirafçılar, PKK ile mücadelede ilk dönemde güvenlik kuvvetlerine büyük kolaylıklar sağlayarak etkili görev yapmışlardır. Bu durum güvenlik kuvvetlerinin sempatisini arttırmıştır. Özel Timler'in kırsal kesimde yetkili, etkili ve serbestçe hareket edebilmeleri giderek görev dışı davranışlara yönelmelerini ve içlerinde suç işleyenleri hoşgörü ile karşılama eğilimlerini artırmıştır. Özel timlerin sevk ve idaresini koordine etmek için Jandarma içinde JİTEM olarak adlandırılan gurubun faaliyete geçirildiği görülmüştür. JİTEM bölgede etkili çalışmalar yapmıştır. Bunların çoğundan da mahalli Jandarma birliklerinin dahi haberi olmamıştır. Zaman içinde, JİTEM bünyesinde görev alan sivil ve askeri şahısların faaliyetleri yörede dikkati çeker hale gelmiştir. Bünyesinde çok miktarda korucu ve itirafçı bulunması sebebiyle ferdi suç oranı yükselmiştir. Bölgeden zaman içinde ayrılan bu unsurlar, faaliyetlerine uygun ortamlarda devam etmişlerdir. Bu gruptan iki kişi kamu oyunda olağanüstü tanınmıştır. Birisi, Binbaşı A.Cem Ersever, diğeri Mahmut Yıldırım -Yeşil-dir. '''DİPNOTLAR''' (1) Birçok önemli operasyonda görevlendirilen ve ödüllendirilen isimlerden sıkça rastlananlar dikkati çekmektedir. Ayhan Akça, Ayhan Çarkın, Oğuz yorulmaz, Ziya Bandırmalıoğlu, Ercan Ersoy. Bu isimler Susurluk olayları sebebiyle kamuoyunca da tanınmışlardır. Özel Harekat'a alınanların referansı ise çok kere İbrahim şahin, Ayhan Akça ve Celal Ertaş'tır. (2) Özel Harekat timlerinin operasyonları sevk evraklarında "Bir görevin ifası" ibaresi kullanılmakta, daha sonra bir not veya açıklayıcı bir izan yapılmamakta ve "Merkeze dönüldüğü" ifadesiyle yetinilmektedir. (3) Nuri Gündeş: Başbakan'ın 16 Ağustos 1993 tarihli ve bizzat imzaladığı yazı ile MİT "İstibharat başdanışmanlığı" kadrosuna atanması ve Başbakanlık'ta görevlendirilmesi talimatı sonucu, MİT Müsteşarlığı'nın aynı tarihli cevabı ile hem ataması yapılmış, hem de Başbakanlık'ta göreve başlanılmıştır. Bu atamadaki sürat ve yazılardaki ifade, konunun "çok özel" olduğunu ispat etse gerektir. Daha sonra Başbakanlık, 19.02.1997 tarihinde Nuri Gündeş'in durumunu sormuş, cevap 24.02.1997'de yine süratle ama rutin olarak gönderilmiş ve bu yazı Başbakanlık Personel kaydına 28.02.1997'de girebilmiştir. (4) Dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı'nın Başbakan'la irtibat noktasının da aynı olduğu Başbakan'a sunulacak onayları, Başbakan'ın eşine tevdi ettiği, hatta teftişteki resmi konut telefon numaralarının bile Başbakan'ın eşine ve sekreterine ait olduğu açık bir bilgidir. (5) Yabancı Sermaye Dairesi'nin eroin kaçakçılarına, Güneydoğu illerinde Arap asıllı kimliği belirsiz kişilere de çalışma izni verdiği ilk defa 1989 tarihli bir raporumuzda tenkit konusu yapılmıştı. == CEM ERSEVER == Cem Ersever, kısaca JİTEM olarak anılan Jandarma Genel Komutanlığı'nın Güneydoğu Anadolu'daki İstihbarat biriminin kurucusu ve uzun süre yöneticisi olan bir Jandarma subayıdır. Mart 1993'te istifa etmiştir. Ersever, Güneydoğu Anadolu'da uzun süren görevi esnasında PKK ile yapılan gerilla ve istihbarat çalışmalarının tümünde yer almıştır. Silahlı çatışmalara bizzat girmiş, tüm faaliyetleri yönetmiş, PKK'ya karşı ve yandaş olan kişi ve guruplarla irtibatlar kurmuş, bütün bunları tam yetkiyle ve Komutanlığa doğrudan bağlı olarak yürütmüştür. Subay ve istihbarat sorumlusu olarak bölgedeki tüm faaliyetlerin ya içinde bulunmuş ya da içeriği hakkında bilgi sahibi olmuştur. Ersever, önceleri normal bir Jandarma subayı olarak görev yapmış, sonraları çok önemli yetkilerle donatıldığı için tüm kuruluşlar ve yöredeki gayri kanuni guruplarla ilişikler geliştirmiştir. İlişkileri sınır ötesine de taşmış, IKPP lideri Barzani ve KYB lideri Talabani arasında sürekli olarak Barzani'ye yakın olmuş, ancak her ikisinin Ankara'yla ilişki kurmasında etkili rol oynamıştır. Kerküklü olması sebebiyle Iraklı Türkmenler'le de yakın ilişkileri vardır. Irak İstihbarat Servisi ile de irtibat içinde olmuştur. Bu ilişkinin bölgede görev yaptığı 1976 yıllarından itibaren başladığını kendisi de reddetmemiş, irtibatı PKK ile mücadeleye bağlamıştır. Sık sık gittiği Kuzey Irak'ta İngiliz ve ABD istihbarat guruplarıyla da irtibatı hep düşünülmüştür. Emekli olduktan sonra bir tepki içine girmiş, PKK ile mücadelede aksaklık, eksiklik ve yetersizlik olarak belirlediği hususlarda kamuoyu oluşturma faaliyetlerine başlamıştır. Tempo dergisi, Aydınlık, Tercüman ve Daily News gazetelerinde röportajları ve açıklamaları yayımlanmıştır. Bu arada, IKPP'nin Ankara Temsilcisi Hayrullah Salih'ten partinin büro olarak kullandığı daireyi kiralamış (veya kullanmış) ve bir siyasi dergi çıkarma hazırlıklarına başlamış, Ahmet Aydın adıyla iki kitap yazmış, Tempo dergisindeki açıklamaları sebebiyle aleyhinde Askeri Mahkemede dava açılmıştır. Ersever bölgeye ve Kürt problemine ilişkin çeşitli görüşleri yanında Jandarma Genel Komutanlığı'nın ve Asayiş Kolordu Komutanlığı'nın atama, çalışma tarzı ve icraatlarını ayrıntılı şekilde eleştiren açıklamalarda bulunmuştur. Ancak gelişmeler beklediği yönde olmamış, destek görmemiş, Silahlı Kuvvetler tepki göstermiş, mali yönden ve güvenlik açısından sıkıntıya girmiştir. Cem Ersever'in öldürülmesi ise halen faili meçhul olaylar arasındadır. MİT'e göre; Hanefi Avcı "Mahmut Yıldırım'ı çağırarak gerekli yerlerde görüştüğünü söyleyerek, son dönemdeki faaliyetlerinden ötürü Cem Ersever'in ortadan kaldırılması gerektiğini bildirmiş, daha sonra Mustafa Deniz ve Neval Boz'a (sevgilisi, karısı) yönelerek onların işbirliğini sağlamış onlar da Avcı'nın talimatıyla Cem Ersever'i infaz grubuna teslim etmişlerdir." Aydınlık dergisi Ersever'in öldürülüşünü kendi mantığı içinde bir yere yerleştirmekte ve "Kasım 1994'te, uyuşturucu trafiğinin elemanı ve tanığı olması sebebiyle, Abdullah Çatlı ve ekibi tarafından Başbakanlık Poligonu'nda sorgulandı ve arkadaşları Mustafa Deniz ve Neval Boz ile birlikte öldürüldü" şeklinde açıklamalar yapmaktadır. MİT'in açıklamaları gerçeklerden uzaktır. Mantıklı ve tutarlı açıklamayı ise -nedense MİT'in sürekli olarak itham ettiği- Hanefi Avcı yapmıştır. Avcı, TBMM Susurluk Komisyonu'na 4.2.1997 tarihinde yaptığı açıklamada "Gümrük Müdürü Ali Balkan Metel'in şoförü (jandarma elemanı) Kemal Uzuner'in evinde Cem'in arşivinin muhafaza edildiğini, jandarmanın Kemal'in evindeki malzemeleri, arşivi aldığı, Kemal'le randevulaşan Ersever'i yakaladığı, eve gelen Mustafa Deniz ve Neval Boz'u da ele geçirdiğini anlatmaktadır. Sorgulamayı yapanlar arasında Mahmut Yıldırım'ın (Yeşil) olduğu iddiası yaygındır. MİT de sonunda mantıklı bir izah yapmakta ve "Ersever ve arkadaşlarının teröristlerin harekat tarzı konusunda çok tecrübeli, kendi güvenlikleri yönünden de çok dikkatli oldukları bilinmektedir. Buna rağmen herhangi bir mücadele emaresi olmadan cinayeti işleyenlerce ele geçirilmiş olmaları dikkati çekmektedir. Bu durum Ersever ve arkadaşlarının kendileri açısından 'güvenilir' saydıkları kişilerce veya bunların aracılığı ile yakalanmış oldukları ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır" demektedir. Eylemin gerçekleşme biçimi, her üçünün fiziki bir zorlanmaya maruz kalmamaları, cinayette PKK ihtimalini yok etmektedir. PKK'nın çok şey bilen bu kişileri "konuşturmadan" öldürmesi beklenemez. Basının, devlet içinde bir hesaplaşma olduğu veya devletin çok etkili görevlerde bulunanları dahi koruyamadığı veya kolayca feda ettiği kanaatine yol açan yayınlarını da bu vesileyle doğruluk payı olan yorumlar olarak kabul etmek yanıltıcı değildir. Birçok polis görevlisi "Cem'in öldürülmesini değil, son zamanlardaki faaliyetleri dolayısıyla sorgulanacağını, korkutulacağını tahmin ediyorduk" ifadesiyle olaya ışık tutmuşlardır. Görüştüğümüz Gümrük Teşkilatı şoförü Kemal Uzuner, Cem'in evine geldiğini, kapalı valizini aldığını, diğer kişilerin de eve geldiğini sonra gittiklerini, anlatmakta ve Cem'le yıllara dayalı ilişkisini açıklamakta, ancak silahlı mücadeleye alışkın ve yatkın Cem ve arkadaşlarının o saatlerde ve ev dışında kaybolmasına hiçbir açıklık getirememektedir. Aslında görüştüğümüz onlarca kişiden sonra olayın cereyan tarzı hakkında bir şüphe duymamak gerekir. Ersever'in zararlı olmaya başladığı, giderek devleti ve kurumlarını hedef tuttuğu, ilişkilerinin yanlış boyutunun büyüdüğü ve yargı önünde bir cezayı hakettiği muhakkaktır. Burada ve olayı uzunca anlatarak Sayın Başbakan'ın dikkatine sunmak istediğimiz temel husus; bu dönemde Ankara'da oluşan havanın göstergesi olması itibarıyla bu konunun taşıdığı önemdir. MİT'in tabiriyle yakalayanlar Cem'i ve arkadaşlarını "infaz grubuna teslim" etmişlerdi. "İnfaz grubu" ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. "İnfaz grubu"na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır? Şu husus bilinmektedir. OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu Komutanı'nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir. Çünkü mahkemelere kadar gitmiş bir konu nedeniyle elden ele teslim edilen kişilerin devlet elindeyken köprü altında ölü olarak bulunmasının faili meçhul olamayacağı aşikârdır. OHAL Bölgesi'nde bunlar olurken, Cem Ersever ve arkadaşlarının Ankara'da faili meçhul bir cinayete kurban olmaları artık kamu yararının dışında kamu zararı tevlit eder boyutlara gelindiğini ispat eden bir örnek oluşturmaktadır. == MAHMUT YILDIRIM (YEŞİL) == Sn. Başbakan'a hiçbir açıklama yapmadan, MİT'in Yeşil hakkındaki tespitlerini, olduğu gibi takdim etmekte fayda görülmüştür. Burada yer almayan ancak devlet kurumlarımızın üzüntü verici ve mutlaka tashih edilmesi gereken tutumlarının delili olan farklı ilişkilere daha ileride temas edilecektir. Aşağıdaki ifadelerin tamamı, değiştirilmeden Milli İstihbarat Teşkilâtı'mızın cümleleriyle sunulmaktadır. Yeşil Kod Mahmut Yıldırım Gerçek Adı: Mahmut Yıldırım Kod Adı: Ahmet Yeşil-Mehmet Kırmızı Tire-Sakallı-Terminatör - Salih-Derdi oğlu, Bingöl/Solhan 1953 doğumludur. - 08.04.1973 tarihi itibariyle Bingöl/Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından faydalanılmıştır. Aynı tarih itibariyle, verdiği bilgilerin anılan komutanlıkça değerlendirilmesinde güçlük çekildiği gerekçesiyle teşkilatımıza devredilmiştir. - Anılan tarihte Tatvan Bölge Müdürlüğümüz tarafından faydalanılmaya başlanmıştır. - Ekim 1973-Kasım 1975 tarihleri arasında askerde olması nedeniyle temas kurulmayan adı geçenden askerliği sonrası Milli Görüş konusunda istifade edilmeye başlanılmıştır. Ancak Mayıs 1989 ayında yaratmış olduğu çeşitli komplikasyonlar nedeniyle teşkilatımızla ilgisi yeniden kesilmiştir. - Bilahare şahıs, Tunceli J.Blg.Komutanlığı'nın emirleriyle ve anılan komutanlık adına, Nazimiye ve Ovacık bölgelerinde istihbari bilgiler toplayarak, güvenlik kuvvetleriyle birlikte uygulamalara katılmıştır. - Bu çalışmalar sonucunda bölgedeki vatandaşlar nezdinde deşifre olması nedeniyle, Jandarma Asayiş Komutanı tarafından Diyarbakır'a çekilmiştir. Bu dönemde Tunceli J.A.K.'nda bir personelimizle tanışan adıgeçen, Diyarbakır'daki Jandarma Asayiş Komutanı'na bağlı olarak kırsal alanlarda çalışmalar yaptığını ifade etmiştir. - Mart 1992 ayında Tunceli Güvenlik Komutanı'na bağlı olarak faaliyet yürüten şahıs; ilgili birimimiz personeli ile yaptığı bir sohbette, Tunceli'deki PKK faaliyetini drije eden Aysel Doğan'ı illegal olarak sorguya alacağını, konuşmadığı takdirde ortadan kaldıracağını, ifade etmesi üzerine, personelimiz tarafından "böyle bir eylemi yapmaması" yönünde ikna edilmiştir. 17.03.1993 tarihinde ilgili birimlerimize, "adıgeçen ile komplikasyonlara neden olabilecek bir kişi olması nedeniyle, kati surette temasta bulunulmamasına azami özen gösterilmesi" yönünde talimat verilmiştir. - 27.05.1992 tarihinde Muş ilinde güvenlik kuvvetlerince yakalanan 5 PKK mensubu, sorgu amacıyla Özel Harekât Şb. Md.'ne götürülmeleri sırasında adıgeçen tarafından öldürülmüşlerdir. Bingöl birimimizde görevli 2 personelin de adının geçtiği olayla ilgili olarak, 28.05.1995 tarihli Ahmet Yeşil adı, imzası ve "Asayiş Kolordu Komutanlığı Görevlisi" ibareli bir yazı bulunmaktadır. - Olay sonrası şahısla ilgili olarak intikal eden bilgilere göre, adıgeçen Bingöl birimimiz tarafından, Asayiş Kolordu K.Yrdc'nın da bulunduğu bir ortamda, Bingöl İl Jandarma Komutanı'nın makam odasında tanınmış ve anılanın (M.Yıldırım) para talebi üzerine Asayiş Kolordu K.Yrdc. tarafından para verilmesinin emredildiği hususu müşahede edilmiştir. - Adı geçen, 05.05.1992 tarihinde Muş Valisi, Emn.Md., İl Jan. K. ve Bingöl Blg. Md.'nün hazır bulunduğu İl Emniyet komisyonu toplantısına katılmıştır. Toplantıda Bingöl birimimizden yardım görmediğini ifade etmiştir. - 07.12.1992 tarihinde Elazığ Emn. Md.'lüğü sorgu bürosunda karşılaşılan şahsın ısrarlı talebi üzerine yapılan görüşmede; 1991 yılı içerisinde Muş-Bulanık ilçesi arasında bulunan Jandarma Karakolu'na eylem yapma hazırlığındaki 3 teröristi Jandarma timleri ile birlikte ölü olarak ele geçirdiklerini, yine aynı yıl Muş'ta tesbit ettiği A.Öcalan'ın kuryesi olan Hatay'lı bir bayanı (muhtemelen Neval Boz) angaje ederek Ankara'da JİTEM'de görevli bir Binbaşı (Cem Ersever) ile tanıştırdığını belirterek, teşkilatımız ile çalışmak istediğini ifade etmiştir. Şahsın bu teklifi kabul edilmemiştir. - 27.01.1993 tarihinde Tunceli'de PKK'nın para istediği şahıslar arasında yeralması nedeniyle gözaltına alınan ve bilahare serbest bırakılan Celal Yaşar adlı şahıstan, PKK militanı maskesi ile gönderdiği iki adamı vasıtasıyla para talebinde bulunmuştur. - 16.02.1993 tarihinde Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Vekili, ilgili birimimizle yaptığı görüşmede; adıgeçenin teşkilatımızla ilişki kurmak istediğini, yanında Muş Alan Sorumlusu bulunduğunu, Şemdin Sakık'ı öldürmeyi planladığını ve eylemden sonra İsviçre'ye gitme garantisi istediğini belirtmiştir. Alınan teklif kabul edilmemiştir. - 07.08.1993 tarihinde Elazığ/Karakoçan'da jandarmaya teslim olan PKK mensubu Salih Derviş adlı şahsın ifadesinde; Jandarma Komutanı tarafından tanıştırıldığı Mahmut Yıldırım'ın "MİT'e çalıştığını, Güneydoğu Anadolu Sorumluluğunu yürüttüğünü, kendisini eğiterek MİT'e alacağına söylediğini" belirtmiştir. - 1994 yılı itibariyle Diyarbakır Cezaevi'nde tutuklu bulunan Muhsin Gül (Kod adı: Kekeç-Pepe-Metin,) 22.07.1994 - 16.08.1994 tarihleri arasında Diyarbakır Cinayet Büro Amirliği'nde verdiği ifadelerde Ahmet Demir ile ilgili olarak; "- 06.04.1994 tarihinde Diyarbakır Şehitlik Mahallesi 75. Sokak 31 No'lu adresinden kaçırılan ve 01.06.1994 tarihinde Mardin yolu 10 Gözlü Köprü altında cesedi bulunan Bayram Kanat'ın, Diyarbakır Jandarma'da görevli bulunan Ahmet Demir'in planlamasıyla kaçırıldığını, - Bayram Kanat'ın kaçırılışı sırasında Star marka bir tabancı ile Uzi marka otomatik bir tabancanın da adı geçenin evinden gasp edildiğini, bu olayda Ahmet Demir'in yanısıra Jandarma'da görevli Ali ve Kemal kod isimli şahısların da yeraldığını, kendisinin de (Muhsin Gül) zaman zaman Jandarma'nın bazı görevlerinde çalıştığını, - Ankara Elmadağ İlçesi yakınlarında öldürülen Emekli Binbaşı: Ahmet Cem Ersever'i (Yeşil kod) Ahmet Demir, itirafçı (General Zinnar kod) Alaattin Kanat, (Mete kod) İbrahim Babat ile Hoca kod (ismi bilinmeyen) Antep şivesi ile konuşan gözlüklü 35 yaşlarında, kısa boylu şahısların öldürdüğünü, daha sonra A.C. Ersever'in arkadaşı Mustafa Deniz ve sevgilisi Neval Boz'un da aynı şekilde öldürülmelerini müteakip, adıgeçenlerin silahlarını Ankara Aydınlıkevler semtindeki jandarma istihbaratına bıraktıklarını ve otobüsle gidecekleri yerlere gönderildiklerini, - Yeşil kod'un her zaman "23 yıldır bu işleri yaptığını, öldürdüğü ve öldürttüğü kişilerin komünist olduğunu" sürekli olarak kendilerine söylediğini, bu suretle her öldüreceği kişilere komünist damgası vurarak, çevresinde topladığı itirafçı ve diğer şahısların beynini yıkadığını, - Ayrıca C. Ersever olayında kullanılmak üzere Mesut Mehmetoğlu ve Serdar Od isimli itirafçıların da aynı günlerde uçakla Ankara'ya götürüldüğünü, ancak adıgeçenlerin "bu olaya girmeyeceklerini" söylemeleri üzerine silahlarının alınıp, geriye gönderildiklerini, bu bilgilerin uçak kayıtlarından teyid edilebileceğini, - Diyarbakır Jandarma sorgu bölümünden Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sevkedilen Muş Bulanık Hoşgeldi Köyü muhtarının, İstanbul'da dolmuşçuluk yapan ağabeyinin kızı Zeynep Baba ile, Bitlis ili Tatvan ilçesinde (babası marangozluk yapar) Şükran Mizgin'in, ilk sorgulamalarından sonra (serbest bırakılmalarını müteakip, A.Demir ile Elazığ'da ikamet eden Rezzak kodun, bu şahısları alarak bir müddet işkence ve zorla tecavüz ettiklerini, Şükran Mizgin'i Muş girişinde bulunan köprünün altında öldürdüklerini, Zeynep Baba'ya ise ne yaptıklarının bilinmediğini,) - A.Demir ile A.Kanat'ın 1994 Mart ayı içinde Diyarbakır'da halk otobüsü şirketi kurmak amacıyla Yıldız Yapı Koop.'nde müdürlük yapan Ahmet Kaya ile aynı kooperatifte yetkili bulunan Musa Fidan'dan, şirkete üye yapmak bahanesiyle para aldıklarını, bunun yanısıra kandırdıkları kişilerden de toplam 3 milyar lira topladıklarını, MHP Dyb. İl Başkanı İbrahim Yiğit'in de 600.000.000 lirasını aldıklarını, ilk etapta topladıkları bu paranın 600.000.000 lirasını A.Demir'in Elazığ Ziraat Bankası'nda, A.Demir adına kayıtlı (3003-30) nolu hesabına yatırdıklarını, adıgeçenin bu hesabında trilyonları bulan parasının bulunduğunu, - Mart 1994 ayı itibariyle A.Kanat'ın kendisini MHP Güneydoğu sorumlusu olarak tanıtmaya başladığını, bu dönemde Diyarbakır MHP İl Başkanı İbrahim Yiğit ile arasının bozulduğunu, o tarihlerde A.Demir ile A.Kanat'ın İ.Yiğit'i kalmakta olduğu turistik otelden alarak öldürmek amacıyla götürdüklerini, daha sonra bilinmeyen bir nedenle serbest bıraktıklarını, söz konusu şirket ile ilgili bir miktar parayı İ.Yiğit'den bu şekilde aldıklarını, - Sözkonusu olaya Devegeçidi'nde uzman çavuş ve Kürşad kod (Gültekin Sütçü), itirafçı İsmail Yeşilmen ve itiraçfı Burhan Şare'nin tanık olduklarını, (- Batman'da milletvekili Mehmet Sincar'ı Alaattin Kanat, Mesut Mehmetoğlu, İsmail Yeşilmen ve Yeşil kod Ahmet Demir'in birlikte planlayıp öldürdüklerini,) bu olaydan sonra A.Kanat'ın "kendisinde garantili imzalı kâğıt olduğunu" söylediğini, - A.Demir'in zaman zaman kendisi (M.Gül) ve diğer arkadaşlarına "İstanbul mafyasını çökerttiğini, Behçet Cantürk ve aynı şekilde öldürülen diğer mafya ve PKK yanlılarını kendisinin planlayıp öldürttüğünü" söylediğini, - Vedat Aydın ve Musa Anter'in öldürülme olaylarını da bizzat A.Demir'in planlayıp uyguladığını, - A.Demir ve A.Kanat grubunun PKK damgalı tehdit mektuplarıyla Diyarbakır ve çevre illerden çok miktarda para tahsil ettiklerini, bu tahsilatlardan 1993 yılında Melikahmet Caddesi'nde bulunan ve beyaz eşya ticareti yapan "Cezayir Ticaret, Öz Diyarbakır, Diyarbakır Sur, Diyarbakır İtimat" firmaları ile "Ceylan İnşaat, İntim İnşaat şirketleri"ne tehdit mektuplarını kendisinin (M.Gül) verdiğini, tahsilatın ise, Mesut Mehmetoğlu ve A.Kanat tarafından yapıldığını, - 1993 yılında PKK davasından Diyarbakır E. Tipi Cezaevinde tutuklu bulunan "Sedef Ticaret Şirketi" sahibinin kardeşi Abdulkerim Avşar'ın, itirafçı koğuşuna alınmasını sebep gösteren A.Kanat tarafından, Sedef Ticaret'ten 1 milyar TL. tahsil edildiğini, 1994 yılında bu taleplerini yinelediklerini, ancak istenilen para verilmeyince, şirket ortaklarından M.Şerif Avşar'ı öldürdüklerini, bu olayın bilinmeyen bir nedenden dolayı ortaya çıkarıldığını, - Yeşil kod Ahmet Demir'in planlaması doğrultusunda, 10 Ekim 1993 tarihinde Lokman Zuhurlı (Abdurrahman oğlu 1977 Lice doğumlu) ve amcasının oğlu Zana Zuhurlu (18 yaşında) ile PKK militanı maskesi altında irtibat kurulduğunu, adıgeçen şahısların daha sonra Mesut Mehmetoğlu, Alaattin Kanat ve sivil kıyafetli iki asker tarafından kendilerinde bulunan "81-82 telsiz kod"unu kullanmak suretiyle Şehitlik Mahallesindeki evlerinden alındığını, kısa bir sorgulamadan sonra Pağıvar beldesi, Saran Tuğla Fabrikasının Bismil istikametini 4 kilometre geçtikten sonra öldürüldüklerini, - 20 Ekim 1993 tarihinde Av. Hüsniye Ölmez'in Bismil yolunda öldürülmesi ile ilgili Serdar Od, M.Mehmetoğlu ve kendisine (M.Gül) görev verildiğini, H.Ölmez'in öldürme eyleminin bizzat kendisi (M.Gül) tarafından gerçekleştirilmesi emrini aldığını, ancak eylemi gerçekleştiremediklerini, - Diyarbakır Baro Başkanı Fethi Gümüş ile Elazığ/Karşıyaka Fen Lisesi'nde görevlendirilen öğretmen Suhpi Koç'un öldürülmesi yönünde de talimat aldığını, ancak her iki eylemi de gerçekleştiremediklerini, - Bahsekonu olayların planlayıcısı ve yürürlüğe koyucularının J.İsth.'da Kerim Binbaşı olarak tanınan Abdülkerim Kırca, Ahmet Demir ve Alaattin Kanat olduğunu, - Ülkeyi daha iyi günlere götürmek ve terörden temizlemek amacıyla kendisi gibi itirafçıları kandıran bu şahısların, daha sonra bu işleri şahsi amaçları için yaptıklarını, kadın ve kızlara tecavüz ettiklerini ve elde ettikleri para ile lüks hayat yaşayıp mülk edindiklerini öğrendikten sonra, kendisi ile birlikte itirafçılardan Adil Timurtaş, İsmail Yeşilmen, Burhan Şare ve Serdar Od'un gruptan ayrıldıklarını, - Ancak geçim kaynakları olmadığı için gasp ve soygun gibi olaylara karıştıklarını, - Her infaz sonrasında Kerim Binbaşı, Yeşil ve A.Kanat tarafından kendilerine 10.000.000 TL, harçlık verildiğini, geri kalanlarının ise teşkilata mal edildiğinin anılan şahıslarca söylenildiğini, - Kendisi (M.Gül), A.Demir, İ.Yeşilmen ve B.Şare'nin ikamet etmeleri amacıyla, "Ofis Gevran Cad. Yeniçeri Apt. Kat.2 No: 6" adresinde ev tutulduğunu, aynı evde bulunan siyah ajandada da Yeşil'e ait birçok sırların saklığı olduğunu, - ERNK mühürlü bloknot şeklindeki para tahsil makbuzlarının ise, 1.5 yıl önce Ankara'da uçakta yakalanan bir PKK'lıdan ele geçirilen makbuzlar olduğunu, bu makbuzların Ank.J.İsth. tarafından A.Demir'e intikal ettirildiğini, anılanın da bu koçanları kendisi ve diğer arkadaşlarının vasıtasıyla tahsil ettiğini, bu makbuzlarda tehdit şekli ve istenecek para miktarını, Yeşil, Kanat, Yeşilmen ve M.Mehmetoğlu'nun belirlediklerini, - Cezaevine konulduğunun 2. günü A.Demir'in kendisinin (M.Gül) yanına gelerek "Çekoslavak marka 16'lı silah konusunu emniyet müdürlüğüne niçin söylediğini" ve "benim hakkımda başka neler söyledin" diye sorduğunu, kendisinin ise işkenceye dayanamadığı için söylediğini beyan ettiğini, - Yeşil kodun açık kimliğini bilmediğini, ancak emekli Albay olduğunu tespit ettiğini, - Halk otobüsü için yardım edilen parayı A.Kanat, Yeşil ve İbrahim Yiğit'in aldıklarını, bu paranın görgü şahitlerinin ise kendisi (M.Gül) Dalyan Ay, Hakan Pamuk ve Mustafa Pamuk'un olduğunu, - Dalyan Ay'ın 05.08.1994 günü satırla öldürüldüğünü," beyan etmiştir. - Bingöl birimimizde görevli bir personel aracılığı ile 1994 Haziran ayı içerisinde getirdiği bir teklifte, çeşitli Avrupa ülkelerinde faaliyette bulunan bir grubun istenildiği taktirde, yurtdışında bazı eylemleri taşeron olarak gerçekleştirilmesinin kendisi (M.Yıldırım) aracılığı ile sağlanabileceğini belirtmiş, bu konunun Mehmet Eymür'e iletilerek, görüşmesinin sağlanmasını talep etmiştir. Bunun üzerine adıgeçen ile Eylül 1994 ayında ilişkiye geçilmiştir. - Şahıs, Ocak 1995 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınmış, yapılan sorgusunda sürekli olarak, kendisinin Teşkilatımızla olan ilişkileri, ilişkide bulunduğu kişilerin kimler olduğu, verdiği bilgilerin neler olduğu, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar tarafından bizzat sorulmuştur. Sorgu sırasında adıgeçen Orhan Taşanlar'a nerede sorgulandığını bilmek istediğini, Türk Emniyet Teşkilatı'na ait bir birimde, Türkiye'nin güvenliği ile ilgili diğer kuruluşlar hakkında sualler yöneltilmesini yadırgadığını ifade etmiştir. Bahsekonu sorgu esnasında ayrıca, şahsın kendisine ait silahın kullanılması suretiyle boş yere atış yapılmış, bilahare sorgucular, bu atışlar sırasında silahtan çıkan kovanların, meydana gelebilecek bir eylem sonrasında olay mahallinde bırakılabileceğini söyleyerek şahsı tehdit etmişlerdir. Şahsın sorgu sırasında kırılan kaburga kemiği, Teşkilatımızı konu ile ilgili olarak bilgilendirmek üzere geldiği sırada tarafımızca tedavi ettirilmiştir. (6) Adı geçenle 30 Kasım 1996 tarihinden itibaren irtibatımız kalmamıştır. MİT'in açıklamaları bunlardır ve oldukça ketum bir anlatımın hakim olduğu aşikârdır. Sn. Başbakan'a bir husus tekraren azdedilmelidir. Açıklamalarımız asla MİT'in, Jandarma'nın, Emniyet'in veya Turizm Bakanlığı'nın yahut kişilerin tenkidi yoluyla yıpratılmaları anlamında değildir. Türk halkı sağduyusu ile Susurluk olayında devletin bazı yanlışlarını tespit etmiştir. Bu yanlışların kabulünü ve galiba özür dilenmesini beklemektedir. Bizim amacımız da Sn. Başbakan'a bu konuda sadece doğruyu - veya kabiliyetimiz nisbetinde tesbit ettiğimiz doğruyu sunmaktan ibarettir. ¯¯ Yukarıda bahsi geçen Mahmut Yıldırım'ın takdim edilen 10 sayfada bahsedilmeyen başka işleri de vardır. Etibank Teftiş Kurulu'nca düzenlenen 27.11.1997 tarih, 3/29 sayılı rapora göre "Yeşil kod Mahmut Yıldırım" Şubat 1977 tarihinden itibaren Şubat 1997 tarihine kadar Etibank Elazığ Ferrokrom Tesislerinde işçi olarak çalışmış, maaş almış, emeklilik primi ödenmiştir. Puantör olarak çalışan Yeşil, 1981 tarihinde Elazığ irtibat bürosunda görevlendirilmiştir. Mesai arkadaşları ve amirleri (!) görevine muntazam şekilde geldiğini söylüyor olmalarına rağmen, her tesis müdürünün, atandıktan kısa bir süre sonra Mahmut Yıldırım'ın dosyasına baktığı, hiçbir işlem yapmadan dosyayı iade ettiği, bir daha da Mahmut Yıldırım'ın adını telaffuz etmedikleri bilinmektedir. İşten çıkarma kararı da tebliğ edilememiştir. Ahmet Demir adına Ziraat Bankası Heykel Şubesi'nde açılmış bir hesapta tehdit, şantaj ve cinayet sonucu toplanan haraçların bir bölümü yer almaktadır. Ziraat Bankası Teftiş Kurulu yaptığı bir değerlendirmede şu hususları tespit etmiştir. "Ahmet Demir isimli şahıs Ziraat Bankası Heykel/Ankara Şubesine müracaat ederek ve 50 bin TL. yatırarak bir hesap açtırmış, Aydınlıkevler'de bilahare Bahçelievler'de adres göstererek ve Nüfus Hüviyet Cüzdanı ile çeşitli işlemler yapmıştır." Hesaba, 20.06.1994 tarihinden itibaren adeta para yağmıştır. Mustafa Ank 200 milyon, Ağa Yıldız 250 milyon, Hurşit Han (Uyuşturucu kaçakçısı) 250 milyon, Salih Ayten 249.7 milyon, Yusuf Tan 250 milyon, Mehmet İsen Kul 659 milyon, Şaban Bala 100 milyon, Ahmad Esma Eyili 300 bin DM ve 50 bin USD, Elazığ Yapı Kredi Bankasında görevli olduğunu belirten bir şahıs 500 milyon, Diyarbakır Şubesi havaleli ve Dicle Turizm Şirketi tarafından 110 milyon, Mehmet İsen Kul 995.6 milyon ve 737.2 milyon TL. yatırmışlardır. Yeşil bu paraları çeşitli tarihlerde tahsil etmiştir. Bazen Ankara'dan bazen Elazığ'dan şahsen ve tamamı nakit olmak üzere çekilmiştir. (Heykel Şubesi Hesap No: 301009-39782-9) Yeşil'in cebinde milyar lira ile gezdiği düşünülmelidir. Ankara Polisi tarafından gözlem altına alındığında cebinden çıkan kartlarda Bosch Buzdolaplarının fiyatı ve indirimleriyle ilgili notlar da çıkmıştı. İki - üç milyon lira için bu kadar yoğun bir mesai vermesi ve milyarlık tahsilâtları yaptığı tarihte bu kadar uğraşması tahsilâtın kendisinde kalmadığının delilidir. Polis tarafından gözlem altına alındığında üzerinde pekçok telefon numarası çıkmıştır. Mehmet Eymür (Ev, iş ve cep), İbrahim Şahin (İş, oto, oto özel, cep, çağrı ve İstanbul ev), muhtelif il ve ilçe jandarma komutanları, Sultan Tekstil, Aydın İpekli ve aynı numaralardan Mehmet Özbey (Çatlı olarak ilave edilmiş), Sırrı Sakık (Ev ve büro), Farma Tıp Malzemeleri A.Ş. gibi. (Yeşil'in kullandığı 542-211 89 82 nolu telefon irtibatları araştırılmış, MİT ve Jandarma ile yoğun bir telefon irtibatı görülmüştür. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün temizliğini yapan Ertem firmasıyla da ilişkisi vardır. Bir tarafta mafya üyeleri, bir tarafta kamunun özellik arzeden kurumlarının özelliği olan kişileri... Yeşil'in Ankara, Antalya, Elazığ, mobil ve cep telefon irtibatlarının dökümü kalın bir kitap halindedir. Yeşil'i sadece yukarıda verilen numaradan arayanların listesi (Ek: 2)'de yer almakta ve Sn. Başbakan'ın tetkikine özellikle sunulmaktadır. Yeşil'in üzerinde başka belgeler de vardır. Hasan Tanrıkulu adına sürücü belgesi ve İçişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi kimlik kartı. Bu kartın istihbarat uzmanı sıfatıyla, emekliliğine kadar geçerli olduğu da kayıtlıdır. Ayrıca boş ve Başbakanlık İstihbarat Dairesi kartı da üzerindedir. Antalya Emniyet Müdürlüğü izleme biriminin kaydettiği telefon konuşmalarında Yeşil, Mehmet Eymür'le Duran Fırat'la bol küfürlü konuşmalarında bir kamu görevlisinin utanacağı bir çerçevede konuşmakta, Çatlı ile Topal'ın (eski Sheraton) otelinin kumarhanesinde ortak olduklarını, Veli Küçük'ün işlerine mani olabileceğini tartışmaktadırlar. Emniyet Teşkilatı, MİT ve Jandarma bu kişiyi yakından tanımakta, takibetmekte, dinlemekte, bilgileri arşivlemekte sadece adamı frenleyip, durduramamaktadırlar. Neden? Bu haklı sualin en mantıklı cevabını Yeşil'in iş ve eylemlerinin kamu kurumlarının genel tercihlerine aykırı olmaması, ters düşmemesinde bulmak gerekir. Dolayısıyla Cem Ersever'e karşı alınan tedbirin bir örneğini Yeşil için düşünmenin bir gereği yoktur. Milli İstihbarat Teşkilatımız "Adı geçenle 30 Kasım 1996 tarihinden itibaren irtibatımız kalmamıştır" demektedir. Aslında arşivindeki iç karartıcı bilgilere rağmen bu kişiyle olan irtibatı sebebiyle MİT'in sorgulanması gerektiği düşünülmektedir. Jandarma ilgililerinin durumu ise aynıdır. Bu kişiyi devlet görevine gönderenlerin (MİT'in) 30 Kasım 1996'ya kadar yaptığı her türlü işlem kontrol edilmeye değer. Ankara'dan 09.02.1996'da yeniden pasaport verilmesinden sonra Metin Atmaca'nın gerçek kimliğini bilen Ankara polisinin bu dosyayı bir milyon dosya arasında adeta kaybetmesinin sebebi de bellidir. Bu pasaportu alan MİT'in hangi Devlet problemini çözdüğü de araştırılabilir. Daha sonra 23 Kasım 1996'da MİT'in Diplomatik Pasaport taşıyan Murat Tunç ve Gürcan Bora kod isimli mensuplarının beraberinde Metin Atmaca (Yeşil) ve Vahdet Özer'le TK. 137 sefer sayılı İstanbul uçağında 3 A.B.C. ve D numaralı koltuklarda oturan, İstanbul'dan da TK 320 sefer sayılı uçakla Beyrut'a giden ve VİP-Başbakanlık işaretiyle uçan 5 B.C.D ve 5 F'de oturan bu 4 kişinin hangi devlet görevini ifa ettiği sorusu, haklı ve yerinde bir sualdir. 30 Kasım 1997 tarihinde Sn. Başbakan'ın başkanlığında ve MİT'te yapılan toplantıda, bu noktadaki tenkidimiz ve MİT'in saygın bir kurum olduğu, bu tip işlerinden üzüntü duyulduğu belirtilince Müsteşar Sn. Sönmez Köksal; "- Siz MİT'in her zaman saygın kişilerle mi çalıştığını sanıyorsunuz?" şeklinde bir soru sormuştu. Kendilerine açıklanmaya çalışılmıştı; MİT uygun kişilerden, o alanı bilen kişilerden bilgi toplayacaktır. Ancak kişiler MİT'e hizmet etmekle saygınlık kazanamayacağı gibi, MİT'te o kişilerin seviyesine inmiş olamaz. Oysa Yeşil'in Mehmet Eymür'e "Baba, Babacığım" demesi, Kocaeli Emniyet Müdürü'yle Hadi Özcan'ın durumunu tartışması problemin varlığına işaret eden bir ilişkidir. Çeşitli iddialar ise problemin ciddiyetine işaret etmektedir. Son yıllarda ortaya çıkan ve Susurluk olayı dediğimiz olay da işte budur. Bunca bilgiye rağmen itlâf edilmesi gereken bir kişinin VİP salonundan devlet görevine gönderilmesi anlayışı da Susurluk'tur. ¯¯¯ Konu ve irtibatlar sadece Yeşil'le de sınırlı değildir. Hadi Özcan'ın bir MİT görevlisiyle yaptığı telefon görüşmesinin bir bölümü, bu sahifelerde yazılanlardan daha etkili olsa gerektir. ... - Efendim. Hadi - Nasılsın.... abi? ... - Aaa Hadi hocam sen misin? Hadi - Benim abi... ........ Hadi - Abi bir ricam var senden. ... - Söyle Hadi - Bu Veli Albay anormal derecede yükleniyor şimdi. Özellikle bu Kürşat hadiselerinden sonra yükleniyor. Tahminim Sedat Peker bağ kurdular herhalde. Veya Kürşat kendisi ona bir şeyler dedi. ... - Sedat'ın kanalıyla olmuştur. Hadi - Belki de. Buna bir şey söylettiremez miyiz abi ya? ... - Şimdi Veli Albayla Hacı'nın (Yeşil) durumu nasıl, iyi mi onunla? ......... Hadi - Burda abi 30-40 kişiyiz biz. Tombala davasına bir ay içinde en az 10 milyar lira kazandık. Şimdi biliyor bunu. Kadın satmak serbest. Tombalalara engel oluyorlar. Şimdi kış günü. 50'şer milyon versen 40 kişiye 2 milyar yapıyor. 4 milyar para dağıttım. Kimsede bir lira yok, vallahi billahi abi. ... - Sen Hacıya söyle. Onun jandarmada tanıdığı çok. Benim yok valla. Hadi - Kasıt yapıyor bu Veli Albay bunu. Bu telefon konuşması Sn. Müsteşar'ın saygınlık konusundaki sualinin de cevabıdır. '''DİPNOTLAR''' (6) Mehmet Eymür, İçişleri Bakanı Meral Akşener'e yazdığı 12.2.1997 tarihli mektubunda, Hanefi Avcı4yı şikayet ederken, Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'ın kendisini gece 00:03'te arayıp Yeşil'in teslim alınmasını istediğini Ankara Bölgesi'nde kendisinin de ilgileri olmadığını söylediğini naklediyor. == ÖMER LÜTFİ TOPAL == Geçmişini tombalacılıkla sağlayan ve kokaini Türkiye'ye getiren adam olarak tanınan, sonraları Kumarhaneler Kralı olan Topal, 1978 - 1981 yıllarında Belçika'da, 1981 - 1984 arasında ABD'de uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmıştır. Geçimini kaçak kumarhaneler işleterek temin eden ve İstanbul - Yeşilyurt'taki kumarhanesiyle tanınan Topal 1990 yılından itibaren Caddebostan Büyük Kulüp'ü işletmeye başlamıştır. Bu tarihten sonra İsrail'li kişilerle ortak olarak şirketler kurmuş ve Emperyal Şirketi bünyesinde senelik kazancı 1.1 milyar dolarlık bir servetin sahibi haline gelmiştir. (Gayrimenkûl ve menkûl değerlerle ilgili, sahifeler dolusu mal varlığına ilişkin liste Hesap Uzmanları Kurulunca belirlenmiştir.) Topal, Yurt içinde ve dışında gazino işletmeciliği (7) , seyahat acenteliği, sigorta, menkul değerler aracılığı, döviz alım - satımı, gıda, enerji, petrol, inşaat ve sanayi sektörlerinde faaliyet gösteren çok sayıda şirketin de kurucusu ve sahibidir. Topal'ın ticari faaliyetleri 90'lı yıllar boyunca inanılmaz bir gelişme göstermiştir. Ancak uyuşturucu ticaretinin devam ettiği de bilinmektedir. Hatta 1993 - 1994 yıllarında Avrupa havaalanlarında uyuşturucu ile yakalanan dört Türk Hava Yolları teknisyeni (Şenol Tunç, Sadık Kara, Süleyman Hanilci, Mustafa Akman) verdikleri ifadelerde Ömer Lütfi Topal adına çalıştıklarını söylemişlerdir. Kurye bulmanın zorluğu ve problemi, Topal'ı gelişmiş bir çözüm bulmaya sevketmiş ve özelleştirilen Havaş'ın yüzde 60 hissesi için en yüksek teklifi vermiştir. Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün İnterpol'den Topal'ın uyuşturucu kaçakçısı olduğu şeklindeki belgeyi temin ettiği ve Topal'ı engellediği iddiaları vardır. Neticede Havaş'ın Park Holding bünyesinde Yazeks'e satıldığı ancak gerekli paranın bir bölümünün Topal tarafından temin edildiği de iddia edilmektedir. (ABD yetkililerinin yazı ve müracaatları Özelleştirme İdaresi dosyalarındadır.) Havaş'ın özelleştirme safhasındaki Genel Müdürü Ahmet Kutlu'dur. Adı geçen Topal'ın yakın ve mutemet yöneticilerindendir. ¯¯ Topal'ın özellikle kumarhaneleri ön plandadır. Kumarhanelerin biri Bakü'de, diğeri Kıbrıs'ta ve Türkmenistan'da (8) olmak üzere toplam 17 adettir. Ancak, Türkmenistan'daki kumarhane adedinin süratle arttığı da bu çalışmalarımız safhasında ortaya çıkmıştır. Ayrıca İzmir, Eskişehir ve Adana'da Emperland Eğlence Merkezleri mevcuttur. Ömer Lütfü Topal'la ilgili olarak verilebilecek çok fazla bilgi vardır. Burada sadece konuyu aydınlatacak hususlar üzerinde durulacaktır. (9) Topal'ın kumarhaneler kralı olması, 1991 yılı sonrasıdır. İlk kumarhane, Turizm Bakanı İlhan Aküzüm'ün Bakanlığı dönemindedir. Yukarıdaki liste bazı fikirler verir ve Topal krallığının gelişimini gösterir mahiyettedir. Grup şirketleri 23 adettir. Bu şirketlerden sadece Emperyal Turizm Ticaret A.Ş. bünyesindeki işletmeler 24 adettir. Menkul değerlerle uğraşan 3 ayrı şirket, her şirketin muhtelif yerlerde şubeleri mevcuttur. '''EMPERYAL OTELCİLİK TURİZM VE TİCARET A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONLARI''' İŞLETMENİN ADI İZİN TARİHİ Adana Seyhan Oteli 06.03.1991 Antalya Saray Regency Oteli 19.11.1991 Antalya Ofo Oteli 22.10.1992 İstanbul Akgün Oteli 02.10.1992 Aydın Kuşadası Onura Oteli 02.10.1992 Antalya Grand Kaptan Oteli 22.04.1993 İstanbul Polat Rönesance 01.07.1993 Antalya Seven Seas Oteli 17.06.1994 - 28.01.1997 İstanbul Hyatt Recency 08.07.1994 Mersin Hilton Oteli 09.03.1994 '''REGAL TURİZM VE TİCARET A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONLARI''' Muğla Bodrum Park Resort Oteli 29.08.1995 İstanbul Eresin Topkapı Oteli 14.02.1996 '''LEİSURE İNVESTMENTS TURİZM A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONU''' İstanbul Ceylan İntercontinantel Oteli 17.11.1996 Kumarhanelerle ilgili olarak önemli bir gelişme de yurtdışı faaliyetlerdir. Topal'ın İsrailli ortağı Ruven ve yardımcısı Bay Eli kumarhanelere gelen İsrailli ve diğer yatırımcıların ödemelerini yurtdışında yapmalarını sağlamaktadır. Belli ve uzun olmayan bir dönemde Ruven'in 17 milyon doları topladığı ve yurtdışında kendi hesabına yatırdığı öğrenilmiştir. Hesap uzmanları da yürütmekte oldukları çalışmalarda "Banka hesaplarından mutemetler olduğunu tahmin ettiğimiz şahıslar tarafından çok fazla adet ve büyük miktarlardaki nakit paraların talimatlara istinaden çekildiği, ayrıca doğrudan banka hesaplarıyla ilişkilendirilmeyen (kasa havalesi şeklinde) özellikle 50.000 USD'nin altında görünmeyen işlemler kaleminden değişik isimler altında yurtdışı transferlerinin yapıldığını" tespit etmişledir. Topal'ın banka hesap hareketlerini gösteren ekstrelerin tetkiti fevkalâde ilgi çekicidir. Akbank'ın bir şubesinde ve 7 aylık dönemindeki para hareketi (sadece Emperyal Şirketine ait olmak üzere) 1.3 trilyon TL'dir. Şirket yetkililerinden birinin Ahmet Kara'nın şahsi hesabı ise 7 ayda 855 milyar TL'dir. Bir diğer şubedeki hesabı ise 840 milyar TL'dir. Bir kişinin adına açılmış pekçok hesap, adına hesap açılmış pekçok kişi vardır. Meselâ Ahmet Kara'nın sadece Akbank'ta açılmış TL hesap ekstreleri birkaç trilyon TL'ye ulaşmaktadır. Bir çok kişinin TL, dolar ve mark hesaplarının incelenmesi müteaddit kredi kartları hesaplarının yine TL, dolar ve mark olarak takibi gerekmektedir. Kapsamlı vergi ve diğer işlem incelemelerinin yıllarca yapılmamış oluşu ilgi çekicidir. Kumarhanelerin gelirini azaltmak için önce masraflar gösterilmemiş, yatak, yemek ve diğer ikramlar Topal'ın mutemedi kişilere ait kredi kartları ile karşılanmıştır. Vergi vs. minimize edilerek farklı yerlerdeki muhasebe kayıtlarıyla sistem şirketin lehine çalıştırılmıştır. Turizm Bakanlığı'nın yaptığı incelemelerde bazı oyun makine ve teçhizatının illegal yollardan elde edildiğini gösterir bilgiler derlenmişse de hiçbir işlem yapılamamıştır. Emperyal Şirketi Kıbrıs'ta ve Azerbaycan'da da etkili olmuştur. Bakü'de yapılan konukevinin yapımındaki finansman sıkıntısı üzerine inşaatın otel olarak tamamlanması, otele bitişik bir kumarhane yapılması kararlaştırılarak işletmeciliği Emperyal üstlenmiştir. Topal bu proje için 8 milyon dolar harcamıştır. Bu projeyi gerçekleştiren Cumhurbaşkanının oğlu İlhan Aliyev'dir. Kendisinin Topal'a 500.000 dolar kumar borcu ve otelin gizli ortağı olduğu iddiaları öne sürülmektedir. Topal'ın Kıbrıs'taki kumarhaneyi büyüttüğü ve gelecekteki talebi karşılamak üzere büyük bir yatırım yaptığı da ifade edilmektedir. Türkmenistan ise adeta Emperyal tarafından işgal edilmiş gibidir. Emperyal, Türkmenistan'da iki adet beş yıldızlı otel, büyük bir iş merkezi ve poliklinik işletmesini üstlenmiştir. Aşkaabat merkezindeki beş yıldızlı Grant Türkmen Oteli onbeş yıllığına 15 milyon dolar karşılığı kiralanmış ve ilk kumarhane açılmıştır. Ak Altın Oteli yanındaki kumarhane Topal'ın en büyük rakibi Sudi Özkan tarafından yaptırılmışsa da, mevcut mukavelelere rağmen Özkan dışlanmış, kumarhane 1996 yılında 22 milyon dolar karşılığında Emperyal'e satılmıştır. Emperyal kısa bir zaman içinde Türkmenistan'da pekçok iş ve işletmeye sahip olmuş, Başbakan Yardımcısı Gurbanmurodov'un tabiriyle "Türkmenistan'ın sosyal programının icracısı" durumuna gelmiştir. İlgi çekici olan husus; Grand Türkmen Otel, Türk Eximbank kanalı ve kredisi ile finanse edilmiş, ayrıca Türkmenistan'a açılan 75 milyon dolarlık kredi içerisinden 10.6 milyon dolarlık ödeme Ak Altın Oteli'nin yapımındaki malzemeler için kullanılmış ve dolayısıyla Emperyal firmasının iş ve işlemlerini geliştirecek bir uygulamaya konu olmuştur. Emperyal borcunu Türkmenistan'a ödemediği için, Türkmenistan kredisi de ertelenmiş, neticede Eximbank açıkça -ve ancak araştırıldığında ortaya çıkacak şekilde- Emperyal'i finanse etmiştir. Türkmenistan'ın en üst düzey yetkilileri İstanbul'da ağırlanmış, kişisel ilişkiler kurulmuş, hediyeler verilmiş ve Emperyal Türkmenistan'a açıkça ve tam olarak yerleşmiştir. Topal'ın Türkmenistan'da işlettiği otellerin kredisini temin eden Türk Eximbank dosyalarını inceleyen Başbakanlık Müfettişi, kredilerin veriliş usulü bakımından mevzuata aykırılık tesbit etmemiştir. Ancak Başbakanlık Müfettişi ilgi çekici diğer tespitlerine de yer vermektedir. "Dikkati çeken diğer bir husus ise, kredi borcu ertemelerinin şeklidir. İlk ertelemede, Türkmenistan tarafından gelen yazılı bir istem bulunmamakta, aksine bankanın bu yönde bir görüşme istemine ilişkin mesajı mevcut bulunmaktadır. İkinci ertelemede ise Türkmenistan'ın sadece 75 milyon dolarlık bölüm ile ilgili bir yazılı istem bulunmakta olup, Banka Yönetim Kurulu bu istemi 75 milyon doların üzerine 16 milyon dolarlık kredi miktarını da ekleyerek 91 milyon dolar üzerinden uygulamıştır. Diğer taraftan Ak Altın Oteli'nin 1994 yılının 10'uncu ayında Grand Türkmen Oteli'nin ise 1995 yılının altıncı ayında açıldığı ifade edilmekle birlikte, her ikisinin işletilmesinin de daha sonra Emperyal Turizm ve Otelcilik A.Ş'ye verildiği anlaşılmaktadır... Ayrıca işletme sözleşmelerinde işletmecinin Türkmenistan dışına para çıkarması konusunda, malikin sağlayacağı kolaylık yönündeki maddeler de dikkati çekmiştir. Ak Altın Oteli'nin yönetim ve işletilmesi ile ilgili sözleşmede yeralan, tarafların gizliliği bozmasının akdin iptal nedeni sayılmış olması da bir o kadar dikkat çekicidir. Bütün bu hususların dışında; Grand Türkmen Oteli'nin renovasyonunu gerçekleştiren Mensel JV'nin (Metiş, Nurol, Yüksel ortaklığı) Yönetim Kurulu Üyelerinden Güven Sazak ile Abdullah Çatlı'nın ortağı olduğu Baysa Şirketi kurucularından (Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu'nda, Baysa Şirketinin kurucuları, T. Ticaret Sicili Gazetesi'nin 2.10.1992 tarih, 3127 sayılı nüshasında yayınlanan İstanul 1. Ticaret Mahkemesi'nin 24.9.1992 tarih, E:1992/3924, K:1992/3674 sayılı kararına göre, Ant Güven Sazak, Ahmet Baydar, Silva Sazak, Mine Baydar ve Alper Baydar olarak görülmektedir) bazılarının soyadlarının aynı olması da ilgi çekici bulunmuştur. Yüksel A.Ş'nin ortağı olduğu AY-SEL şirketinin, diğer Türki Cumhuriyetleri'nde yatırımlar yaptığı, Eximbank'tan temin edilen listelerde görülmektedir." Çatlı'nın Güven Sazak'ın çiftliğine gittiğine, ilgili bölümde temas edilecektir. Burada ilgi çekici bir husus daha vardır; otellerin inşaatı veya yenilenmesi için kullanılan kredi ertelemelerinde Emperyal Şirketi devreye girmiş ve Eximbank'a muhatap olmuştur. Yurtdışında iş yapan bir Türk firmasının o ülke ile ilgili bir konuyu Türk makamları nezdinde takibinde bir yanlışlık olduğu iddia edilemez. Ancak Türkmen tarafının 1997 tarihli ve kabul edilmeyen yeni erteleme müracaatındaki ifadeler gerçek borçlunun Emperyal olduğunu ispat etmektedir. (Ek: 3) Ek: (3)'ün ikinci sayfası, Grand Türkmen Otel projesinin "Constructed by the Emperial Otelcilik ve Turizm ve Ticaret A.Ş" olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Mensel JV ile Emperyal ilişkisi araştırılmaya değer görülmektedir. Başbakanlık Müfettişi, ertelemeler sebebiyle Garanti Bankası'na -teminat mektubu sebebiyle- yapılmış ödemeler ve Eximbank zararının oluşması ihtimalini de gündeme getirmektedir. Ak Altın Oteli'ni yapan Üçgen A.Ş'nin bir inşaat mühendisi ise tanıdık bir soyadı taşımaktadır: Emrah Tinar. Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun'un kredi için Eximbank'a talimat verdiği tarihten itibaren ilişkilerin ve belirlenen bu hususların kapsamlı bir soruşturmaya ihtiyaç gösterdiği düşünülmektedir. Önemli olan husus şudur: Türkmenistan doğal gaz ve petrol projelerine Emperyal de müdahil olacak konuma gelmiş ve Türkmen yetkililer vasıtasıyla etkili olmaya başlamıştır. Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi geniş yankılar bulmuş özellikle Susurluk kazasından sonra daha da önem kazanmıştır. Bu konu Yargıda görülmekte olan bir dava olduğu için çalışmalarımız esnasında irdelenmemiştir. Ancak Topal'la ilgili olarak yapılan bazı ilgi çekici tesbitler vardır ve bunların bu raporda yer almasının zaruri olduğu düşünülmektedir. Topal, tombalacılıktan ve uyuşturucu kaçakçılığından, Fındıkzadeli Ömer lakabından inanılmaz bir güç ve servet sahibi olmayı başaran ilginç bir kişiliktir. Günlük 3 milyon doları aşan net gelirine, öldürttüğü, zarar verdiği çok sayıda insana rağmen koruma bulundurmayan, adamları tarafından hiçbir şekilde korunmayan bir evde oturan, özel şoför kullanmayan, karısının veya kendisinin kullandığı arabayla seyahat eden, zırhlı bir araca binmeyi reddeden bir kişidir Topal. Tripleks bir köşk-evde oturmasına ve dünyanın her yeriyle haberleşmesine rağmen evinde tek bir telefon hattı vardır. Eşinin cep telefonunu hiçbir şekilde kullanmadığı da bilinmektedir. İmam nikahıyla yaşadığı genç eşi Hilâl hanımla 7 yıllık birlikteliği olmuştur. Sosyal hayatı, karısının kullandığı bir araçla gittiği Pazar yemekleridir. Eşini iş hayatına asla sokmamış, iş hayatındaki zalimliği, evde karısı ve çocuklarıyla şakalaşan munis bir insana dönüşmektedir. Evde silah bile yoktur. Ölümünden kısa bir süre önce çelik yelek ve yatak odasındaki dolabın üzerine gizlediği bir tabanca edinmiş, ancak her ikisini de kullanmamış ve taşımamıştır. Yemeklerini sürekli olarak evinde yemiş, (10) öldürüldüğü gece, evine geceyarısı civarında dönecek olmasına rağmen, masanın hazır tutulmasını, ancak kayınvalidesinin kendisini beklemeyip yatmasını, aşçıbaşına hazırlatacağı yiyecekleri evinde yiyeceğini söylemiştir. Eşinin akşam yemeği organizasyonunu ise Hilâl hanım, yattığı hastane odasında kendisiyle sürekli haberleşerek yapmıştır. İlgi çekici olan husus, Ömer Lütfü Topal'ın Mayıs ayından itibaren içinde olduğu stresli durumun Temmuz ayında giderek yoğunlaşması ve 27 Temmuz'da doğum yapması yakınlaşmış eşini adeta zorla hastaneye yatırmasıdır. Topal'ın öldürülmesinin birçok sebebi olabilir. Ancak hiçbir gerekçe insanların Topal'a kendisini öldürmek üzere yaklaşmalarına imkân vermemiştir. Cinayetten sonra Ankara'da bir polis yetkilisinin "adım gibi eminim bu onların işi" diyerek Çatlı ve bir grup Özel Harekatçıyı hedef aldığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde gözetim altına alınan polislerden birinin konuşması esnasında, "Bize vatan için hedef gösterdiler. Sonra bizim hedeflerimizle kendileri salonlarda kadeh tokuşturdular. İlk defa kendi başımıza bir iş yaptık onu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık" dediği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün MİT'ten tek sayfalık bir not aldıktan sonra telefon irtibatları üzerine teknik bir çalışma yaptığı bilgisi ile birleştirildiğinde Topal olayına kısmi bir açıklık getirilebildiği ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların hiçbiri yargı için yeterli delil olmamaktadır. Koli bandına sarılı şarjör üzerinde Çatlı'nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin ölümü olayı karanlığa sokmaktadır. Sarıyer Cumhuriyet Başsavcılığı'nca kullanılan aşağıdaki tablo, sanıkların Topal'ın ölüm saatindeki irtibatlarını ve yerlerini belirten kapsamlı bir çalışmanın özetidir. (Detaylar Ek: 4'dedir. ) Bu konuda İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'nun sergilediği tavır, Çankaya'da Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında yapılan liderler zirve toplantısında en açık kelimelerle tenkit edilmiştir. Bu sebeple kendisine bu çalışma kapsamında yer verilmemiştir. Polislerin sorgulanmadan Genel Müdürlük tarafından Ankara'ya alınması konusuna ise bir İstanbul Emniyet yetkilisi tarafından açıklık getirilmiş ve -"Polisleri Ankara almadı. Yöneticilerimiz korktu ve biz onları Ankara istedi diyerek başımızdan attık" demiştir. Gerçekten Kemal Yazıcıoğlu'nun hesabı sonradan değişmiş, Ankara'ya haber verince Bakanlık ve Genel Müdürlük polisleri istemiş ve İstanbul Emniyeti bir dertten kurtulmuştur. Çünkü polisler "alındıktan" sonra Emniyet Müdürü makamına gelmemiş, gece 22.00'ye kadar bir sorgulama yapılmamış, Müdür muavinleri de odalarından çıkmamıştır. Gece 22.00'den sonra Emniyet boşaltılmış ve ilgililer istirahate gitmişlerdir. Bu saatten sonra bir sorgu olup olmadığını da Yazıcıoğlu bilebilir. Topal'ın öldürülmesiyle ilgili pek çok iddia vardır. Birinci eşinden olma çocukları Murat ve Elif'in babalarının ölümünden en büyük yararı sağladıkları şüphesizdir. Ama genel kanaat Topal'ın böylesine bir tehditle kolayca baş edeceği şeklindedir. PKK'ya yardım eden Kürt işadamları listesi oluşturulduğu ve listeden çıkabilmek için haraç ödediği ancak para konusunda çıkan anlaşmazlık sebebiyle öldürüldüğü de iddia edilmiştir. Topal'ın namaz kılan ve oruç tutan bir kişi olduğu, mazbut bir aile hayatı bulunduğu ve Kürt ayrımcı ve teröristlerle işbirliği yapmadığı yaygın bir bilgidir. Bu iddialar gündeme gelmişse de konunun Topal'dan haraç almak ve külliyetli miktarda para sızdırmak amacına yönelik olduğu bilinmektedir. Üstelik büyük haraçlar ödeyen Topal'ın bu şekilde öldürülmesi tavuğun kesilmesi anlamına geleceğinden buna ihtiyaç olmadığı şüphesizdir. Bir diğer iddia, Kıbrıs'ta açılacak gazinoyla ilgilidir. Çatlı, A. Fevzi Bir ve Sami Hoştan Emperyal'in gayri resmi ortağı olmuşlar, ancak Kıbrıs kumarhanesi için gerekli finansmanı sağlayamamışlardır. Topal da kendilerine hisse vermeyi reddedince bu ortaklar Özel Tim polisleriyle eylemi gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu iddia da tutarlı görünmemekte taraflar bu ölümden yarar sağlayamamaktadırlar. İmparatorluk Murat ve Elif Topal'a, Hilâl hanıma intikal etmektedir. Başka iddialar da ileri sürülmektedir. Murat ve Elif Topal'ın Çatlı'ya 535.000 dolar ödedikleri, Emperyal Gazinolarına ait hesaptan ve Garanti Bankası'na ait 012157 nolu çek tanzim edildiği vadesinden bir gün önce Çatlı'nın bir yakınına elden ödeme yapıldığı da belli olmuştur. Bu ödeme cinayetin maddi bir anlaşmazlıktan işlendiğinin delili olamaz. Topal'ı öldürmenin taşeronluk ücreti de olamaz. Ölümden iki ay sonra yapılan bu ödemenin bir başka gerekçesi olması gerekir. Topal'ın ölümünden sonra eşi Hilâl hanıma 105 milyon dolarlık bir borç toplamı gösterildiği basında da yer almıştır. (Ek:5) Gerçekten bazı tefecilere dahi borçlandığı ve Topal'ın zaman zaman inanılmaz şekilde nakit para sıkıntısı çektiği, 1995 yılından itibaren bu sıkıntının arttığı, önceleri bankalardan borç aldığı ve Necati Kurmel'in kendisine kefil olduğu bilinmektedir. Sonraları ve 1996'da zaman zaman para sıkıntısının had safhaya ulaştığı ve Topal'ın evine 50 milyon TL bırakamadığı günlerin geldiği anlatılmaktadır. (Hesap uzmanlarının aldığı iddiaları teyit etmektedir.) Günlük 3 milyon doları aşan gelir; yeni yatırımlara, gayrimenkul alımına, yurtdışına külliyetli meblağların kaçırılmasına elbette yetmemektedir. Turizm Bakanlığı'nın memurlarından başlayan yurtdışında Aliyev'e, Niyazov'a ulaşan bir haraç zinciri çok geniş bir camiayı kapsamaktadır. (11) Siyasi irtibatlarını geliştirmek için de çok para harcamıştır. Hatta bu irtibatlar bir siyasi partiye ve liderine cephe almasına kadar varmıştır. Topal'ı Sipahi Ocağı'na götürüp hakim ve savcılarla samimiyetini de ispat eden bir milletvekili adayı, Rize'de Mesut Yılmaz'ı seçtirmeyecek kadar güçlü olmak için Topal'ın yoğun para desteğine mazhar olmuştur. Topal'ın kullandığı bazı telefon numaralarıyla ilgili olarak ve kalın bir kitap halini alan bir çalışma yaptırılmıştır. İlgi çekici sonuçları gösterir özet şemalar (Ek:6)'dadır. Topal 1996 yılı içinde DYP Genel Merkezine ait 419 23 63 ve 417 87 49 nolu telefonları bilmekte ve kullanmaktadır. DYP İstanbul İl Yönetimi'ne ait 213 28 27 numarayı ve nedense Rize İl Başkanlığı'na ait 464-213 28 27 numaralı telefonları da bilmekte ve kullanmaktadır. Topal'ın en sık görüştüğü kişi ortağı Sami Hoştan'dır. Hakim Akman Akyürek de aynı zamanda aynı numaradan Sami Hoştan'la irtibatlıdır. Sami Hoştan incelenen tek bir telefon numarasından 7 ayda ve 1996 yılında Albay Veli Küçük'le 34 kere, Abdullah Çatlı ile 13, Korkut Eken'le 6 kere görüşmüştür. Mayıs 1996'da Mehmet Ağar'ın Adalet Bakanı olduğu dönemde ani bir haber ortalığı karıştırmıştır. İddialara göre Mehmet Ağar, Topal hakkında Kürtçülük dosyası açtırmış ve gereği için emir vermiştir. Tıpkı Orhan Taşanlar'ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne atandıktan sonra TV'ye çıkıp "buraya kafa koparmaya geldim" dediği tarihte, İstanbul'da bazı kirli iş sahiplerinin Emniyete götürülüp tartaklanması üzerine Topal önce Sedat Demir'e ulaşmış ve polisteki yeni ekiple irtibatlanmış olduğu gibi, bu defa da çok daha üst seviyede koruyucular aramışlar. Fatura da o nispette yüksek olmuştur. (Topal'ın Orhan Taşanlar'a 250 milyar TL'lik hediye gönderdiği fakat reddedildiği söylentisi kendi muhitinde panik yaşanmasına yol açmıştır.) Topal'ın kendini korumak saikiyle ilk önce siyasi kişilere ulaşarak dosyasını kontrol ettirdiği ve korkmasını gerektirecek bir husus olmadığına inandırıldığı anlaşılmaktadır. Hatta bu arada bazı Özel Tim mensuplarıyla görüştüğü ve o cenahtan da uygun reaksiyonlar aldığı iddia edilmektedir. Mayıs 1996'da başlayan tedirginlik aynı ay içinde son bulmuş ve etrafına "adını listeden çıkarttığını" nakletmiştir. Bütün bu ilişkilerin çok önemli bağış ve ödemelere yol açtığı da ifade edilmektedir. Ancak Haziran ayında tedirginlik avdet etmiş ve Temmuz'da Topal'ın gerginliği had safhaya ulaşmıştır. Bu arada Ankara'dan 17 milyon dolar talebedilmiş, Topal bu paranın toplanması için mehil istemiştir. Olayı nakleden kişi "Karşı taraf mal mı vermişti ki süre tanımayı uygun görmesin. Bu süre verildi, para ödendi ancak PARA YERİNE ULAŞMADI. ÖDEME YAPILAN MUTEMET KİŞİLER, 17 MİLYON DOLAR İÇİN TOPAL'I ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİLER" demiş ve olayın bu sektörde bu şekilde yorumlanmakta olduğunu nakletmiştir. ¯¯¯ Ömer Lütfi Topal hakkında ifade edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır. Emniyet ve MİT ilgilileri ülkemizde Amerikanvari Mafya Teşkilâtı olmadığı, bazı kabadayıların etraflarına topladıkları 10 - 20 - 40 - 50 kişi ile çeteleştikleri, rüşvet vererek, zor kullanarak, devletin ilgili kurumlarının bilgisi dahilinde pek çok kanunsuz iş yaptıkları, etkili bir hükümet, hatta cesur - atak ve namuslu bir mahalli yöneticiyle o bölgeyi terk etmek zorunda kaldıkları hususunda hem fikirdirler. En önemlisi bu çetelerle ilgili olarak her türlü bilgi mevcut olduğundan kendilerini tasfiye etmek her zaman için kolaydır. Ancak devletle bütünleşmiş, devletin ilgili kurumlarına entegre olmuş, mahallinde Valiyi, Emniyet müdürünü, mecliste ve hükümette yeterince üyeyi kendisine bağlamış ve bu kişilere adeta emir verebilir duruma gelmiş bir yapılanma mevcut değildir. Bu konuda ve Cumhuriyet tarihi boyunca en önemli mesafeyi katetmiş kişi Ömer Lütfi Topal'dır. Eğer öldürülmeseydi ülkenin en etkili ilişkileri içinde, istediği yere ve makama nüfuz edebilme imkânını bulacak ve birkaç yıl sonra da gerçek manâda dokunulmazlığa kavuşacaktı. Bu noktada ilgili her uzman fikir birliği içinde görünmüştür. Topal, kirli geçmişine rağmen bir süre sonra kumarhaneleri tasfiye etmek ve saygın bir işadamı olmak için stratejik bir karar verebilme becerisini de göstermiş, Türkmenistan'ı, oradan elde ettiği diplomatik pasaportun da gösterdiği gibi rezerv ülke olarak seçmiş, kendini birçok açıdan geleceğe hazırlayabilmiştir. Sadece kazandığı paranın büyüklüğü, Kıbrıs'ta ve Antalya'da ağırladığı bunca devlet büyüğüne ve elinin açıklığına rağmen kendi sonunu getirmesine mani olamamıştır. Haraç vermekten nefret etmesine rağmen, sadece yetkililer değil, onların adamları, korumaları, adamların adamları da Topal'ın paralarına ortak olmuşlardır. Şayanı şükrandır ki gelişmeler Topal'ın hedeflediği noktaya uzanmasını engellemiştir. Ancak bu durum, devletin çetelerle irtibatı noktasındaki üzüntü verici tespitleri yok etmeye yetmemiştir. Zaten işlerin bu karmaşık yapısı, devlet kurumlarının içine girdiği laubalilik, gevşeklik ve ciddiyetsizlikten kaynaklanmaktadır. Sağcı ve solcuların, sivilin, üniformalının, doğruyla eğrinin bu kadar ve bir noktada buluşmasının hikmeti de bu kargaşanın yarattığı verimli fakat kirli faaliyet alanlarını ortaya çıkarmasındandır. Bu noktada yetkililer de olayları engellememiş hatta teşvik etmiştir. Ülke içinde cereyan edenler Susurluk kazasına kadar kamuoyundan gizlenebilmiş, bu arada yurt dışına açılmalar başlamıştır. '''DİPNOTLAR''' (7) Topal, kumarhane açtığı şehirlerde, muhiti olan etkili aile ve kişilerle şahsen ilişki kuruyor, sosyal faaliyetler için fırsatlar veriyor, para harcıyor, doğumgünü, evlenme yıldönümlerinde şık jestler yapıyor ve ortaklıklar kuruyordu. Alacaklarını aldıktan sonra da ilişkisini kesiyordu. Kumarhanelerin yoğunluğunu artırmak bahanesiyle kişilere bol miktarda fiş verdirerek oynatıyor, sonunda da ortaklıkları tasviye için borç çıkarıyordu. Antalya'da bu şekilde elde ettiği bir şirkete yaptırdığı evleri mensuplarına dolar üzerinden satmış, Ömer Şarlak Paşa'ya, Emniyet Müdürü Mete Altan'a da yer tahsis etmişti. Şirket hisselerinin devrinde ise kamu görevlilerini kullanmıştı. (Şirketlere ait bir liste Ek: 5'tedir.) (8) Türkmenistan'daki Ak Altın kumarhanesini, Grand Türkmen Oteli Kumarhanesi, daha sonra da diğer kumarhaneler takip etmiştir. (9) Talih oyunları salonlarının açılması, düzeni, kontrolü konusunda sık sık değişiklik yapılmış, salonların açılması kolaylaştırılmış, adeta teşvik edilmiştir. Milyonlarca dolarlık gelire rağmen, gerçek manada ne denetim, ne de vergi incelemesi vardır. Bakanlığın fon olarak aldığı birkaç milyar lira göze batmakta ve tartışılmaktadır. Kumarhaneler ve işletenler, devletin tüm mekanizmalarını etkisizleştirebilmişlerdir. (10) Sadece Bodrum'da Hikmet babataş'ın öldürüldüğü gece, Antalya'da herkesin içinde oturmuş yemek yiyerek içki içmiştir. (11) Aldığı kredilerin karşılığında Demirbank Zeytinburnu Şubesi'ne 145 milyar, Toprakbank Merkez Şubesi'ne 100 milyar, Şekerbank İstanbul Şubesi'ne 270 milyar, Yurtbank Merkez Şubesi'ne 1 trilyon TL gayrimenkul ipoteği veren Topal, varlık içinde yokluk çekmektedir. == MEHMET ALİ YAPRAK VE KAÇIRILMASI == Topal'ın öldürülmesiyle ilgili olarak Park Holding, Havaş ihalesi, Turgay Ciner'in servetinin kaynakları, Topal'ın Havaş ihalesine Park Holding arkasına gizlenerek ve gizli ortak olarak katıldığı ve Holding'in gizli ve kirli işlerinin bulunduğu iddialarıyla da çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Topal'ın öldürülmesi ile Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılmasıyla gelişen olaylar arasında irtibat vardır. ¯¯- Mehmet Ali Yaprak bir iş adamıdır. Radyo ve TV'si ve şirketleri vardır. Gerçekte ise fevkalâde güçlü bir çete reisidir. Yaprak Holding'e ait bilgiler ilişikte sunulmaktadır. Captagon'un dağıtımının ise Hidayet Turizm tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Mehmet Ali Yaprak gibi güçlü bir reisin kaçırılması kolay ve herhangi bir çetinin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. 30 Kasım 1997 tarihli toplantıda MİT ve Yaprak grubu ilişkilerine atıf yapılmış daha önce de Eymür - Haluk Koral görüşmeleri nakledilmişti. Mehmet Ali Yaprak olayı ile ilgili olarak MİT'in takdimi aşağıdadır. "Mehmet Ali Yaprak 24 Aralık 1995 seçimlerinden önce seçim masrafları olarak Mehmet Ağar'a dolayısıyla DYP'ye 500 milyar lira yardımda bulunmuş, konuyu bilen Özel Harekat Dairesi Başkanı İbrahim Şahin de bilahare aynı şahıstan 100 milyar lira rüşvet almıştır. M. A. Yaprak Gaziantep'teki Yaprak TV ve Hidayet Turizm Firması'nın sahibi olup, esas gelirini Suriye ve Suudi Arabistan bağlantılı uyuşturucu ticaretinden sağlamaktadır. M. A. Yaprak'ın seçimlerden önce Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin'e verdiği paralardan haberdar olan Abdullah Çatlı adı geçenden kendilerinin de para almaları için Ercan (Ersoy) ve Ayhan isimli polis memurlarının da aralarında bulunduğu bir ekibe M. A. Yaprak'ı kaçırtmış, olayda altı, yedi şahıs polis maskesiyle görev almıştır. M. A. Yaprak'ın evi ve işyeri ile ilgili istihbarat, Abdullah Çatlı'nın isteği doğrultusunda, Gaziantep'te halı saha işleten ve Mehmet Ali Yaprak'la geçmişten sorunları bulunan Ülkücü görüşe mensup Yahya... adlı şahsa verilen talimatla temin edilmiş ve anılan ile yapılacak pazarlık sırasında olayın videoya kaydedilmesi planlanmıştır. Kaçırılma olayını erken saatlerde gerçekleştiren şahıslar, M. A. Yaprak'ı Siverek'e götürmüşlerdir. Olayın polise intikalini müteakip, olayın istihbaratını yapan Yahya (Efe) adlı şahsın kardeşi, polis tarafından Gaziantep'te gözaltına alınmıştır. Bunun yanısıra, söz konusu olayla ilgili olarak Mehmet Eymür tarafından; "Gaziantep'li Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılmasından sonra, Gaziantep'te ikamet eden Haluk Koral isimli bir tanıdığının telefonla kendisini arayarak, kaçırılan Gaziantepli zengin işadamının yakın tanıdığı olduğunu belirterek yardım istediğini, Adıgeçene (H. Koral) "direkt bir yardımının olamayacağını, ayrıca kaçırılan şahıs hakkında da müsbet şeyler söylenmediğini, ancak M. Ali Yaprak'ın Abdullah Çatlı tarafından kaçırıldığına dair bir duyum alındığını, adıgeçenin Siverek'e götürüldüğünün söylendiğini, bu nedenle Bucaklar'la görüşmesinin yararlı olabileceğinin" belirtildiğini, Bir süre sonra H. Koral'ın tekrar kendisini (M. Eymür) arayarak, M. A. Yaprak'ın serbest bırakıldığını, söylenenlerin doğru çıktığını bildirdiğini, Olaydan bir müddet sonra Operasyon Başkanlığı'ndan bir personelin gelerek; "eski elemanlarımızdan Müfit Sement'in isminin de kaçırılma olayına karıştırıldığını, Müfit'in bize bilgi getirmek için olay tarihinde Gaziantep'e gittiğini, olayda aktif rol almadığını bildirdiğini, Abdullah Çatlı'nın kendisinden (M. Sement) video kamerasını alıp Gaziantep'e gelmek istediğini, Gaziantep'e gittiğinde kaçırılma olayının gidişinden önce olduğunu öğrendiğini, bu nedenle aynı gün İstanbul'a geri döndüğünü" ifade ettiğini, Bu bilgiler üzerine H. Koral'la temasa geçilerek, ilk görüşmede verilen bilgilerin M. Sement'ten alındığını, bu nedenle yardımcı olan anılan şahsı olayın içine katmamalarının yararlı olacağını söylediğini, H. Koral'ın da bunu kabul ettiğini, 15.02.1997 tarihinde ise personelimiz yeni öğrendiği hususları ilgili olarak yaptığı açıklamada; "M. Sement'in olaya anlattığından daha fazla girdiğini, Siverek'e gidip M. A. Yaprak'ın sorgulanması sırasında videoya kaydettiğini, ayrıca M. A. Yaprak'ın iki kez kaçırıldığını, ilk kaçırmaya İbrahim Şahin'in ekibi ile Cengiz Cömert (Geçmiş dönemde bilgilerinden istifade edilmiştir) ve Hasan Aydostlu'nun (İngiltere'de Nafiz Bostancı işine karışan ve geçmiş dönemde Muğla'da bilgilerinden istifade edilen) de katıldığını, Cengiz Cömert'in kaçıran gruba, M. Eymür'ün de işin içinde olduğunu söyleyerek M. A. Yaprak'tan gasp edilen paradan namına para aldığını, olayın polisler arasında da böyle bilindiğini söylediği," hususları iddia edilmiştir. Bu anlatımda çeşitli yanlışlar ve olayı farklı mecraya götüren ifadeler vardır. Yaprak, Hidayet Turizm'in sahibi değildir. Yaprak'ın kaçırılmasını Hidayet Turizm ilgililerinin organize ettiği, hedefin, captagon imalathanesinin yerini öğrenmek ve orijinal captagon'un içine ilave edilen ve "Hacı'nın malı" olarak Arap aleminde meşhur olan uyuşturucunun formülünü zorla almak olduğu bilinmektedir. Kaçırma olayını Çatlı'nın bir grup polisle organize ettiği, Yaprak'tan serbest bırakılma karşılığı 1 - 2 milyon Mark alındığı, aslında Hidayet Turizm'in 10 milyon Mark ödediği, fakat bu miktardan kaçıranların haberdar olmadığı ve pay alamadıkları, gerçek ödemenin miktarının öğrenilmesi - duyulması üzerine Çatlı ve ekibinin Ankara ile ilişkilerinin bozulduğu hatta koptuğu iddia edilmektedir. Bu durum karşısında polislerin ve Çatlı'nın Yaprak'ı ikinci kere kaçırdıkları, konuşturdukları, konuşmaları videoya kaydettikleri, bandın bir suretinin Bucaklar'a, bir suretinin Mehmet Eymür'e (Müfit Sement vasıtasıyla) teslim edildiği, orijinal bandın ise Ankara'yla yapılan pazarlık sonucu imha edildiği de iddialar arasındadır. Haluk Koral'ın Eymür'ü aradığı ve yardım istediği de doğru değildir. Eymür Müfit Sement'i kurtarmak için devreye girmiş, yüzleştirme yapılması, araçta bulunan parmak izinin Sement'e ait olması sebebiyle olayın kapatılması yönünde gayret sarfetmiştir. İkinci kaçırma olayının, Ankara'nın bilgisi ve tasvibi dışında olması, polisin sert reaksiyonunu çekmesi üzerine Eymür, Sement'in adının ortaya çıkmaması için Yaprak grubunun etkili isimlerinden Haluk Koral'la temasa geçmiştir. Neticede savcının "yüzleştirme" kararı da uygulanmamış, tarafların olayın büyümemesi, kendi hesaplarını kendilerinin zaman içinde görme arzusu ile kapatılmıştır. Başbakanlık, Gaziantep Savcısı'nın işlemlerindeki eksikliği Adalet Bakanlığı'na Ocak 1997'de bildirmiş olmasına rağmen Eylül 1997'deki yazımıza kadar Bakanlık, eski bakan Şevket Kazan'ın talimatına rağmen harekete geçmemiştir. Bu kısa takdim, Devlet ilgili ve yetkililerinin uyuşturucu konusunu, kaçakçılığı, kirli parayı, Devlet'in tahribi pahasına nasıl ele aldıklarını gösteren ilgi çekici bir örnektir. Bu arada saygın bir kuruluş olan MİT'in eski mensuplarının (Müfit Sement, Hasan Aydostlu) gibi şahısların nasıl bir ilişki içinde oldukları, yine saygın bir kuruluş olan Emniyat Teşkilâtı'nın uyuşturucu imalatını durdurmak değil, diğer uyuşturucu tacirlerinin hizmetine girdiğini gösteren acı bir örnek olduğu belirtilmelidir. Kaçıran grupların her defasında işin içinden sıyrılabilmeleri ancak bu ilişkilerle mümkün olabilirdi. Her iki kaçırma olayında güvenli bölge olan Bucaklar'ın kontrolündeki topraklara gidilmesi, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Osmanlı döneminin Beylerbeyliği ünvanı kullanılmıyorsa da Aşiret beyliğinin devam ettiği ve Siverek yöresinin devletin kontrolünün dışına terk edildiği aşikârdır. Bu vesileyle ve durumun vehametini ortaya koymak üzere bir parantez açarak Yaprak ve Hidayet ailelerinin şemasını Sayın Başbakan'a takdim etmek ihtiyacı duyulmuştur. Teknik olarak bu bilgilerin ek'te sunulması gerekirse de, yeraltı dünyasının bu kara, kirli ve kanlı paradan beslenerek nasıl legalize olmaya gittiğinin delili sunulmak istenmektedir. (Şemalar 58 ve 59. sayfalarda yer alıyor.) Şemanın açık izahı (Ek: 7)'de sunulmuştur. Ek bilgilerde milyonlarca dolarlık uyuşturucu geliri sağlayan bir sistemin kurulduğu açıkça görülecektir. Sistem; MİT'teki ve emniyetteki bilgilere rağmen çalışmaya devam etmektedir. Kaçakçıların devletten güçlü olamayacağı gerçeği karşısında, devletinin elinin kolunun nasıl bağlandığı araştırılmalı, soruşturulmalıdır. ¯¯- Mehmet Ali Yaprak olayının Ankara ve İstanbul gruplarının arasının açılmasında bir dönüm noktası olduğu iddiasına yer verilmişti. Bu anlaşmazlık 1996 yılında grupların birbirinden uzaklaşmasına yol açmış veya yeni gelişmeler grupların eski koordineli çalışmalarını zaten ortadan kaldırmıştır. Doksan altı yılı Çatlı'nın üzerindeki koruyucu örtünün incelemeye başladığı, OHAL bölgesindeki başıboşluğun da kontrole alınmaya çalışıldığı, keza Ömer Lütfi Topal'ın tedirginliğinin arttığı bir dönemdir. Mehmet Ağar'ın milletvekili seçilmesi, daha aylar öncesinde bu hususun biliniyor olması, ne kadar nüfuz sahibi olursa olsun vatan - millet için yapılan işlerin koordinasyonunun zedelenmesine yol açmıştır. Topal'ın öldürüldüğü dönem de işte bu oluşuma rastlamıştır. ( RAPORDAKİ 68, 69, 70, 71 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) == BEHÇET CANTÜRK == Ermeni asıllı Behçet Cantürk'ün geçmişiyle ilgili kısa istihbarat bilgisi aşağıdadır. Reşit - Hatun oğlu, 1950 Diyarbakır/Lice doğumlu olan adıgeçenin; - 20.11.1975 tarihinde Lice bölgesinde meydana gelen deprem sonrasında devletin yöreye yeterli yardım yapmadığını ileri sürerek, halkı ayaklandırmaya çalışan Kürtçü şahıslardan olduğu, - 1981 yılı itibariyle Suriye'de bulunan Asala mensupları ile sıkı ilişkiler içerisinde bulunduğu, - 16.06.1983 tarihinde İstanbul/Kapalıçarşı'da gerçekleştirilen Ermeni terör eylemini organize eden şahıslardan olduğu, - Temmuz 1984 tarihi itibariyle sorgulanan şahsın; uyuşturucu madde faaliyetlerini DDKD (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi'nin yan kuruluşu) örgütü namına yaptığını ve bu örgütün üyesi olduğunu itiraf ettiğini, - 1984 sonunda uyuşturucu madde kaçakçılığı suçundan tutuklandığı ve 1985 yılında beraat ettiği, - 1990 yılında bazı Kürt aydınlarıyla birleşerek "Ulusal Platform" adlı bir birlik oluşturdukları, bilahare Mezopotamya A.Ş Adlı bir şirketi kurdukları ve Mezopotamya isimli bir gazete yayınlamak üzere girişimde bulundukları, - 1992 yılı itibariyle PKK'ya aktarılmak üzere uyuşturucu kaçakçılarından para toplanmasına aracılık yaptığı, - Nisan 1992 tarihinde Türkiye'ye Pakistan'dan 6 ton baz morfin, 5 ton esrar getirdiği ve bu uyuşturucuların Savaş Buldan, Hurşit Han, Adnan Yıldırım, Cahit Kocakaya, Eyüp Kocakaya, Ferda Seven isimli şahıslar tarafından satın alındığı, B. Cantürk'ün yine bu şahıslardan muhtelif tarihlerde PKK'ya verilmek üzere para topladığı, - 1992 tarihi itibariyle Özgür Gündem Gazetesi'nin finansörlerinden olduğu... Bu özet bilgi adıgeçenin kimliği hakkında yeteri kadar aydınlatıcıdır. Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen Devlet, Cantürk'le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede "Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk'ün devlete biat etmesi beklenirken adıgeçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir." Böylece 100 kişiye yakın olduğu tesbit edilen ve zamanın Başbakanı'nın ifade ettiği "PKK finansörü iş adamlarının elde olan listesi"nden bir kişi eksilmiştir. Behçet Cantürk'ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup, olmadığı tartışmasına girilmemiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk'ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? "Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz" itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle sayın Başbakan'a ters gelse de) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır. Yoksa Yeşil ve benzerlerinin Türk Ordusu'nun bir subayını (Cem Ersever olayı) sorgulaması ve öldürdüğünü etrafa söylemesi, Tarık Ümit gibi bayağı ve bir kaçakçının "falancayı aldık, sorgulayıp, öldürdük" gibi bayağı ve kendini adam yerine koymalarını sağlayıcı çirkinliklerini, Abdullah Çatlı gibi devletin emrinde çalışan bir kişinin, kaçakçılık yapıp etrafa korku salmasını ve bundan istifade edip başkalarının da haraçtan pay almasını temin eden alaturkalık, basitlik, geri kalmış bir ülkenin ciddiyetten uzak operasyonlarına izin veren bir yapı, ülkemizin gerçekten haketmediği bir durumdur. Bu davranışlara izin veren anlayış bir grup insanının -sivil ve kamu görevlilerinin- kısa sürede çizgiyi aşıp vatan - millet hizmetinden kişisel menfaate dönmelerine yol açmıştır. Devletin ilgili tüm kurumları bu iş ve eylemlerden haberdardır. Başıboşluk, neticede ve Susurluk kazasının bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış ve devlet sırrı olacak konular gazete makalelelerinin ve haberlerinin ana konusu haline gelmiştir. Her şeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması ise devlet adına yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en önemli göstergesidir. Mesela İzmit - Adapazarı - Bolu ekseninde meydana gelen cinayetlerin gerçekleşmesinde ortak noktalardan biri de, Polis - Jandarma - İtirafçı örgüt mensupları faaliyetlerinin yörede yoğunlaşmış olmasıdır. Uygulayıcılar, bu ekseni değiştirmek ihtiyacını dahi duymamışlar, yarattıkları ürküntü, güçlerinin delili olmuştur. Söz konusu eylemlerde öldürülen şahıslar özellikle dikkate alındığında; OHAL Bölgesi'nde öldürülen Kürtçü şahıslar ile diğerlerinin farkının ekonomik bakımdan arzettikleri finansman gücü olduğu ortaya çıkmaktadır. ¯-- Yukarıda ifade edilen hususların benzer konularda meselâ Savaş Buldan'ın öldürülmesi için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Adı geçen kaçakçılığı, PKK yanlısı bölücü eylemleri ile tescilli bir şahıstır. Medet Serhat Yöş, Metin Can, Vedat Aydın için de aynı hususlar geçerlidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne aykırı eylem sahipleri ağır bir cezayı haketmişlerdir. Yapılanlarla aramızdaki tek itilâf uygulamanın şekline ve neticelerine ilişkindir. Nitekim Musa Anter'in öldürülmesinden -tüm olayları tasvip edenlerin dahi- pişman olduğu tespit edilmiştir. Musa Anter'in silahlı bir eylem içinde olmadığı, daha çok işin filozofisi ile meşgul olduğu, öldürülmesinin yarattığı etkinin, kendisinin gerçek etkisini geçtiği ve öldürülme kararının hatalı olduğu söylenmektedir. (Adıgeçenler hakkında bilgi Ek: 9'dadır.) Öldürülen başka gazeteciler de vardır. ( RAPORDAKİ 75 NUMARALI SAYFA "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) (12) ...güvenerek Diyarbakır'a gittim. Bu arada Jitem çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp suçu varsa tespit edip, adalete teslim etmek yerine faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu bu tarzda talimat alıyorduk. Bu grup içerisinde eski itirafçılardan Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Abdulkadir Aygan, Hayrettin Toka, Recep Tiriz, Adil Timurtaş ve eski TİKKO'cu Fatih adındaki kişiler vardı. Antalya'da örgüt tarafından öldürülen Numan kod (Salahattin Görgülü) adındaki kişi bizim grubumuzun istihbaratçısıydı. Örgütle ilişkilidir tarzında bize gösterdiği ve getirdiği kişilerin hepsini değişik dönem ve zamanlarda infaz ettik. Bismil'de benzinci Talat, Diyarbakır Bismil yol kavşağında bir vatandaşı aynı gerekçelerle infaz ettik. Batman'da iki kişiyi; birini evinden, diğerini evin önünden alarak Batman Silvan arasında infaz ettik. Yine Hazro'da bir vatandaş infaz edildi. Bu çalışmalar beş ay sürdü. Yine o dönemde Salahattin Görgülü'nün verdiği istihbarat doğrultusunda bir şahıs Celil kod Aytekin Özel binbaşıyla Abdülkadir Aygan birlikte gidip infaz ettiler..." (Ek: 10) ( RAPORDAKİ 77, 78, 79, 80 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) Buradaki acımasızlık, gerçekten üzerinde durulması gereken bir husustur. "Çatlı'ya pekâlâ yeni bir profil, yeni bir hüviyet ve yerüstünde yaşama fırsatı -eğer hak etmişse- verilebilir veya -hak etmemişse- verilmez, yargıya teslim edilebilirdi." Bunların hiçbiri yapılmamıştır. Çatlı Ankara'ya geldiğinde eski-yeni Bakanlarla, Milletvekilleriyle beraber olabiliyor, Meclis kulisinde çay içip restoranda yemek yiyebiliyordu ama Erdek'te çakırkeyif olduğunda havaya iki el ateş edince karakoldan iki polis, hakkında hemen yasal işlem yapmışlar, parmak izini alıp kendisini de nezarethaneye atmışlardır. Bilahare telefonlar çalışmış, serbest bırakılmışsa da haleti ruhiyesini anlamak zor değildir. Devletin savcısı, hakimi bir yana, tanıması imkânsız her polis ve karakol dahi kendisi için potansiyel bir tehditti. Devletin zirveleri ile irtibatlanmış bir kişi bu çelişkiler yumağı içinde ne yapmalıydı, ne yapabilirdi? Güven Sazak'ın çiftliğine gittiğinde Ahmet Baydar'la, Drej Ali'yle, Hazine Müsteşarı Osman Ünsal'la birlikte olabiliyor, Sedat Bucak'ın yazıhanesinde siyasilerle bir araya geliyor ama BOTAŞ Boru Hattı temizliği için ihaleye girmek üzere Hadi Özcan'la finansman problemi konuşmak zorunda kalıyordu. (13) Susurluk olayının pekçok görüntüsünde, Abdullah Çatlı vardır. Ama Çatlı'nın net resminin zemini, Ankara'nın silueti ile tamamlanmaktadır. Topal cinayetinde Çatlı'nın parmak izi ortaya çıkmıştır. Ama Çatlı'nın ailesine bıraktığı toplam paranın 2 milyon DM olduğu dikkate alınırsa, sadece Topal'dan sızdırılan milyonlarca doların akibetini sormak gerekir. (Bu tahmin Başkanlığımıza değil Çatlı sempatizanı bazı kişilere aittir.) Çatlı'nın dosyası yeniden açılmalıdır. Tüm ilişkileri, irtibatları bilinmektedir. İsviçre'den Türkiye'ye nasıl geldiği araştırılmalı, görevlendirilmeleriyle ilgili tüm bilgiler derlenmeli, Topal'ı Çatlı'nın ve polislerin öldürdüğü bilgisini MİT'in nasıl elde ettiğini ve İstanbul Emniyet Müdürü'nü tek sayfalık bir not'la nasıl uyardığını, niçin bu sonuca vardıklarını, hüviyeti hâlâ sisler içinde kalan uyuşturucu irtibatlısı gerçek Mehmet Özbay - Çatlı ilişkisinin detayları ortaya konmalıdır. Hatta Abdullah Çatlı'nın kullandığı 12 ayrı hüviyet, pasaport, muhtemelen sürücü belgesi vs.'nin nasıl elde edildiği de ortaya çıkarılmalı. Çatlı'nın hangi tarihten itibaren, kimlerin emrinde hangi işlerde bulunduğu tesbit edilmelidir. Böylece kamuoyunun Çatlı hakkında objektif bir karara varması ve devlet kurumlarının hata ve sevaplarıyla - caydırıcı olmaksızın - yıkanıp aklanması sağlanmalıdır. Bu konudaki öneriler son bölümde sunulacaktır. ¯¯ Çatlı'dan bahsederken, kamuoyunun ilgisini çekmemiş bir konuya ilişkin tespitler (Ek: 11)'de Sn. Başbakan'ın dikkatine sunulmuştur. Ek: 11'de yer alan konu, hukuk sisteminin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkmış, sağ ve sol teröristler, eylemciler veya gruplar için kayda değer bir farklılık yaratmıştır. Bir ceza hukuku profesörünün ve bir yüksek yargıcın katkısıyla hazırlanan notun Adalet Bakanlığı'nca değerlendirilmesi temenni edilecektir. '''DİPNOTLAR''' (12) İtirafçı İbrahim Babat, kendisine 7 yıl ceza alacağı vaadine rağmen 17 yıla mahkum olunca, İstanbul DGM Başsavcılığı'na ve Başbakanlık Teftiş Kurulu'na ifade vermek için dilekçe ile müracaat etmiştir. Müfettişlerin kendisiyle görüşmesinden önce (19.12.1997) de Kırklareli İstihbarat Şubesi Müdürü ile Jandarma Alay Komutanı Iİ. Babat'ı ziyaret edip "hatırını sorup, geçmiş olsun" derken, "dikkatli olmasını, devlete zarar vermemesini, davanın Yargıtay safhasında olduğunu" da söylemek ihtiyacını duymuşlardır. (13) Boru hattındaki petrol artığı 20 bin ton çökeltiyi, tonu 10 dolardan ihaleyle alıp İskenderun Demir Çelik Fabrikaları'na tonu 250 dolara satmak için yapılan organizasyonun boyutlarını da düşünmek gerekir. Behçet Cantürk Adı geçen jitem üyesi yeşil Mahmut tarafından öldürüldüğü düşünülmektedir == SEDAT BUCAK VE BUCAK AŞİRETİ == Bucak aşireti hakkındaki bilgiler aşağıda takdim edilmektedir. Ancak bu bilgileri rapor haline getiren kamu görevlilerinin, çok dikkatli ve itinalı bir üslup kullandıkları dikkatten uzak tutulmamalıdır. Köken olarak Diyarbakırlı olan Bucaklar, 200 yıl kadar önce Diyarbakır'dan Siverek'e gelmişlerdir. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra Şeyh Sait isyanı sırasında, Cumhuriyet'ten yana tavır almış ve isyancılara karşı savaşmışlardır. Bucaklar üç kez (Atatürk zamanında, İ. İnönü zamanında ve 27 Mayıs'tan sonra) sürülmekten kurtulamamışlardır. Ancak, Şeyh Sait isyanından bu yana devletin yanında yeralmışlardır. 27 Mayıs'tan sonra aşiretin lideri Celal Bucak ve Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, Yassıada'da bir süre tutuklu kalmalarına rağmen Siverek'teki iktidarlarını muhafaza etmişlerdir. Ş. Urfa / Siverek ilçesinde 1980 yılı öncesinde de aşiretler arası çatışmaların yaşandığı bilinmektedir. Dolayısıyla Siverek, PKK ve KUK gibi iki Kürtçü örgütün aşiretleri yanlarına alarak olayları tırmandırmaya çalıştıkları bir yöredir. Bucak aşireti "Zaza" olup, Demokrat Parti zamanından bu yana TBMM'nde temsilci bulundurmaktadır. Sedat Bucak, amcası Mehmet Celal Bucak'ın ölümünden sonra, Bucak Aşireti reisi olmuştur. Ş. Urfa milletvekili Sedat Edip Bucak'ın liderliğini yaptığı "Bucak Aşireti," Siverek ve Hilvan ilçelerine büyük ölçüde hakim olup, aşiret içerisinde kayda değer bir ayrılık - hizip bulunmamaktadır. PKK'nın Ş. Urfa / Siverek'e verdiği önem ve bu alanda hakimiyet sağlama arayışlarına paralel olarak 1993 Eylül ayından itibaren Bucak aşiretinin de 350 - 400 civarında mensubunu silahlandırdığı bilinmektedir. PKK'ya karşı sürdürülen mücadelede Eylül 1993 tarihinden itibaren tamamen Devlet yanında yer alan aşiretin, Siverek ve Hilvan'da 1000 civarında korucusu bulunmakta olup, bunlardan 350 kadarı devletten maaş alan "Geçici Köy Korucusu" statüsündedir. Çoğunlukta olan ve devletin izni ile silah taşıyıp, görev yapan korucular ise, "Gönüllü Köy Korucusu" olarak sınıflandırılmaktadırlar. Ayrıca, aşiretin özel koruma olarak adlandırılan silahlı mensupları da bulunmaktadır. Özel koruma ve gönüllü korucular devletten maaş almamaktadırlar. (14) Sedat Bucak'ın 1993 eylül ayından itibaren Siverek'e bağlı köyleri tek tek gezerek, PKK mensuplarını barındırmamaları uyarısında bulunduğu, yöredeki ikinci büyük aşiret olan İZOL aşiretinin de Bucaklar'ın kararını benimseyerek silahlandıkları mevcut bilgilerdendir. Bucak aşireti liderliğinde başlatılan bahse konu çalışmalar, bölge halkında, aşiret mensuplarının güvenlik kuvvetlerinin kontrolü dışında hareket edebileceği endişesini doğurmuştur. Bazı eski suçlu ve işsizlerin Bucak grubuna sızdığı iddiaları, zaman zaman bazı mahallere gereksiz yere ateş açılması, halk üzerinde korku ve panik yaratmıştır. S. Bucak Devlet Güvenlik Güçleri ile yakın işbirliği içerisinde aşiretini silahlandırmış, muhtelif tarihlerde Siverek'teki evinde yetkililerle toplantılar gerçekleştirmiştir. Aralık 1993 ayında yine Siverek'teki evde yapılan bir toplantıda; S. Bucak, Korkut Eken'e kısa bir brifing vererek, devletten özellikle roketatar ve benzeri güçte silah istediğini dile getirmiştir. Keza S. Bucak, İl J. A. K. Alb. Seral Saral'dan da Jandarma bölgesinde "illegal adam alma yetkisi" istemiştir. Anılan, ayrıca PKK faaliyetlerinin Diyarbakır / Çermik'te yoğunlaştığı, Çermik'e de müdahale etmek istedikleri, ancak Çermik J. Blg. Komutanlığı'nın Bucaklar'a zorluk çıkardığını, benzer olumsuzlukların Viranşehir İlçe J.Bl.K.'lığı ile de yaşandığını belirtmiştir. Bunun üzerine Alb. S. Saral ve K. Eken bu olumsuzlukların süratle halli için girişimde bulunacaklarını taahhüt etmişlerdir. Mezkûr dönemi müteakip Siverek ve çevresinde PKK'ya önemli darbeler vurulmuştur. Ancak bölgede mahalli güvenlik güçlerinin operasyonları tamamen BUCAK aşiretine devretme eğilimine girmesi, operasyonların aşiret ileri gelenlerince planlanması ve uygulanması, bölgede Devlet kontrolünün zayıflamakta olduğunu da ortaya koymuştur. Bilahare aşiret mensuplarınca ilçe merkezinde gelişi güzel ateş açılması, bazı şahısların güvenlik güçlerinin bilgisi dışında evlerinden alınıp, sorgulanmaları, 29.11.1993 tarihinde Siverek'de bazı işyerlerinin Bucaklılar tarafından taranması, 07.12.1993 günü Siverek yakınlarında iki teröristin ölü ele geçtiği olayda yakalanan ve yer göstermesi gereken Hatun Taşkaya adlı milisin, Bucaklılar'ın otosunda trafik kazası sonucu 3 aşiret mensubu ile birlikte ölmesi, Bucak aşiretinin bölgedeki Kırvar, Karakeçili gibi aşiretleri de hakimiyeti altına alma girişimleri, Bucak aşiretinin kontrol dışı gelişimini ortaya koyar mahiyettedir. Aşiretin Siverek bölgesinde PKK'ya karşı etkin olması, aşirete bazı ayrıcalıkların tanınmasını beraberinde getirmiştir. Kaçakçılığa adı karışanlara müsamahalı davranılmış, silah talepleri büyük ölçüde yerine getirilmiş, hatta havaya ateş ederek yaptıkları gövde gösterileri hoşgörü ile karşılanmıştır. Keza, Bucak - Devlet ilişkileri mahalli üst düzey temaslarla sınırlı kalmamış, zamanın Em. Gn. Md. Mehmet Ağar ve OHAL Valisi Ünal Erkan ile çok samimi ilişkiler geliştirilmiştir. (Aşiret reisinin siyasi ilişkileri nedense zikredilmemektedir.) Diğer taraftan, aşiret mensuplarından uyuşturucu ve silah kaçakçılığına adı karışanların sayısal olarak fazlalığı dikkat çekmektedir. Dönem içerisinde, Bucak aşiretinin korucu başlarından Adil Akpirinç adlı şahsın, Ş. Urfa Emn. Md.'lüğü Narkotik Şb. ekiplerince yüklü miktarda eroinle yakalandığı öğrenilmiştir. (17.11.1997 Radikal) Ancak, tüm yakalanmalarda konu aşiretten uzak tutulmakta, bireysel faaliyet olarak yansıtılmaktadır. Esasen bu tavrın dışına aşiret yapısı itibariyle, çıkmak mümkün olmamaktadır. Aşiret ile PKK arasında husumet doğması ve çatışma çıkmasının, ideolojik olmaktan ziyade, PKK'nın aşiret dokusunu bozar tarzda propagandaya yönelmesi ve aşiretten "vergi" adı altında yüksek miktarlarda para talep etmesinden kaynaklandığı belirtilebilecektir. Bucak aşireti korucuları, 1993 son dönemi itibariyle polis veya jandarma ile pusu faaliyetlerine katılmaya başlamıştır. Ayrıca aşiret mensupları, kendi aralarında haberleşmeyi sağlamak amacıyla merkezi Sedat Edip Bucak'ın evi olmak üzere telsiz sistemi oluşturmuşlardır. "Bucak Aşireti Korucubaşı Bedir Yiğitbay'ın ocak 1997 itibariyle çevresinde yaptığı konuşmalarda "Bucaklar devlettir, devlet onlara hiçbir şey yapmıyor, aşiretin himayesindeki iki kişi Siverek / Çaylarbaşı - Susık (Bükeç 09-72) köyünde bulunmaktadır. Devlet soruşturması da bir şey yapamaz" şeklinde beyanda bulunduğu yolunda duyumlar alınmıştır. Ayrıca Siverek'teki Kejan aşiretinin reisi Ahmet Kıran'ın, Bahçelievler katliamı ve Topal cinayetine adı karışan Haluk Kırcı'nın Sedat Bucak'ın evinde saklandığını ve kendisine yeni bir kimlik hazırlandığını açıklaması (21.10.1997 Radikal) üzerine, evinin bir bölümü DYP Siverek Belediyesi'nce yıktırılmıştır. (01.11.1997 Milliyet). (KEJAN aşiretinin KIRVAR aşireti, Ahmet Kıran'ın da Ahmet Kırvar olduğu değerlendirilmektedir.) Bu durum, aşirette yer alan şahısların kendilerini ayrıcalıklı gördüklerinin bir göstergesi olarak belirtilebilecektir. Öte yandan, Bucak aşireti ileri gelenlerinin devletten toplu veya aylık para aldıkları hakkında bir belirlememiz mevcut değildir. Gönüllü korucular da aşiretten para aldıklarını kesinlikle beyan etmemektedirler. Ancak, aşiret gelirlerinin özel ve gönüllü korucuların istihdamında kullanıldığı bir vakıadır. Başka bir deyişle aşiret, varlığını ve yapısını muhafaza için PKK ile yaptığı silahlı mücadeleyi devlete çok iyi pazarlayabilmiş, yasadışı davranışlılarını da bu sayede örtebilmiştir. Susurluk olayını müteakip devlet kuruluşları nezdindeki itibarı bir ölçüde sarsılan Bucak camiası ile yöresel ilişkilerin daha ihtiyatlı sürdürüldüğü gözlenmektedir. Bunun yanısıra, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)'nin devreye girmesi ile birlikte toprak ağalığından vazgeçmek isteyen bölgedeki aşiret reisleri, artık sanayi tesisleri kurma yarışına girmişlerdir. GAP, bölgedeki aşiretlerin toplumsal rolünü de değiştirmeye başlamış, aşiretler ve reisleri artık sahip oldukları köy sayısı ve arazilerinin büyüklüğü ile değil, kurdukları sanayi tesisi sayısı ile yarışır duruma gelmişlerdir. Bucak aşireti reisi ve DYP Şanlıurfa Milletvekili S. Edip Bucak'ın kardeşi Murat Bucak da, özelleştirilen bir teneke fabrikasını satın alarak sanayiciliğe başlamıştır. Bu durum, yüzyıllardır bölgede birden fazla köye ve onbinlerce dönüm araziye sahip olarak bilinen bazı aşiret reislerinin, yatırımlar nedeni ile köylerini terk ederek, "ağalıklarına" son verip, çeşitli merkezlere yerleşmelerine neden olmuştur. Sonuç olarak, bölgesel nitelikte de olsa aşiretin ve silahlı mensuplarının "devlet içinde devlet" görünümünden süratle uzaklaşmalarını ancak, iyileştirme girişimleri müddetince gönüllü korucuları dağıtma veya silahlarını kısa zamanda toplama gibi aşireti PKK'ya yakınlaştırıcı radikal uygulamalardan kaçınılmasının yararlı olacağı mütalaa edilmektedir. Yukarıdaki satırlarda; "Devletten maaş alan 340 - 400 Geçici Köy Korucusu, devletin izni ile silah taşıyan Gönüllü Köy Korucusu, ayrıca aşiretin özel koruma olarak adlandırılan silahlı mensupları ibareleri ile Sedat Bucak İl Jandarma Alay Komutanı Albay Seral Saral'dan Jandarma Bölgesinde 'İllegal adam alma yetkisi' istemiştir cümlesi, bölgede güvenlik güçlerinin operasyonları tamamen Bucak Aşireti'ne devretme eğilimine girmesi, operasyonların aşiret ileri gelenlerince planlanması ve uygulanması, Bucak aşiretinin bölgedeki Kırvar, Karakeçili gibi aşiretleri de hakimiyeti altına alma girişimleri, kaçakçılığa adı karışanlara müsamahalı davranılması, silah taleplerinin büyük ölçüde yerine getirilmesi, aşiret mensuplarından uyuşturucu ve silah kaçakçılığına adı karışanların sayısal olarak fazlalığı, Korucubaşı Adil Akpirinç'in yüklü miktarda eroinle yakalanması" gibi ifadeler Bucak Aşireti'nin durumunu yansıtmaktadır. "Aşiret ile PKK arasında husumet doğması ve çatışma çıkmasının, ideolojik olmaktan ziyade, PKK'nın aşiret dokusunu bozar tarzda propagandaya yönelmesi ve 'vergi' adı altında yüksek miktarlarda para talep etmesinden kaynaklandığı" şeklindeki değerlendirme özellikle Sayın Başbakan'ın dikkatine sunulmalıdır. Bilhassa "aşiret, varlığını ve yapısını muhafaza için PKK ile yaptığı silahlı mücadeleyi devlete çok iyi pazarlayabilmiş, yasadışı davranışlarını da bu sayede örtebilmiştir" yorumu dikkate değer bir ifadedir. Sonuç olarak da aşiretin ve silahlı mensuplarının "devlet içinde devlet" görünümünden süratle uzaklaştırılmaları, ancak aşireti PKK'ya yakınlaştırıcı radikal uygulamalardan kaçınılması gerektiği aşikardır. Aşiretin, aşiret yöneticilerinin devletle ilişkilerinin gözden geçirilmesi, yasadışı tüm iş ve işlemlerinin özel bir çalışmayla ortaya konması gerektiği düşünülmektedir. '''DİPNOTLAR''' (14) Yörede uzun yıllar çalışmış bir hukukçu, Bucaklar'ın emrindeki korucuların sayasının 20 bin olduğunu, adam başı 10 milyon ödense bu kaynağın nereden geldiğinin sorulması gerektiğine işaret etmektedir. == ÇETELER == Kamuoyunun gündemine gelen çeşitli çeteler oluşmuştur. Bunlardan Kocaeli Çetesi (Hadi Özcan), Söylemezler Çetesi ve Yüksekova Çetesi dikkatleri çok fazla çekmiştir. Her üç çete oluşumu da yargıya intikal etmiştir. Ancak olaylar bitmemiştir. Hadi Özcan'ın tutuklanması ve çete reisi olduğu iddiaları ve yapılan yayınlar kendisinin önemini ortaya çıkarmış, hapishanede olması bile haber gönderip adamları vasıtasıyla haraç toplamasını ve Alaattin Çakıcı gibi gücünün artmasını engellememiştir. Hadi Özcan gibi garip ve hasta ruhlu bir kişinin bu duruma gelmesi ilgi çekicidir. Emniyetin de, MİT'den Eymür grubunun da, Jandarma'nın da adı geçenle ilişkileri, irtibatları vardır. Kocaeli Emniyet Müdür Muavini Cemal Şencan'ın dosyası incelendiğinde olayların kamufle edilmesi için Cemal Şencan'ın kurban seçildiği ortaya çıkacaktır. Afganistan ve İran üzerinden yurda giren ve Adapazarı - Bolu - İstanbul üçgeninde işlendikten sonra mamul olarak Avrupa'ya gönderilen uyuşturucu trafiğinde geçiş noktası olan Kocaeli'nde çetelerin ortaya çıkışı, ayrıca Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük, Emniyet Müdürü Nihat Camadan ve Affan Keçeci'nin adlarının çeşitli olaylara karıştırılmış olması, yorum ve spekülâsyonları artırmış, bölgenin "şeytan üçgeni" olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Bölgeyle ilgili olarak kapsamlı değerlendirmelere başvurulmaması, adı çeşitli iddialara karıştırılmış görevliler hakkında tatminkâr açıklamaların ve soruşturmaların yapılmaması, Çete'nin varlığının ve devamının en büyük delili olarak algılanmasına yol açmıştır. ¯- Yabancı pasaportlu olmaları sebebiyle Yabancı Sermaye Dairesi'nin verdiği izinle Türkiye'de çalışan ve faili meçhul bir cinayete kurban giden Asgar Smitko ve Lazem Esmaeili'nin durumu da çeşitli istifhamlara yol açmaktadır. Her ikisi, kumarhaneden çıkıp gece 3.40'da 34 RZU 47 nolu Mercedes'e binmişlerdir. Ataköy'de tepe lambası yanan bir polis otosu tarafından durdurulmuş, kontrol edilmiş, araç Yeşilyurt demiryolu köprüsü altında boş olarak bulunmuştur. Adı geçenlerin 1939'dan beri uyuşturucu ticareti yaptıkları, sahte pasaport düzenlemekten yakalandıkları, emniyetçe müteaddit kereler ülkeden çıkarılmak istendikleri, her defasında MİT'in müdahalesiyle ikametlerinin uzatıldığı, aynı aileye mensup Ahmad Esmaeili'nin "uyuşturucu kaçakçılığını üst düzeyde yürüten kişilerle birlikte olduğu" ve vatandaşlığa alınmasının sakıncalı bulunduğu emniyet dosyalarından elde ettiğimiz bilgilerdir. Her ikisinin kaybolmasından sonra fakat öldürülmelerinden önce ailenin Yeşil'e haraç ödediği de hatırlatılmalıdır. Asgar Smitko, emniyet istihbaratının yazılarına ve tespitlerine göre bir çok yasadışı faaliyetinin yanısıra İran'ın Humeyni Rejimi'nden o günün şartlarına göre çok büyük meblağ ile çok miktarda silah almış, İstanbul'daki rejim muhaliflerini İran Gizli Servisi'ne haber vererek öldürtmüştür. Bu bilgiler üzerine, emniyet, adıgeçen kişiyi bulunduğu yerden derhal sınırdışı etmek istemiş, tüm valiliklere çekilen faksla bu emir bildirilmiş olmasına rağmen MİT Müsteşarlığı bu girişimlere, kendisinden istifade edildiği gerekçesiyle, beş, altı devamlı yazışmalarla engel olmuştur ama ocak 1995'te kaçırılması ve öldürülmesine kimse engel olmamış veya olamamıştır. Bu tesbitler Sn. Başbakan'a yorumsuz sunulacak kadar açıktır. Söylemezler çetesiyle ilgili gelişmeler daha ilgi çekicidir. Söylemezler ve M.Sena Söylemez, Bucak aşireti ileri gelenlerinden Osman Bucak'ı öldürmek amacıyla, beraberlerinde Siirt İl Jandarma Komutanlığı'nda görevli Üsteğmen Can Köksal ve tetikçi Fevzi Şahin olduğu halde Mersin'e giderken 11.6.1996'da Adana - Pozantı mevkiinde, İstanbul ve Adana Emniyet Müdürlükleri ekipleriyle girdikleri silahlı çatışma sonucunda yakalanmışlardır. Söylemezlerle ilgili tahkikat genişletilirken aralarında 3'ü emniyet 7'si TSK mensubu 20 kişi daha yakalanmıştır. Neticede Söylemez kardeşlerin büyük bir organize suç şebekesi oluşturdukları, şebeke içinde istihbarat, silâh ve korunma sağlamak için bazı emniyet ve TSK mensuplarını maddi menfaat karşılığı istihdam ettikleri, yasadışı yollardan kazandıkları kara parayı aklamak amacıyla, gayri menkul alımına yöneldikleri belirlenmiş, muhtelif davalar birleştirilerek İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne intikâl ettirilmiştir. Ek: (12)'de yapılan operasyonlarda ele geçen silah ve mühimmat ile çete tarafından gerçekleştirilen eylem listesi ve diğer bilgiler sunulmuştur. Listenin tetkiki ile olayların "gizlice" cereyan edemeyeceği, irtibat, iltisak, işbirliği ve korunmanın boyutlarını açıkça gösterdiği anlaşılacaktır. Ve böylesine bir grubun ilgili tüm birimlerin bilgisinden ve ilgisinden kaçırılarak teşekkül ettirilebildiğine inanmak için hiçbir makul sebep yoktur. Çeteleşme süreci güvenlik birimlerinin gözünden kaçmış ise devletin tüm iç güvenlik sistemini revize etmesi ihtiyacı ortaya çıkmış demektir. Bu sürece göz yumulmuş ise revizyon ihtiyacı daha farklı ama daha yüksek boyutlarda olmak gerekir. ¯¯ Yüksekova Çetesi Güneydoğu'da cereyan eden olayların en somut örneğini oluşturmuştur. Olayların gelişimi kısaca aşağıdaki gibidir. Hakkari / Yüksekova'da odaklaşan olayların tırmanma süreci özellikle PKK mensubu Havar kod Kahraman Bilgiç'in 1994 yılının ilk aylarında güvenlik güçlerine teslim olarak itirafçı statüsünde Yüksekova Dağ Komando Tabur Komutanlığı ve Sınır Tabur Komutanlığı ile birlikte PKK'ya yönelik operasyonlara katılmasıyla başlamıştır. Adıgeçen Diyarbakır DGM tarafından alınan ifadesinde; "Yüksekova Sınır Tabur Komutanı Kanber Oğur'un kendisine bir ekip kurarak PKK adına para toplama teklifini getirdiğini fakat kabul etmediğini, devamında Yüksekova'ya gelerek Dağ ve Komando Komutanlığı ile birlikte PKK'ya yönelik operasyonlara katıldığını ve bu operasyonlar esnasında tanıştığı bazı GKK'lar tarafından aynı paralelde bir teklifte bulunulduğunu" dile getirmiştir. Yine aynı ifade de, "bölgede PKK adı altında para toplama faaliyetlerinin yürütüldüğü, uyuşturucu kaçakçılığına yönelik operasyonlarda şahsi çıkar karşılığında kanunsuz uygulamaların yapıldığını, bölgenin ileri gelen aile mensuplarının kaçırılarak fidye istendiği, K.Irak'tan Türkiye'ye yönelik olarak menşei belli olmayan küçükbaş hayvan kaçakçılığı gerçekleştirildiği ve bu faaliyetlerin bizzat Yüksekova Tugay Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz, Yüksekova Sınır Tabur Komutanı Yarbay Kanber Oğur ve Dağ Komando eski Tabur Komutanı M.Emin Yurdakul'un bilgisi dahilinde cereyan ettiği" belirtilmektedir. Hakkari CHP eski Milletvekili Esat Canan'ın yeğeni Abdullah Canan'ın 17.01.1996 tarihinde Yüksekova'dan Hakkari'ye giderken kaybolması, 21.02.1996 tarihinde de Yüksekova yakınlarında ölü olarak bulunması ile birlikte Canan ailesinin ve bölge halkının Abdullah Canan'ın ölümünden Binbaşı M.Emin Yurdakul'u sorumlu tutmasını müteakip olaylar kamuoyuna yansımaya başlamıştır. Anılan dönemde bölgede görev yapan Ast.Sb.Kd.Bşçvş. Hüseyin Oğuz'un iltisaklı olduğu Tahir Baskın isimli şahsın, Eylül 1996 tarihinde Yüksekova Sınır Jandarma Tabur Komutanlığı'na gelerek "Yüksekova Çetesi"ne ilişkin ihbarda bulunması ile birlikte, TBMM Susurluk Komisyonu'na ifade veren Hüseyin Oğuz ve Diyarbakır DGM tarafından sorgulanan itirafçı PKK mensubu Havar kod Kahraman Bilgiç'in ifadeleriyle olaylar resmiyet kazanarak yargıya intikal etmiştir. Havar kod Kahraman Bilgiç'in ifadeleri doğrultusunda; Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şubesi tarafından 02.03.1997 tarihinde Hakkari / Yüksekova'da gerçekleştirilen operasyon neticesinde, İsmet Ölmez, Kemal Ölmez, Hasan Öztunç, Abdullah Ölmez isimli şahıslar çeşitli çap ve markadaki kısa ve uzun namlulu silahlarla ele geçirilmiştir. Bilahare anılanlarla iltisaklı ve DYP Hakkari Milletvekili Mustafa Zeydan'ın yeğeni Yüksekova Belediye Başkanı Ali İhsan Zeydan, Esendere Belediye Başkanı Tahir Akarsu ve Et-Balık Kurumu Müdürü Fahrettin Akarsu 03.03.1997, Binbaşı M.Emin Yurdakul 15.03.1997, Albay Hamdi Poyraz 18.03.1997 tarihlerinde yapılan uygulamalarla gözlem altına alınmışlardır. Bu şahıslardan Ali İhsan Zeydan'ın 1993 yılına kadar EBK'da çalıştığı maddi durumunun iyi olmadığı, Belediye Başkanı seçildikten sonra durumunun hızla düzeldiği, Belediye, Köy Hizmetleri, Tarım Müdürlüğü ve PTT araçları ile uyuşturucu sevkiyatı yaptığı tesbit edilmiştir. Bu çeteyle ilgili olarak yapılan operasyonda ele geçen silah ve malzemelerin listesi, güvenlik kuvvetlerinin gözü önünde neler yapılabildiğinin çarpıcı bir örneğidir. '''Operasyonda ele geçen silah ve malzemeler:''' '''İsmet Ölmez'in ikametgâhında:''' - 4 adet ruhsatlı Kaleşnikof piyade tüfeği, - 1 adet Kubi marka ruhsatlı silah, - 1 adet tamburalı şarjör, - 1460 adet Kaleşnikof mermisi, - 3 adet çeşitli çap ve markalarda tabanca ile 5 adet şarjörü ve 41 adet mermisi, - 2 adet uzun namlulu silahlara ait dürbün, - 2 adet PKK'nın kullanmış olduğu el telsizi, - 2 adet Rus yapısı parça tesirli el bombası, - 1 adet Ericsson marka cep telefonu, '''Kemal Ölmez'in ikametgâhında;''' - 3 adet Kaleşnikof piyade tüfeği (biri ruhsatsız), 15 adet şarjörü ve 1040 adet mermisi ile birlikte, - 4 adet çeşitli çap ve markalarda ruhsatlı tabancı ile 7 şarjörü ve 11 adet mermisi, - 2 adet M.K.E. yapımı parça tesirli el bombası, - 1 adet Ericsson marka cep telefon, '''Abdullah Ölmez'in ikametgâhında:''' - 1 adet Kaleşnikof piyade tüfeği, 4 adet şarjörü ve 120 adet mermisi, '''Cemal Ölmez'in ikametgâhında;''' - 4 adet Kaleşnikof marka piyade tüfeği (ikisi ruhsatsız), 18 adet şarjörü ve 500 adet mermisi ile birlikte, - 1 adet law silahı, '''Hasan Öztunç'un ikametgâhında;''' - 5 adet Kaleşnikof piyade tüfeği (dördü ruhsatsız), 18 adet şarjörü ve 1672 adet mermisi, - 1 adet Kubi marka silah, - 2 adet çeşitli çap ve markalarda ruhsatlı tabanca, 2 şarjörü ve 25 adet mermisi, - 1 adet el telsizi, - 1 adet telsiz şarj kutusu, - 1 adet mobil telefon, - 3 gram afyon sakızı; '''Ali İhsan Zeydan'ın ikametgâhında;''' - 12 adet Kaleşnikof marka piyade tüfeği, 8 adet şarjörü ve 1660 adet mermisi, - 1 adet G-3 marka piyade tüfeği, 2 adet şarjörü ve 33 adet mermisi, - 3 adet roketatar, - 12 adet roketatar mermisi, - 1 adet bombaatar, - 1 adet Star marka tabanca, - 1 adet Uzi marka makineli tabanca ve 6 adet şarjörü, - 1 adet av tüfeği, - 2 adet değişik çap ve markalarda tabanca, 5 adet şarjörü ve 21 adet mermisi, - 2 adet Thomson marka silah ve 50 adet mermisi, - 320 adet bcs mermisi, - 1 adet dürbün, - 1 adet kama, - 1 adet seyyar dipçik, '''A.İ.Zeydan'ın koruması Ömer Ağırbaş'ın ikametgâhında;''' -1 adet Kaleşnikof marka tüfek, '''A.İ.Zeydan'ın şoförü Oğuz Baygüneş'in ikametgâhında;''' - 1 adet 14'lü tabanca, - 14 adet mermi, ele geçirilmiştir. Böylesine bir gelişmenin münferit bir olay olduğunu ifade etmek mümkün değildir. ¯¯- Önceki bölümlerde bazı telefon numaralarıyla ilgili olarak, ayrıntı bilgileri çerçevesinde tesbitler yaptırıldığı hususu nakledilmişti. Bu tesbitlerde yargı için delil olmasa dahi, tedbir almaya ve çeteleri dağıtmaya kararlı bir idare için yeteri kadar ışık vardır. Ömer Lütfü Topal'ın en fazla aradığı ikinci kişi, ortağı Ali Fevzi Bir'dir. A.F. Bir ise polisler Oğuz Yorulmaz, Mustafa Altunok ve Abdullah Çatlı ile irtibatlıdır. Topal'ın resmi işlerini takibeden bir kişi, Maliye Bakanlığı'nda Bakan özel numarasından aşağı doğru her kademeyle temastadır. Saray Halı - Kurmel grubuyla, Susurluk denince akla gelen herkesin irtibatı görünmektedir. Mehmet Eymür, telefonu ile Meral Akşener'i, DYP Genel Merkezini, Gazeteci Nurcan Akad'ı, Tolga Şakir Atik'i, Özer Çiller'i, Mehmet Ağar'ı, Adil Öngen'i aramaktadır. Sedat Peker, (Memiş Tavukçu adına kayıtlı) 532-243 61 11 numaralı telefonu ile Jandarma İstihbaratı'na kayıtlı numaraları arıyor. Ali Yıldız adına kayıtlı 532-264 27 01 ve 262 83 14 numaralı telefonlardan Sedat Peker aranıyor. Sedat Peker, Veli Küçük'ü pek çok kere arıyor. Telefon ayrıntı faturalarının toplamının ise, bu kişilerin legal gelirlerini aştığı görülecektir. Yeşil, Ankara'dan Jandarma İstihbaratı'nı, JİTEM komutanı Nurettin Ata'yı aradığı gibi aynı numaradan Macaristan'da Sayın Yılmaz'a saldıranları da arıyor. İncelemeleri sürdürünce Sedat Peker, Sami Hoştan, Abdullah Çatlı, gerçek Mehmet Özbay ve Topal'a ait gazino telefonları, Hadi Özcan ve daha pek çok telefonun Yeşil'e ait 542-214 50 21'i aradığı ortaya çıkıyor. Bir diğer konu, pekçok kişiye verilen polis kimliğidir. Ankara emniyetinden verilen ehliyetlere ve pasaportlara da araştırma kapsamında bakmak gerektiği iddia edilmektedir. Sonraları Cemil Serhatlı'nın bunları toplattığı da önemli bir iddiadır. Tarık Ümit'e verilen yeşil pasaportları adıgeçenin sahiplerine dağıttığı da bir tanığın anlatımıdır. Macaristan'da Sn. Başbakan'a vaki saldırıda kullanılan telefon numaralarıyla irtibatlı ve yoğun bir telefon trafiğine ilişkin bir bilgisayar disketi Başkanlığımızdadır. Yapılacak bir araştırmanın, şaşırtıcı irtibatları ortaya çıkaracağı düşünülmektedir. Bütün bu çete faaliyetlerini Susurluk olayı adıyla vasıflandırmaz ve topyekün ıslah projeleri ele alınmazsa, mahalli çetelerin ve kabadayıların devlete diklenecekleri zamanın çok uzakta olmadığını söylemek kehanet sayılmayacaktır. ¯¯- Çetelerden söz edilirken Susurluk'la bağlantısı hiç kurulmayan bir diğer konudan, Çete denemese bile bir gruplaşmadan bahsetmekte zaruret vardır. Baştan beri zikredilen olaylar, kişiler ve faaliyetleri müstakil veya birbirinden bağımsız işler olarak algılamak son derece yanıltıcıdır. Tarlanın bir köşesinde beliren yabani otun diğer köşedeki yabani otla cins ve tür benzerliği olmayabilir. Çiftçinin tarlasını kaplayan yabani otları görüp bunların niçin belirdiğine şaşırması yerine tarlasını bakımsız bıraktığını kabullenmesi gerekir. Ülkede cereyan eden olaylarında, Güneydoğu'daki şartlardan etkilenip, kamu yönetimindeki tercihlerden beslendiği aşikârdır. Bu tercihlerin müşahhas bir örneği kamu bankalarında görülmektedir. Şekerbank menşeili bir grup bürokrat 1992 ve sonrasında kamu bankalarında yönetici olarak çalışmışlardır. Bu grup 1992 - 1996 döneminde bir aile holdinginde görülebilecek bir şekilde bankadan bankaya dolaştırılmışlardır. Bu tablo ilk nazarda sadece ilgi çekicidir. Ve fazla yorum yapmaya imkân vermez. Ancak Nurettin Şenözlü'nün yasaların imkân vermemesine rağmen Yüksek Denetleme Kurulu'na önce üye, sonra da Başkan yapılmaya teşebbüs edilmesi ilgi çekicidir. Halkbank, Ziraat Bankası, Vakıfbank ve Emlakbank, Yüksek Denetleme Kurulu tarafından denetlenmektedir. Böylece işlemler ve denetleme, aynı ekibin eline terk edilmiş olacaktı. Bankacılık işlemlerinde son beş yılda önemli problemler ortaya çıkmamış ise bu bürokratik tasarrufları kaygı ile değerlendirmek uygun olmazdı. Gerçekte ise son yıllarda, Kamu Bankalarında kaygı verici gelişmeler olmuştur. Kamu Bankaları belirli gruplara ve Holdinglere, firmalara ödeyebileceklerinden çok daha fazla krediler açmış, limitlerin zorlanması gündeme gelince off - shore Bankalar kredilendirmeye devam etmiş, bir çok firmaya leasing işlemleri yapılmış, bu da yetmemiş ve yurtdışı ortaklık olan Bankalardan krediler açılmıştır. Bazı bankalar, belli sayıdaki firmanın bankası görünümü almış, plâsmanlar az sayıda firma üzerinde toplanmış, banka riski arttırılmış olmaktadır. Banka limitlerinin zorlanması bir diğer işlemi gündeme getirmiştir. Türk Bankalarının verdiği teminat mektupları ile yurtdışı kredilere müracaat edilmiş ve on milyonlarca dolarlık krediler kullanılmıştır. Vadesi geldiğinde teminat mektuplarının çok büyük kısmı bankalarca ödenecektir. Firma bazında verilecek sayısız örnek vardır. Meselâ Vakıflar Bankası plâsmanlarının büyük bölümünü az sayıdaki firmaya tahsis etmiştir. Emlakbank, zararda olmasına, yüksek maliyetli konutlarını pazarlayamamasına rağmen konut üretimine devam etmiş, Banka zararı pahasına firmalar kârlarını sürdürmüşlerdir. Halkbank küçük ve orta ölçekli işletmeler yerine yine belli firmalara yönelmiş, sayısız ve bankacılıkla telif edilmeyecek işlem yapmışlardır. Bankalardan kamunun kaybının ne olduğu belli bile değildir. Kamu bankasından döviz olarak alınan kredi, piyasa rayicinin üzerindeki bir orandan yine aynı bankaya TL. mevduatı olarak yatırılmış, banka her iki noktadan zarara uğratılırken firma avantajına bilerek sebep olunmuştur. Vakıfbank'tan libor + 2 ile kredi kullanan bir grup, kendi bankasında dövizi libor + 7 ile satmaktadır. ( RAPORDAKİ 99 NUMARALI SAYFA "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) == DEĞERLENDİRME (15) == Susurluk olayının genel değerlendirmesi, sıkıntı veren bir görünüm arzetmektedir. Bir tarafta olaylar, gruplaşmalar, kabadayılar, kanunsuz kazançlar ve yasadışı işler, şikâyetler vardır, bir tarafta da kamu kurumları. Üstelik kamu kurumlarının içinde Türk halkının ve kamu yönetiminin her zaman hassas olduğu, gelişigüzel bir tartışmaya konu etmemeye çalıştığı Silahlı Kuvvetler mevcuttur. Önce bu konuya açıklık getirmede isabet olacağı düşünülmüştür. Susurluk olayı ile Silâhlı Kuvvetlerin irtibatı nereden doğmaktadır? Susurluk, Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir. Neticede çok yönlü ve derinliğine bir ilişkiler yumağı oluşmuş, devlet kurumları ve yöneticiler bilerek bilmeyerek devrede olmuşlardır. Bu olay devlet kurumları ve yöneticilerle ilgili olmasa, sadece önemli bir polisiye hadise haline gelecek, basının 3 - 5 günlük ilgisinin dışında sansasyonel bir etkisi olmayacaktı. Silâhlı Kuvvetler'in, özellikle Jandarma'nın adının sık sık geçmesi ilgiyi ve kamuoyunun tereddütlerini yoğunlaştırmaktadır. Jandarmanın yanında Özel Harp Dairesi ve kamuoyunca çok bilinmese de Özel Kuvvetler Komutanlığı tartışılır olmuştur. Bu konuyu kısaca değerlendirmeye almak gerektiği düşünülmektedir. == ÖZEL HARP == Askeri İstihbaratta emir - komuta zinciri, sıkı askeri hiyerarşi içinde hiçbir zaman kopmamıştır. Dolayısıyla Askeri İstihbarat, jandarmada, poliste hatta -zaman zaman- MİT'te müşahede edilen kontrol dışı eylem ve faaliyetlerden zaafa uğramamıştır. Özel Harp Dairesi, zaman içinde Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak gelişmiş, daha çok rütbeli görevliler esas alındığından geçici erat pek az sayıda olagelmiştir. Halen de birkaç alay halinde, profesyonel bir ordunun çekirdeği olacak şekilde tesis edilmiştir. Bu yapının, sivil yan unsurlarla desteklenmesi cihetine de gidilmemiş, askeri disiplin hiçbir noktada zayıflamadığı için ihtilâtlar ortaya çıkmamıştır. == JANDARMA == Jandarma İstihbaratı geçmişte, çok küçük, güçsüz hatta illerdeki asayiş istihbaratı mertebesindeydi. Hulusi Sayın Paşa'nın Kurmaybaşkanlığı döneminde JİTEM geliştirilmiştir. Mahalli lisanları konuşan insanlarla takviye edilmiş ve yavaş yavaş güçlenmiştir. Ama hiçbir zaman MİT veya Askeri İstihbarat seviyesine ulaşamamıştır. Zaten buna ihtiyaç da yoktu. PKK'nın 80'li yıllarda yarattığı silahlı mücadele ortamı, Jandarma İstihbaratı'nın kaynağı olmuştur. Dolayısıyla JİTEM büyük ölçüde varlık sebebi olan Güneydoğu problemine bağlı olarak bir gelişme çizgisi takibetmiştir. Ancak JİTEM'e alınan itirafçılar ve mahalli unsurlar zaman içinde başıboş ve serbest kalınca, başlı başına bir büyük problemin kaynağını oluşturmuşlardır. Sadece mahalli unsurlar değil istihbaratta çalışanlar da askeri hiyerarşinin dışında kalmışlardır. Binbaşı Cem Ersever, daha yüksek rütbelilerin bulunduğu bir ortamda müstakilen hareket edebilmiştir. Mahalli unsurların ve itirafçıların teşkil ettiği gruplar ise, Jandarma tarafından her zaman kullanılmışlardır. "Ateşi maşayla tutmak" haklı ve yerinde bir davranış olsa da, oluşan hava içinde itirafçı grupları zaman içinde serbest ve başıboş kalmışlardır. Alaattin Kanat bu gruptan tanınmış bir itirafçıdır. En meşhuru ise zalimliği ve öldürdüğü insan sayısının fazlalığı ile tanınan Mahmut Yıldırım - Yeşil'dir. Yeşil Şafii Kürttür. Bu grup, Alevi Kürtleri en büyük hasım olarak görür ve kabul eder. Çocukluğundan beri teneffüs ettiği bu hava Yeşil'i Alevi Kürtlere karşı sadece menfaat, haraç vs. kaygılarıyla değil dini motiflerin de etkisinde aşırılıklara yöneltmiştir. Jandarma İstihbaratı'nda çalışan personel, subay ve astsubaylar Güneydoğu'dan dönmelerinden sonra görevlendirildikleri batı bölgelerinde de eski elemanlarla gruplaşmak, emekli olduktan sonra da ilişkileri sürdürme alışkanlığı içinde olmuşlardır. (16) Dikkati çeken husus, Güneydoğu'da savaşan değil özellikle istihbarat yapan unsurların, öğrendiklerini daha sonraki yıllarda ve yaşantılarında kullanıyor olmalarıdır. (17) Kullanılan araçların sertliği ve PKK'nın başvurduğu metodların acımasızlığı, mücadeleyi yürütenlerin bazılarının daha sonra da benzer metodları kullanmalarına sebebiyet vermektedir. (RAPORDAKİ 103 VE 104 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) ...gibilerine yönelik olanlar amacına ulaşmış ve PKK'ya sıcak çatışmalardan fazla zarar verdirilmiştir. Ancak Güneydoğu İllerindeki sıradan kişilerle sadece Kürtçü olarak tanınan ve PKK'yla doğrudan ilişkisi olmayan şahıslara yapılanlar ise tüm çalışmalara zarar vermiştir. Özellikle Güneydoğu'da bu tür çalışmaların içinde yer alan bazı görevlilerin ve itirafçıların büyük merkezlere kaymaları, maddi menfaate düşüp yozlaşmaları ile ilişkili olmuştur. Yukarıda özetlenen gelişmeler, 1993 ve sonrasını özetleyen bölüm devlet üst yönetiminin tercihlerini aksettirdiği kadar sorunlar da, çok kısa da olsa aksettirmektedir. Aslında çizilmiş olan çerçeve ve kamu kurumlarının işbirliğini anlatan satırlar gerçekle fazla uyuşmamaktadır. Terörde başarılar sağlandığı, PKK'nın geri çekilmeye başladığı ve PKK için zor günlerin geldiği aşikardır. Bu neticenin topyekûn bir mücadeleyle istihsal olunduğu şüphesizdir. Ancak daha önceki bölümde takdim edilen olay ve gelişmelerle birleştirildiğinde ciddi farklılıkların ortaya çıktığı ve kamu kurumları arasında belli tavırların geliştiği ve kamplaşmalar olduğu bilinmektedir. Temel sorun şudur; polisin, jandarmanın, hatta MİT'in örtülü faaliyetlerle ilgili çalışmaları başta emniyet olmak üzere bu kurumları kamuoyunun önüne sermiş, hatta çalışmalarını engelleyecek duruma getirmiştir. Güvenlikle ilgili kurumlarda ise itici ve yönlendirici güç Silahlı Kuvvetlerdir. Özel Harp Kuvvetleri ise, Özel Harekat Timleriyle örtülü diğer etkili çalışmaları yürütmüşlerdir. Fakat maddi menfaate yönelik işlere (Senar ER olayında Nafiz KARACAN gibi örnekler hariç) askerler karışmamıştır. Karışanlar da tasfiye edilmiştir. Farklılık herhalde yönetimde, yönetende ve anlayıştadır. Konunun sadece disiplin ile izah edilebileceği düşünülebilirse de Jandarmanın niçin diğer askeri birliklere değil de polise yakın olduğunu izah etmek gerekir. İllegal Faaliyetlerin kaynaklarından, sebep, gelişme ve neticelerinden bahsederken ifade edilen temel tespit; illegal faaliyetlerin, PKK ile mücadele bağlamında gelişme gösterdiğidir. PKK tehdidinin kontrol altına alınabilmesi için öncelikle Devlet yanlısı olarak tanınan aşiretlerden yararlanma yoluna gidilmiş, Pişmanlık Yasası çerçevesinde itirafçılar ve Geçici Köy Korucuları sistemi de PKK'ya karşı mücadele unsurları haline getirilmiştir. Suça yatkın kamu görevlilerinin devreye girmesi ve kişisel çıkarların, merkezi tercihlerle bağdaşması ile bugün "çete" olarak vasıflandırılmış yozlaşmış ilişkiler ortaya çıkmıştır. "Doğu ve Güneydoğu'da feodal yapının mevcudiyeti, aşiretler arası çelişkiler, GKK sisteminin özünün feodal yapıya dayanması, aşiretlerin İran ve Kuzey Irak'ta uzantılarının bulunması, bölge ekonomisinin geçmişten bu yana başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçılık temelinde şekillenmesi gibi unsurlar da illegal faaliyetlere kaynak yaratmada etkili olmuştur. OHAL Bölgesi'nde illegal faaliyetler içinde yeralan şahısların ve itirafçıların deşifre olmaları, güvenlik kuvvetlerinin kendilerinden istifadeden vazgeçmeleri veya kendilerine görev verenlerin Batı İllerine atanmaları halinde bu şahısların da büyük şehirlere kaydıkları görülmektedir. Kısa bir dönemde mevcutlara ilaveten yeni ve illegal oluşumlar meydana çıkmaya başlamıştır. Emniyet ve Adliye kayıtlarında bu konuda çok sayıda bilgi ve dosya mevcuttur." Yapılacak iş bu noktada şekillenmektedir. Mevcut ve halen devam eden illegal faaliyet ve oluşumlara engel olmak, bu amaçla da konuların üzerine cesaret ve kararlılıkla gitmek. Ancak önce koordinasyonu sağlamak veya yeniden tesis etmek gereklidir. Uzmanlar öncelikle istihbarat alanındaki koordine noksanlığına işaret etmektedirler. Bu alandaki sorunları 1. Kaynaklarla, 2. Ortak çalışmayı gerektiren konularla, 3. Teknik çalışmalarla ilgili olanları ayrı ayrı tasnif ederek incelemektedirler. Fakat bu sorunlar Polis - Jandarma ve MİT arasında icra karmaşası olarak da yaşanmaktadır. Dolayısıyla öncelikli hedef, yetki-sorumluluk sınırlarının netleştiği koordinasyon olmalıdır. == UYUŞTURUCU KAÇAKÇILIĞI == Çetelerden bahsederken Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı'ndan mutlaka söz etmek gerekir. Bu sektörde inanılmaz kâr oranları vardır. Kaçakçılar artık kazançlarını aklamak ve toplumda saygın kişiler olma yolunda da oldukça mesafe almışlardır. Bu konuda uzmanlar tarafından hazırlanmış dokümandan kısa bir bölüm aynen sunulmaktadır. "Ülkemizde meydana gelen uyuşturucu madde yakalamaları ile ilgili olarak mevcut bilgilerin değerlendirilmesi sonucu; yakalanan şahısların yakın akraba oldukları, aralarında ortaklık bağının bulunduğu ve aynı yerin nüfusuna kayıtlı oldukları dikkati çekmiştir. Bu şahısların organize bir faaliyet içerisine girdikleri görülmüş olup uluslararası kişi ve gruplarla irtibata geçerek sınır tanımaz organizasyonlar kurmak suretiyle, özellikle terör örgütlerinin finans kaynağını oluşturan Aile Organizasyonları halini aldıkları anlaşılmıştır. Ülkemizde faaliyet gösteren Organizasyonların büyük çoğunluğu Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi kökenlidirler. Eskiden küçük miktarlarda esrar kaçakçılığı ile işe başlayan gruplar 1980'li yıllardan itibaren eroine talebin artması ve kârının yüksek olması sebebiyle organize olarak kaçakçılık faaliyetlerini bu yöne kaydırmışlardır. Genel olarak uyuşturucu madde organizasyonları ele alındığında; a) Organizasyonların iç içe faaliyet gösterdikleri ve diğer suç organizasyonları ile irtibatlı oldukları anlaşılmaktadır. Bu organizasyonlar birbirleri arasında güçbirliği yapmak ve güveni pekiştirmek düşüncesiyle kız alıp vermek suretiyle akrabalık bağı oluşturma veya mevcut olan bağı daha da güçlendirme cihetine gitmektedirler. Ayrıca organizasyonlar arasındaki ilişkileri sağlayan diğer bir unsur ise organizasyonlar içerisinde dikkati çeken kilit isimlerdir. Bu kişiler organizasyonlar arasında bağlantıyı sağlayıp faaliyete geçmede önemli rol oynamaktadırlar. b) Organizasyonlar kendi aralarında görev dağılımı yapma eğilimine girmişler, böylece faaliyetlerinin risk oranını azaltarak uyuşturucu madde kaçakçılığını daha güvenli şekilde yürütmektedirler. Organizasyonların çoğunluğu kendi aralarında Asitciler (uyuşturucu imalatında kullanılan asetikasitanhidrit maddesini temin eden şahıslar), Taşımacılar (uyuşturucu maddeyi yurtiçi ve yurtdışına naklini yapan şahıslar), Aracılar (uyuşturucu madde oluşturulduktan sonra satmak amacıyla pazarlar arayan, alıcı ile satıcının temasını sağlayan şahıslar), Temin Ediciler (uyuşturucu madde imalinde kullanılan hammaddeleri temin eden şahıslar), Karapara Aklayıcılar şeklinde sektörleşmeye yöneldikleri ve birbirleriyle işbirliği içerisine girdikleri görülmektedir. Organizasyonlar önceleri uyuşturucu madde kaçakçılığını ülke sınırları içerisinde yapmakta iken sonraları kâr marjlarını arttırmak amacıyla yurtdışından (İran, Irak, Afganistan, Suriye) temin ettikleri bazmorfinleri kendileri eroine dönüştürerek elde ettikleri uyuşturucu maddeleri Avrupa piyasalarında pazarlamalarıyla, uyuşturucu kaçakçılığının üretim, taşımacılık ve dağıtım boyutunu ele almışlardır. Dünya'da faaliyet gösteren terör örgütlerinin uyuşturucu madde kaçakçılığını en önemli gelir kaynağı olarak kullandıkları bilinmektedir. Özellikle Terör Örgütü PKK'nın; ülkemizde silahlı eylemlere başladığı 1984 yılından itibaren artan militan kadrolarının silah ve lojistik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Ortadoğu, Türkiye ve Avrupa hattında organize bir uyuşturucu ticaretine yöneldiği gözlenmiştir. Bu faaliyetleri yürüten organizasyonların karışmış oldukları uyuşturucu madde kaçakçılığı olayları incelendiğinde; Baybaşin, Bayram, Kasar, Ay ve Sitoçi Organizasyonlarının Terör Örgütü PKK ile ilişki içerisinde oldukları ve Örgüte maddi destek sağladıkları tespit edilmiştir. Organizasyonlar, bulundukları bölge içerisinde hem güçlerini pekiştirmek hem de yürütecekleri illegal işleri devlet kademesi üzerinden resmi bir vasıfla takip ettirmek amacıyla, aile mensubu olan ve siyasi platform üzerinde söz sahibi olacak kişileri belirleyip, yürütmüş oldukları faaliyetlerden elde ettikleri paraları çeşitli yollarla aklayarak işadamı görüntüsü kazanmaları sonucu toplum tarafından saygıyla karşılanmakta olup, oy potansiyeli sağlayarak devletin üst düzeylerine kadar sokmak çabası göstermektedirler. Ayrıca kendi organizasyonları dışından siyasi platformda ve devletin idari yapısında yetkili olan kişileri organizasyonlarına kazanarak amaçları doğrultusunda kullanma düşüncesindedirler." Kaçakçılık organizasyonları gelişir, milli ve milletlerarası gelişmelere ayak uydururken ülkemiz hâlâ iller ölçeğinde yürütülen mücadele yapısıyla gerilerde kalmaya başlamıştır. Aşağıda bu noktadaki görüşlerini yazan bir diğer kamu görevlisi raporumuzun ana çerçevesine ulaşmakta ve tecrübelerini nakletmektedir. "Esas çalışmalar İl Emniyet Müdürlüklerinde yapılmaktadır. İl tahkikatı ne derecede etkili yapıyor, mahalli veya siyasi baskılar mücadeleyi ne ölçüde yönlendiriyor veya delilleri karartıyor, bunu takip edebilmemiz yahut önlememiz mümkün mü? İl Emniyet Müdürlüğü yapmış bir kişi olarak açıklıkla söyleyebilirim ki, bu mücadeleyi tavizsiz yapan memur, amir veya İl Müdürü görevden aldırılıyor, yerine kendilerine yakın biri atanmasa da yeni gelenler, onların bu gücü karşısında genellikle etkisizleştiriliyor. Bence Devlet bu noktada mücadeleyi etkilemeye başlıyor. Savcı tahkikatı ben yapacağım diyerek olayın ayrıntılarının / bağlantılarının öğrenilmesi istemese de sınırlıyor veya uyuşturucu un / kına oluyor. Uzayan davada deliller hakimin önüne kararmış olarak geliyor, neticede suç sadece kurye üzerinde kalıyor. Siyaset kişiyi görevden aldırıyor veya mücadeleci bir kadro oluşmasını engelliyor, idare bütün bunlara seyirci kalıyor. Hukuk düzeni de idarenin istediğini yapmasına, savunma yapacak şekilde çalışmasına imkân veriyor. Meselâ Susurluk Jandarma bölgesinde bir trafik kazası değil mi? Bu soruşturma yapılmış görev yerine getirilmiştir. (Ek: 13) İktidarlara bağlı olmayan, bu kabil hukuki yapıya ek olarak takdirlerin getirdiği hukuki düzeni göz önüne aldığımızda, yasa dışı olaylarla mücadelenin güçleştiğini görüyoruz. Meselâ Anamur - Bozyazı arası 10 kilometredir. Anamur korunmasız bir hudut kapısıdır ama Bozyazı ilçesinde de hudut kapısı açılmıştır. Taşucu, Seka İskelesi 5 kilometredir. Taşucu yol geçen hanı şeklinde hudut kapısıdır ama Seka İskelesi de hudut kapısı yapılmak istenmektedir. Kapının gecekondu olduğu biline biline yasadışı işlere zayıf, yeni mekânlar açılması acaba bir koruma, kollama, bazılarına yasadışı işler için fırsat yaratma değil midir?... Bu durum memurda bozulmanın önemli bir sebebidir. İdare bunu bilmez mi?... Geçmişte hakimiyetlerine darbe vurulan aşiretlerin, siyasetçi veya devlet yanlısı korucu olarak yönetime ortak olmaları ayrı bir devlet kusuru olarak belirtilmelidir. Güneydoğu'daki bu kadar silahın uyuşturucu giriş yeri olarak bilinen Van özellikle Hakkari illerimizdeki mücadelemizin etkisiz kalması o bölgedeki yöneticilerin kişisel zafiyeti mi yoksa devletçe yaratılan bir göz yumma mı? Bence sorgulanması gereken önemli bir husustur... Sistemdeki bu arıza ve aksaklıkların kişisel mücadele anlayışını geliştirdiğini düşünüyorum. Devletini, Milletini düşünen bürokrat, kendine özel çıkar yolları bulsun bulmasın kendi doğrularını uygulamaya başlıyor. Bence bu sebeple, Askerler, MİT ve Emniyetin ayrı doğruları var ve çatışma bu yüzden. Ama giderek devlet için yapılanlar karakter değiştirerek, kişisel veya siyasi çıkarlar için yapılmaya başlanıyor." Üst düzey bir kamu görevlisinin mevcut sisteme ilişkin bu görüşleri, acı yakınmaları, kısmen ümitsizliği hatta bazı değerlendirme hatalarını ihtiva etse de taşıdığı perspektif dolayısıyla Sn. Başbakan'a arzedilmeye değer bulunmuştur. '''DİPNOTLAR''' (15) Gelişmeler bölümünde kişiler ve olaylar, tesbit ve yorumlarla takdim edildiğinden -tekrarlardan sakınmak üzere- Değerlendirme bölümü kısa ve birkaç önemli hususla sınırlı tutulmuştur. (16) Bodrum Gümbet'te, Sun Clup Hotel'in sahibi Ahmet Nedim Başmısırlı ile arkadaşı Vasfi Ahmet Köseoğlu arasındaki ihtilaf, jandarma subay ve astsubayları ile itirafçı ve mafya arasında çözümlenmiş, alınan çekler tahsil edilmiştir. Çıkan itilafta itirafçı İbrahim Babat arkadaşlarını vurmuştur. İbrahim Babat, Başbakanlık Teftiş Kurulu'na başvurmuş ve 7 yıl ile kurtulacağının kendisine garanti edildiğini, ancak 17 yıla mahkum olunca konuşmaya karar verdiğini anlatmıştır. SBaşbakanlık müfettişleri, kendisinin bilgisine başvurmadan önce Emniyet İl İstibharat Şube Müdürü ile Jandarma Alay Komutanı ziyaret etmiş ve babat'a "heyecanına kapılıp yanlış bir şey yapmamasını, gereksiz konuşmamasını" öğütlemişlerdir. (!) (17) Alaattin Kanat polise verdiği ifadede (26.08.1994) "Geçmiş yaşantımdan tanıdığım ve kendilerinin eroin kaçakçılığı işlerine bulaştıklarını bildiğim Abdülkadir Akbıyık ve Senar Er isimli Güneydoğu kökenli kişilerden onları korkutarak para sızdırmayı düşündüm. Eroin kaçakçısı olarak tanınan ünlü kişilerden (öldürülen) Behçet Cantürk, Savaş Buldan gibi kişilerin de isimlerini vererek korkutabileceğimi düşünerek teşebbüse geçtim. Müştekiye ettiğim telefonlarda başka isim kullanmam ve kendimi kontrgerilla olarak tanıtmam, tamamen onları korkutabilmeye matuftur" demiştir. == TEKLİFLER == Önceki bölümlerde sunulan ve detaye edilen hususlar; kişisel kanaat ve bilgilere değil büyük ölçüde ilgili ve yetkililerin anlattıklarına, arşiv ve bilgilerine ve kurumlardan yazılı olarak gelen resmi kayıtlara dayandırılmıştır. Bir soruşturma raporu hazırlamadığımız, yargıya tevdi edilecek dokümanları geliştirmek gibi temel bir görevimiz olmadığı, doğru tesbit, doğru bilgi hedefini güttüğümüz için, önce Sayın Başbakan'a tutarlı ve gerçekleri sunan bir doküman hazırlama ve tedbirler önerme hedefi esas alındığından, tırnak içinde sunulan bölümlerin dahi, hangi kamu kurumuna ait olduğunu belirtmek gibi teknik bir noktada ısrarlı olunmamıştır. Giriş bölümünde arzedildiği gibi kamu kurumları bilgi vermede istekli ve arzulu olmamışlardır. Bu direnç, kişiler ve yetkililerle yapılan uzun ve saatler süren, dostane ve güven veren görüşmelerle aşılmıştır. Kendilerini veya dostlarını suçlama hedefinden çok, olay ve gerçekleri tespit hedefinin ön planda tutulduğu hususu herkese anlatılmıştır. Kamuoyunun reaksiyon gösterdiği, ancak MİT ve Emniyet gibi kuruluşların itibarlarıyla başarılı olabilecekleri ve itibarın iade edilmesi için kamuoyunca da bu hususun kabulü gerektiği konuşulmuş, tartışılmış ve anlatılmıştır. Bu anlayış, karşılık bulmuş ve mesafe kaydedilmiştir. Raporun tamamı bu anlayış çerçevesinde yazılmış, teklifler ancak bu güvenli çerçevenin sağladığı veriler ışığında geliştirilmiştir. '''Teklif: 1''' Sayın Başbakan'a arzedilecek birinci teklif; Emniyet Genel Müdürlüğü'nün çete oluşumlarına karşı genel bir mücadeleye sevkedilmesidir. Bu konuda kesin karar alınmalı ve gelişmeler Başbakanlıkça periyodik olarak izlenmeli, Teşkilâtın bu konudaki acil, gündelik ve çoğu hemen karşılanabilir ihtiyaçları giderilmelidir. Bu amaçla; Emniyet Genel Müdürlüğü'nde özel ve üst yöneticilerden müteşekkil bir grup görevlendirilmeli, Genel Müdür hatta Bakan adına hareket edebilme ve yetki kullanıp koordinasyonu sağlama konusunda teçhiz edilmelidirler. İl Asayiş, İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube Müdürlerinden çalışmalara uyum sağlayamayanlar derhal ve 3 ay süreyle Ankara'da merkezde çalıştırılmalı, yerlerine sözü edilen grubun uygun göreceği genç ve şaibesiz kişiler görevlendirilebilmelidir. Emniyet Genel Müdürlüğü üst yönetimine verilecek zaman tablosunda başarı süresi de sadece 3 ay olmalıdır. Ciddi ve kamuoyunu tatmin edecek gelişmelerin olmadığının tespiti halinde Genel Müdürlük üst yönetiminin büyük ölçüde değiştirileceği ifade ve uygun şekilde kamuoyuna karşı taahhüt edilmelidir. Başkanlığımızın yazılı talebi ile başlayan ancak henüz sonuçlanmamış olan Emperyal Şirketiyle ilgili tespit çalışması da Polis Teşkilâtınca tamamlanmalıdır. '''Teklif: 2''' Emniyet Genel Müdürlüğü merkezli çalışmaların, başarı için MİT'in tüm imkânlarıyla desteklenmesini sağlamak üzere ciddi ve Başbakanlıkça gözetilen ve kontrol edilen bir koordinasyon kanalı da açılmalıdır. Bunun için; Başbakanlığın da temsil edildiği bir koordinasyon komitesi kurulmalı, ortaya çıkan kopukluk ve problem, yazıya dökülmeden görüşmelerle anında çözülmelidir. Koordinasyondaki kopukluğun her iki kuruluşa da mes'uliyet getireceği hususu kesin bir karar olmalıdır. Genelkurmay İstihbarat Başkanlığından bilgi akışı da sağlanmalıdır. '''Teklif: 3''' Polisiye çalışmalar çeteleri ve grupları bir süre sessizliğe itecektir. Ancak ortada olan ve bilinen finansman kaynaklarının da yok edilmesi ve hesabının sorulması icabeder. Polisiye çalışmaların mali araştırmalarla takviye edilmesi gerekmektedir. Başbakanlığın yazılı isteği ile başlatılan ve Ömer Lütfü Topal'ın ve şirketlerinin incelemesi çalışmaları genişletilerek neticelendirilmeli ve diğer çete, mafya ve baba'lara da yöneltilmelidir. Bu amaçla; Koordinasyonu sağlayan merkez grubunun talepleri, Maliye Bakanlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı başta olmak üzere tüm denetim birimleri tarafından öncelikle ele alınmalıdır. Bakanlar Kurulu'nun bu 3 konuyu karara bağlaması ve bu kararın ilgili Bakanlar tarafından tamim edilmesi gerekmektedir. '''Teklif: 4''' Susurluk merkezli, çete ve illegal kazançlarla ilgili bir itiraf yasası çıkarılmalı, Ancak; Güneydoğu'da problemlere yolaçan itiraf yasası tecrübesinden faydalanılmalıdır. '''Teklif: 5''' İlgili bölümde Özel Harekât Dairesi çalışmaları takdim edilmiş, sorunlara atıf yapılmıştı. Bu sebeple Özel Harekât Dairesi sadece OHAL bölgesiyle sınırlı kalacak şekilde daraltılmalı, Özel Harekât Personeli sadece OHAL bölgesinde bu sıfatı taşıyabilmeli, bölge dışındaki tüm Özel Harekât birimleri lağvedilerek, Polis Teşkilâtına entegre olmaları sağlanmalıdır. İlk uygulamalar idari kararlarla yapılmalı, gerekiyorsa yasal değişikliğe gidilmelidir. İlk uygulamanın Antalya'da gerçekleşmesi sağlanmalıdır. '''Teklif: 6''' Başbakanlık Genelgesi ile Enterpol ilişkileri hariç Emniyet Genel Müdürlüğü'nün dış servis veya teşkilâtlarla ilişkilerinin Dışişleri Bakanlığı ve MİT kanalıyla tesis edilebileceği, Dış İstihbarat ve Operasyonların bu kanallar dışında yasaklandığı ve durdurulduğu emir olarak iletilmelidir. Öncelikle; Yukarıda sunulan teklifin realizasyonu Genelkurmay, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün görüşleri doğrultusunda hazırlanacak bir Genelge ile sağlanmalı, gerekiyorsa yasal düzenlemeye gidilmelidir. '''Teklif: 7''' Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri tarafından birkaç yıl önce hazırlanmış olan "Kamu Güvenliği Kurumu" Kanun taslağı, incelenmeli ve hükümetin değerlendirmesine sunulmalıdır. Kamu Güvenliği Kurumu Başbakanlığa bağlı, illerde teşkilâtı olmayan, sınırlı sayıda kadrolu ancak operasyonel yetkilerle techiz edilmiş, devletin tüm birimleriyle ilişkili ve kamu düzenini, asayişi ve genel ahlakı bozucu, yeraltı - yerüstü çetelere, oluşumlara yönelecek bir Teşkilât olarak düşünülmelidir. Şimdilik; İdari bir karar olarak bu teşkilâtın üyesi MİT'te oluşturulabilir. Sür'atli bir inceleme ve MGK'nun önceden yapılmış hazırlıkları ışığında kısa sürede yasal çerçeve oluşturularak bu konuda nihai karara varmak mümkün olabilir. '''Teklif: 8''' Uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelede, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün rutin faaliyetlerinden biri olarak değil, öncelikli ve acil konularından en önde geleni olarak ele alınmalıdır. Bu çalışmalar sürdürülürken, mücadelenin il ölçeğinden ülke seviyesine genişletilmesinin yasal ve idari çerçevesi belirlenmelidir. Bu sebeple; Çeşitli saiklerle Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesinde ve İl Şube Müdürlüklerinde istihdam edilen personel, gerekli olduğu ölçüde derhal ve sür'atle değiştirilmeli, dikkatli ve itinalı bir seçimle yeni kadrolar oluşturulmalıdır. Sonra da bu dairenin çalışmaları, ilk üç teklif çerçevesinde genişletilerek sürdürülmelidir. '''Teklif: 9''' Uyuşturucu kaçakçılığı konusu, özelliği olan bir mücadele alanı olarak seçilmeli ve mali araştırmalarla birlikte kişi ve aileleri hedef alan özel bir çalışmaya öncelikle başlanmalıdır. Arşivlerde yeteri kadar bilgi vardır. Koordineli bir çalışmayla bu bilgiler kısa sürede birleştirilmeli ve sür'atle harekete geçmek üzere bir uygulama plânı hazırlanmalıdır. '''Teklif: 10''' Devlet Arşivlerinde çeşitli kaçakçılık ve illegal faaliyetlerden bilgisi hatta şemaları vardır. Bu illegal çalışmaların devam edebilmesi başlı başına bir problemdir. Bu konuda devletin ilgili birimleri (Maliye, MİT, Emniyet, Gümrük Teşvik - Hazine) işbirliğini geliştirmek zorundadırlar. Bu işbirliğinin esasları tespit edilmelidir. '''Teklif: 11''' Jandarma Genel Komutanlığı'nın, MİT'in ve Emniyet'in kayıt ve bilgileri koordineli bir şekilde değerlendirilirken; her üç Teşkilâtta mevcut ve Batı bölgelerinde de illegal ilişki ve oluşumlara dahil olmuş personel kısa sürede tasfiye edilmelidir. İtiraf yasası bu konudaki gelişmeyi hızlandıracaktır. Zaten yeteri kadar bilgi vardır. Bu bilgilerin toplanması ve teatisi problemi çözmeye yeterlidir. Öncelikle Emniyet Genel Müdürlüğü'nün ve MİT'in kendi iç bünyelerine dönerek bu çalışmayı yapmaları problemin çözümünde hem teşkilâtları onure edecek hem de sür'at kazandıracaktır. '''Teklif: 12''' İtirafçı kullanılması sür'atle sınırlandırılmalı, itirafçıların sınırlı sayıda ve sadece belli konularda kullanılabilmelerine izin verilmeli, her İl Valisinden ve OHAL Bölge Valisinden mevcut durum, alınan tedbir, yapılan uygulamalar hakkında tafsilâtlı bir rapor istenerek bu konu 15 gün içinde kesin bir karara dönüştürülmelidir. İtirafçının eski bir suçlu olduğu, kontrol dışına çıktığında çıkarları doğrultusunda inisiyatif kullanacağı ve kullandıkları unutulmamalıdır. Bu sebeple itirafçıların spekülasyonlara yol açabilecek çalışmalara dahil edilmemesi gerekmektedir. '''Teklif: 13''' Mevcut GKK kadroları sayı olarak dondurulmalı, boş veya boşalan kadrolar iptal edilmelidir. GKK'dan isteyen ve durumu uygun olanların Özel Güvenlik Görevlisi olarak çalıştırılmaları sağlanmalıdır. Ekim 1986 tarihli Geçici Köy Korucuları Yönetmeliği'nin göreve son vermeyi düzenleyen 22. maddesinin uygulamasında hassasiyet gösterilmesi sağlanmalı, azami yaş sınırı 65'ten 45'e indirilmeli, 45 yaşın üzerindekilere 24. maddede yer alan tazminatın iki katı ödenerek 2 ay içinde ayrılmaları sağlanmalı, uygun olanların işçi statüsünde kamu kurumlarında çalıştırılmaları özendirilmelidir. Bölgede mevcut yarı - feodal yapının daha da güçlenmesine sebep olan, aşiretlere dayalı GKK sistemi sebebiyle bölgede aşiret yapısının çözülmesi durmuş hatta daha tesirli hale gelmiştir. Aşiret beyleri ve aile reisleri sağlanan bu gelirle daha da güçlenmişler ve farklı suç ve terör organizasyonları ortaya çıkmıştır. Bölgede yerleşik belli aile ve aşiretlerin sistemdeki etkinliğini kırmak gereklidir. Uygulamalara Urfa yöresinden başlanması önerilecektir. '''Teklif: 14''' Turizm bakanlığının Talih Oyunları Salonlarıyla ilgili işlemleri kapsamlı bir soruşturmaya konu olmalıdır. Bakanlık kumarhanelere hangi prosedürle izin vermiştir? İzin verilen kişilerin kimlikleri kamu adına utanç vericidir. Bütün kumarhanelerde darp, hürriyeti tahdit, zorla senet imzalatmak, dolandırıcılık, gasp suçları yargıya kadar intikal etmiştir. Bakanlığın, can güvenliğinin bu derece ortadan kalktığı bir kumarhaneler zincirinde ne yaptığı ortaya çıkarılmalıdır. '''Teklif: 15''' Kumarhane işleticilerinin vergi ve muhasebe kayıtları da incelenmelidir. Topal 2 nolu İstanbul DGM'ye 1994/412 sayılı dosyada 1989 itibariyle mal varlığını açıklamıştır. Diğerleri için de bu bilgiler vardır. Bugüne kadar oluşan trilyonların durumu ancak bu yolla açıklanabilecektir. '''Teklif: 16''' TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu'nun suçu ve soruşturmayı belirleyen tespitleri Başbakanlıkça ilgili mercilere duyurulmalı ve gereği takibedilmelidir. Susurluk Komisyonu raporunda neticesi ortada kalan pek çok tespit ve öneri vardır. Bunların gereği önem taşıdığı cihetle ele alınmaları gerekecektir. '''Teklif: 17''' Emniyet Genel Müdürlüğünün hibe silahları konusunda, Genel Müdürlükte ve Gümrük Müsteşarlığında mevcut karmaşık bilgi yığınını aydınlatmak üzere kapsamlı bir inceleme - değerlendirme yapılmalıdır. Örtülü ödenekten yapılmış aktarmalar hariç tutulsa bile muhtelif fonlardan yapılmış aktarmalar yüzlerce miktar liradır. Bu meblağların harcanma şekilleri değilse bile harcama yerlerinin netleşmesine ihtiyaç vardır. Alınan -hibe olan- silahlar konusunda spekülatif amaçla istismarını önlemek de gereklidir. Ayrıca raporun muhtelif sayfalarında açıklanan olay ve kişilerle ilgili olarak; '''18-''' Abdullah Çatlı'nın durumu ve konumu bir soruşturma kapsamında ele alınmalıdır. Çatlı'nın -varsa- 80'li yıllar öncesi ve sonrası ilişkileri araştırılmalıdır. '''19-''' Azerbaycan'da Darbe Girişimi ve Türk tarafının tutumu ayrı bir soruşturmaya konu olmalıdır. '''20-''' Korucularla, yapılan ödemeler ve bu ödemelerin yöneldiği kişi, aşiret ve aileler detaye edilmeli ve aksaklıklar kapsamlı bir çalışmayla değerlendirilmeli, gerekirse yöre Üniversitelerinden yararlanılmalıdır. '''21-''' Talih Oyunları Salonlarını işletenlerle ilgili kapsamlı bir gelir - vergi araştırması koordineli bir şekilde başlatılmalı, kara para işlemleri Mali Polis'in de desteğinde takibedilmelidir. '''22-''' Mehmet Ali Yaprak ve kaçırılması olayı - tekrar ve Mali Araştırmalarla birlikte yürütülmek üzere soruşturulmalı, Captagon ticareti ve imalatı konusu özel bir polis ekibince ele alınmalıdır. '''23-''' Nesim Malki ve Yener Kaya'nın öldürülmesi olayları mali araştırmalarla birlikte tekrar soruşturulmalı, adıgeçen tefecilerin alacaklı olduğu kişi ve firmalar cinayet soruşturması ve mali araştırmalar kapsamına alınmalıdır. '''24-''' Yeteri kadar bilgi toplanan ve itirafçı İbrahim Babat'ın açıklamalarıyla da ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde, Bodrum Sun Club olayları ve 40 bin doların haraç olarak alınması ve paylaşımı iddiaları ile Hikmet Babataş cinayeti yeniden soruşturulmalıdır. '''25-''' İlgili bölümde yer aldığı üzere, Eximbank - Türkmenistan ve Emperyal Şirketi ilişkileri detayı ile araştırılmalı ve gerekiyorsa soruşturulmalıdır. '''26-''' Ömer Lütfü Topal'ın ölümünden sonra ortaya çıkan 105 milyon dolarlık borcun sebebi ve hangi şirket bilançosunda yer aldığı müstakilen araştırılmalı, Emperyal yöneticilerinin açıklama yapmaları sağlanmalıdır. '''27-''' Bankalarla ilgili soruşturmaların sonucu için yasal düzenleme yapılması hususu karara bağlanmalıdır. [[Kategori:Raporlar]] [[Kategori:1990'larda eserler]] cb2ycaowmel88eb4oa7zfv6sd24nqqb 168170 168169 2024-10-19T17:07:56Z 88.241.65.165 168170 wikitext text/x-wiki {{eser | önceki=← [[Raporlar]] | sonraki= | başlık={{PAGENAME}} | bölüm= | yazar=Kutlu Savaş | notlar=Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı [[w:Kutlu Savaş|Kutlu Savaş]]'ın [[w:Susurluk Skandalı|Susurluk Skandalı]] için hazırladığı rapor}} == ÖNSÖZ == İlişikteki rapor "Soruşturma" raporu olmadığı gibi fezleke veya teftiş raporu da değildir. Giriş bölümünde açıklandığı üzere başkanlığımızın bir soruşturma raporu hazırlaması için teknik ve hukuki olarak yetkisi de yoktur. Ek: 1 olarak yer alan Başbakanlık Onayı da bu çerçevede imzaya sunulmuştur. Rapor sadece Başbakanlık makamına bilgi sunmak ve önerilerde bulunmak üzere hazırlanmıştır. Doğruluğu, yanlışlığı, eksikliği sadece Başbakanlık makamınca takdir edilecektir. Teftiş kurullarının hazırladığı raporlar genellikle "gizli" kaydını taşıdığı ve kamunun bilgisine ancak makamın izni ve uygun görmesi ile sunulabildiği cihetle, bu raporumuz, ilgililerin veya kamunun bilgisine sunulması amacına matuf böylesine bir öneriyi ihtiva etmeksizin doğrudan ve sadece Sayın Başbakan'a arzedilecektir. == Giriş == Bu rapor Sayın Başbakan'ın 13.08.1997 tarih, TEFTİŞ.M:139 sayılı onaylarına istinaden hazırlanmıştır. Mezkûr onaydan da anlaşılacağı üzere Sn. Başbakan'ın konuyla ilgili şifahi talimatları, sonra da yazılı emirleri alınmıştır. Bu konunun kamuoyunda yarattığı heyecan ve ilginin yanısıra Teftiş kurulları açısından değerlendirilmesi önem taşıyacaktır. Çünkü kamuoyunda Susurluk kazası/olayı adı altında bilinen ve tartışılan konu hukuken bir trafik kazasından ibarettir. Bu konu da yargıya intikal etmiştir ve yapılacak bir iş veya bürokratik işlem kalmamıştır. Oysa kamuoyu, siyasetçi - Yeraltı Dünyası - Kamu Kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin "terörle mücadele ve ülke menfaatleri" olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur. Kamuoyunun paylaştığı bu çerçeve, gerçekte "Susurluk Olayı"nın da genel çerçevesini oluşturmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Başbakan Erbakan'ın çalıştırdığı müfettişler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu da bu çerçevede çalışmış ve raporlarını bu zeminde oluşturmuşlardır. Beklenti de bu yöndedir. Sayın Başbakan'ın temayülü ve muhtelif konuşmalarda altını çizdiği çerçeve de bu kapsamdadır. Başkanlığımız da görev alanını, bu yaklaşımın belirlediği bir muhteva içinde düşünmüş ve çabalarını bu noktalara teksif etmiştir. Bu yaklaşım doğru ve genel kabul gören bir çerçeveyi oluşturduğu gibi yeni görevlendirmelerin de hukuki zemini teşkil etmektedir. Aksi taktirde Susurluk olayı ile irtibatlı konuların hemen tamamının yargıya intikal etmiş olması, Başkanlığımızın yeniden görevlendirilmesini imkânsız kılacak bir mahiyet arzedecekti. Sadece İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu'nca 18, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından 16 adet inceleme - soruşturma yapılması, Susurluk kazasının trafik yönü itibariyle bir mahkemede, çete oluşturulması yönüyle DGM'de, Topal cinayetine ilişkin davanın bir başka mahkemede, konuyla ilgili birçok davanın da değişik yargı mercilerinde yürümekte olması, Maliye, Adalet ve Turizm Bakanlıkları'nca kendilerini ilgilendiren konularda inceleme - soruşturma yapılması, dolaylı konuların ilgili kurumlarınca ele alınmış olması gözönünde tutularak, gerçekte Susurluk olayına girmek için maddi konuların tümünün ele alınmış olması sebebiyle, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı konunun dışında bırakılabilirdi. Ortada olan tek alan yukarıda arzedilen ve kamuoyunun da beklentisine cevap olarak illegal ilişkilerdi. Bu noktada bir özel konuya temas etmekte yarar vardır. Susurluk Kazası'nda yeralan kişilerin kazanın oluş mahalline kadar değişik yerlerde - İstanbul, Yalova, İzmir, Kuşadası - aynı günlerde birliktelikleri, hatta S.E.Bucak'ın beyanına göre koruma polislerinin takip edildiklerine ilişkin endişeleri nedeniyle önce İzmir'i, sonra da Kuşadası'nı terk etmeye karar vermeleri sonucu İstanbul'a dönerlerken Susurluk'taki trafik kazası vukubulmuş ancak kamuoyunun ve medyanın tepkisi ile kazanın öncesi günlerdeki birliktelikler ve kazanın oluşumu önemli ölçüde her yönüyle ele alınarak yargıya intikal ettiğinden raporumuzda bu konular, bilindiği ve tekrara yer vermemek için ele alınmamıştır. Bu konuda bir başka temel düşüncemiz, "Susurluk Olayı" adı altındaki kapsamlı ve çoğunlukla illegal ilişkiler ağını dikkate getirmek olduğundan, özellikle polisiye olaylar noktasında kaybolmadan, olayı bütünüyle takdim etmektir. Aslında bir bütünlük içinde ele alınması gereken Susurluk konusu, yukarıda kısaca sunulduğu üzere, parçalara ayrılmış işin özü ve esası özellikle yargı safhasında gözden kaçmıştır. Mehmet Ali Yaprak kaçırılmış, olay adliyeye intikal etmiş, Gaziantep Savcılığı, İstanbul Savcısı'nın ifadeleri alıp göndermesini talep etmiştir. İfadeler alınmış, gönderilmiş ve takipsizlik kararı verilmiştir. Gaziantep Savcısı ise yüzleştirme kararını yazmış ancak, daha sonraki safhalarda bu husus da gerçekleştirilmemiştir. Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırıldığı araçta Müfit Semet'in parmak izi bulunmuş ama konunun adliyeye intikal etmemesi sağlanmıştır. Bir kamu kuruluşunun üst düzey yetkilisi devreye girmiştir. Şubat 1997'de Başbakanlık bu konunun takibini Adalet Bakanlığı'ndan yazı ile talep etmiş, Bakan Şevket Kazan talimat vermiş konu Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nde beklemeye bırakılmış, Eylül 1997'de yazılı talebimizle konu ancak hatırlanmıştır. İçişleri Bakanlığı kayıp silahlar konusunda soruşturma yapmış nedense tüm bilgi ve belgeler toplanmış olmasına karşılık konu 10 adet Baretta ile sınırlı tutulmuştur. İçişleri Bakanlığı'na yazılan ve "bilgileri için" Danıştay'a da gönderilen yazımız, dosyaların henüz kendilerine intikal etmemiş olmasına rağmen, "Danıştay'ın incelemesi safhasındadır" ibaresi sebebiyle Danıştay'ın tepkisini çekmiştir. (Açıktır ki fezlekenin bakanlıkta onayını takip eden safha Danıştay incelemesidir.) Neticede suçu ve suçluluğu su götürür 5 emniyet mensubu yargıya sevk edilmiş, milyonlarca dolarlık silah alımı konusu ortada kalmış eksik araştırma, hatalı değerlendirme yönündeki ikaz bakanlıkça dikkate alınmamış, aksine yeni bir raporla ilk çalışmanın doğruluğu iddia edilmişse de Danıştay'ın özel harekat mensupları hakkındaki suç duyurusu bakanlığın eksik soruşturmasının delili olmuştur. Ama halen de milyonlarca dolarlık silah alımı konusu bakanlıkça sonuçlandırılmamıştır. Raporun değerlendirme safhasında bu örnekler çoğalacak ve detaya edilecektir. Üzerinde durulan husus, bütün parçalara ayrıldığı, hiçbir makam ve merciide birleştirmenin yapılamayacağı bir noktaya gelinmiş olduğudur. Başbakanlık Teftiş Kurulu: Yargı alanına girmemeye özen göstererek imkân olduğu taktirde yargıya yardımcı olmayı da hedefleyerek bu bütünlüğü sağlamaya dönük bir çalışma yapmıştır. Devletin işleyişinden ve Teftiş Kurullarının çalışma sisteminden haberdar olan herkes, (bu safhada) Susurluk Olayı'nı her yönüyle "soruşturmaya" imkân kalmadığını tespit edecektir. İşin önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü, bazı konuların ancak polis yetkisinde olan hususları kapsadığı ve müfettişler eliyle sonucu ulaşmanın güçlük arzettiğidir. Ömer Lütfü Topal'ın evi cinayetten kısa bir süre sonra aranmıştır. Arayanların şefi olduğu iddia eden ve bariz bir Doğu Anadolu şivesi ile konuşan bir kişinin mevcudiyeti tespit edilmiştir. Cinayetten uzunca bir süre sonra evin etrafında herhangi bir güvenlik tedbiri olmadığı da iddia edilmiştir. Bu konu polisiye bir çalışmayı gerekli kılmaktaydı. Elde edilecek bilgileri yargıya da iletmek üzere gerekli çalışmaların yapılması Emniyet Genel Müdürlüğü'nden talep edilmiştir. Emniyetçe yapılan araştırma hata veya eksiklik olmadığı gibi bir sonuç vermiştir. Ancak aynı yazımız içinde yeralan MİT İstanbul Bölge Başkanlığı'nın Topal cinayeti konusunda Emniyeti niçin uyardığı ve niçin bir gurup polisi suçladığı iddiasının cevabı ortaya çıkmamıştır. Keza Ömer Lütfi Topal'ın muhasebe ve gizli kayıtlarının bulunduğu bilgisayarların polisiye usul ve metodlarla aranması ve bulunması yine Emniyet Genel Müdürlüğü'nden istenmiştir. Çalışmamızın önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü vardır. Hemen hemen her teftiş inceleme ve soruşturmada ortaya çıkan temel görüntü, kurumların müfettişler karşısında sergilediği tavrın özelliği hususudur. Kurumlar ve yöneticiler araştırma yapan denetim elemanlarına karşı genellikle zahiri bir açıklık ve şeffaflık içinde yaklaşıyor görüntüsü altında gerçekte hiçbir yardım sağlamamaya özen gösterirler. Çalışma mekanı, sekreter, telefon, araç temin edilir, sadece bilgi vermede çekimserlik gündemdedir. Araştırılan konunun müsebbibi olanlar haliyle çekimserdir. Konuyla ilgili olmayanlar "bu işe bulaşmamak kaygısındadır." Bürokraside her zaman gözlemlenen bu tavır elbette normaldir, tabiidir. Susurluk olayında ise daha normal ve tabiidir. Başbakanlık Teftiş Kurulu bu tavrı hiçbir zaman engelleme, örtme olarak algılamamış ve karşıt bir tedbire ihtiyaç duymamıştır. Çünkü bu tavrı etkisiz kılmanın yolu gerekli gereksiz evrakları dikkatle incelemek ve ilgililerle bıkmadan usanmadan sonu gelmez görüşmeler yapmaktan geçmektedir. Dört saatlik bir sohbetin neticesi bazen iki sayfa tutan not olmuştur. Genellikle de bir isim, bir ilişki, bir hesap numarası, bir görevlinin olmaması gereken bir yerde bulunması, bir telefon numarası veya bir banka irtibatı takip edilecek ve ulaşılacak bir bilgiye işaret etmiştir. İşte bu görüntü içinde kamu kurumları Susurluk Olayı patlak verince zahiri bir heyecanla üzerlerine düşen görevi yapma gayreti içine girmişlerdir. İçişleri Bakanlığı'nın ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün inceleme ve soruşturmaları bu cümledendir. Adalet Bakanlığı ise kendilerine Ocak 1997'de aktarılan iki konudan birini Bakan Şevket Kazan'ın talimatına rağmen inceletmemiştir. Turizm Bakanlığı, Kumarhaneler (Talih Oyunları Salonları) ile ilgili hususları ele almış rapor tanzim etmiş, Ömer Lütfü Topal'a verilen ve kayıtların gözardı edilmesi ile elde edilen sabıkasızlık kaydına dayalı ruhsat işlerinde Bakanlığı yanıltan Adalet Bakanlığı adli sicil ilgilileri hakkında işlem yapılmasını talep etmiş, ancak Emperyal Şirketi'nin kanunsuz elde edilmiş işletme ruhsatlarını iptal etmeyi -görüşmelerden anladığımız o ki- hatırlarına bile getirmemişlerdir. Kasım 1997'deki uyarımız da bir sonuç vermemiştir. Eximbank, Türkmenistan'da iki oteli kredilendirmiştir. Neticede anlaşılmıştır ki bu iki oteli kumarhaneleri ile birlikte işleten Emperyal Şirketi'dir ve esas borçlu da yine Emperyal'dir. Eximbank bu bilgiye rağmen temdit taleplerini uygun karşılamıştır. Kendilerine teftişin icraya karışmayacağı, ancak mevcut bilgilere rağmen Emperyal'in kredisini yeniden temdit etmede hassiyet göstermeleri hatırlatılmıştır. Susurluk olayı ile alakalı ve ilgi çekici bir husus da kurumların kendi kusurlarını unutup bir diğerini suçlama konusundaki itinalı davranışlarıdır. Askerler ise tam bir suskunluk ve sessizlik içinde olaylara sadece seyir açısından bakmışlardır. Oysa Jandarmanın söyleyecek çok sözü olması gerekirdi. Özellikle de Yeşil, itirafçılar konusu ile Cem Ersever'in niçin veya nasıl öldürüldüğünü araştırıp Kamuoyuna değilse bile Başbakanlığa duyurabilirlerdi. Siyaset de Susurluk konusunda tarafsız olmamıştır. Konunun ülke meselesi mi hükümet meselesi mi olduğu siyaset sahnesinde anlaşılamaz hale getirilmiştir. Bir sayın Devlet Bakanı "Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun, bu konudaki birikimine rağmen kendisine müracaat etmemesini" tenkit konusu yapmıştır. Hem de gazetelere beyanat vererek. Kendisinin bakış açısının farklı olduğu iki gün sonraki beyanatıyla da (Gizli Servisler, CIA vs.) ortaya çıktığı cevabını vermek elbette mümkün olamamıştır. Üstelik Başbakan dahi partisinin ve şahsi politikasının gözlüğünü kullanmamızı teklif etmemiş, empoze etmeye çalışmamışken sayın Bakanın kişisel bakış açısını empoze etmekten öteye gitmeyecek bir görüşme isteğini basının sayfalarına aktarması, kurulumuzun çekimserliğinin haklılığını ortaya koymuştur. Diğer bir husus da şudur; Teftiş Kurulu'nda yıllardan beri çalışan her müfettiş görevi aldıktan sonra yasal imkanlar ve çalışacağı kurumlarla başbaşa kalır. İlk defa -muhtemelen de son defa- sayın Başbakan, karşılaşacağımız herhangi bir güçlüğü aşmamız için kendisine yaptığımız müracaatı anında karşılamış, doğrudan veya dolaylı olarak çalışmalarımıza yardımı dokunacak bilgilere ulaşmamız için gerekli her türlü ilgi ve yardımı sağlamıştır. Temmuz ayında görev verirken; Teftiş Kurulu'na hiçbir müdahale yapılmaması, buna tevessül eden olursa ve gerekirse kendilerinin devreye girmesi ve bürokrasiden gelebilecek rahatsızlığı gidermesi temennimizi tereddütsüz kabul etmiştir. Sayın Başbakan bu şarta gereğinden fazla riayet ettiği gibi çalışmaların safhalarında bilgi dahi istememiştir. Bu durum bazı hükümet üyelerinin ve bazı milletvekillerinin ümitsizliğine yol açtığını görmemiz üzerine Sayın Başbakan'a (20 Kasım 1997'de) Devletle alâkalı pek çok irtibatı tesbit ettiğimizi ve Devlet kurumlarında yapılacak pek çok düzenleme olduğunu, hükümetin ve kamuoyunun önerilecek bu tasarruflar sonucu alınacak tedbirlerle rahatlık duyabileceğini ifade etmek ihtiyacı hissedilmiştir. Kamuoyu devletteki "Çete" irtibatlarına konsantre olmuşken bu konuya da kısaca temas etmekte fayda vardır. Çetelerin sadece silahlı ve insan öldüren görünümü tartışılmakta başta uyuşturucu ticareti yapan gruplar gündeme gelmektedir. Bu kanunsuz yapı, Devletin kolayca baş edeceği, dünyanın her tarafında müşahede edilen, ortaya çıkan ve her ciddi Devlette hele de toplumsal reaksiyon doğmuşken tasfiyesi mümkün bir görüntüdür. Oysa ülkemizde çete konusu iki ayrı gelişme göstermiştir; birincisi Ömer Lütfü Topal organizasyonunun uluslararası ölçekte ve değerde "mafya"laşma süreci, ikincisi silahlı faaliyetlerin ve zor kullanmanın dışında kalan eğitimli, saygın kişilerden oluşan, kravatlılar grubu olarak tariflenebilecek gruplaşmalardır. Ömer Lütfi Topal, yüzlerce milyar liralık gelir elde etme imkanına kavuşarak belli bir dönemde devlete sızma ve rüşvet vererek iş yaptırma seviyesinden, kamu görevlilerine artık emir verme seviyesine yükselirken öldürülmüştür. Böylece Cumhuriyet tarihinin; polisten, jandarmadan, yargıdan korkmayan ilk Amerikan tipi mafyalaşma süreci yarım kalmıştır. Bu seviyeye ulaşan bir başka grup da yoktur. Üstelik "Bitirimhane işleticisi Fındıkzadeli Ömer" bir süre sonra kumarhanelerini tasfiye edip, yatırımlar yapmaya başlayan, fabrikalar satın alan ve hatta fabrikalar kuran Ömer Bey olma tercihini net olarak ortaya koymuşken, projelerini tahakkuk ettirme fırsatını bulamamıştır. Yine de etrafındaki hale, koruyucu bulundurmasını, 3 - 5 arabayla birlikte sokağa çıkmasını ve kendini korumak için tedbir almasını gereksiz kılacak kadar geniş ve etkiliydi. Adamlarının habersizce aldığı tedbiri de farkettiği anda çok şiddetli reaksiyon göstermiştir. Bu tercih öldürülmesine yol açmamıştır. Kendisini öldüren sistem zaten her türlü tedbiri geçersiz kılacak kadar güçlüydü. Konumuz açısından üzerinde durulan ikinci ve birincisinden çok daha etkili çete faaliyeti, bizatihi devlet gücünün ve yetkisinin bu amaçla kullanımı ve organize oluşudur. Örnek olarak Bankalar verilecektir. Başbakanlık Teftiş Kurulu 3 kamu bankasında bir değerlendirme yapmış ve ortaya ürkütücü bir tablo çıkmıştır. Milyonlarca doların ve milyarlarca TL'nin bu bankalara dönüşü mümkün görülmemektedir. Uzun vadeli teminat mektuplarının nakde dönüşeceği muhakkaktır. Bankalar kendi kârlılıklarını azaltma pahasına belli kişi ve firmaları finanse etmiştir. Leasing ve off shore kredileri tam bir bataklıktır. İnşaatlar aşırı derecede pahalıdır. İlerideki bölümlerde bu anlamda oluşan siyaset - bürokrat ağırlıklı grup faaliyetlerine isimlendirilerek yer verilecektir. Belirtmek gerekir ki buradaki saygın isimler Bankalar Kanunu'na mugayir işler ve işlemler yapmamışlar, DGM'lerin görev alanı kapsamında faaliyet göstermişlerdir. Bankalarda cereyan eden olayların parasal boyutu, kamuoyunun "Susurluk" olarak algıladığı olaylar toplamını aşacaktır. Ve banka olaylarını genel kirlenmenin sebebi veya sonucu değil hızlandırıcısı olarak kabullenmede isabetsizlik olmayacağına inanılmaktadır. Çünkü kirliliğin hedefi para ve paranın sağlayacağı güçtür. Susurluk olayının çerçevesinin bu olduğu hususunda da ittifak vardır. Bu bölümde yer alması gereken son bir husus da çalışmayı yürüten Başbakanlık Teftiş Kurulu hakkındadır. Çalışma safahatının hemen hemen tamamı Başkanlığın tercihleri doğrultusunda cereyan etmiştir. Muhteva da bu çerçevede belirlenmiştir. Zaman zaman kurulun tüm müfettişleri ve yardımcıları dahi devreye girmişlerdir. Özellikle Başkan Yardımcısı Osman Nuri Oduncu mevcut yükün büyük bölümünü taşımış, Başmüfettişler Mehmet Akın ve Ayşegül Genç aylar boyu çalışmışlardır. Yine de tayin edici karar ve tercihler başkanlıkça yapıldığı için hata ve eksikliklerin tamamı başkanlığa ait olacaktır. Ancak, bu çalışmanın temel iddiası; bilerek isteyerek ve hatalı olduğu aşikâr hiçbir tercihin yapılmadığı noktasındadır. Adı geçen müfettişler çalışmanın her safhasında sıkıntılı ve güç incelemeleri yürütmüşler, derleme ve değerlendirmeleri üstlenmişlerdir. == SUSURLUK'LA İLGİLİ GELİŞMELER == Giriş bölümünde arz ve izah edildiği üzere Susurluk Olayı bir bütündür ve olaylar zincirinden ibarettir. İstanbul'da Özgür Gündem Gazetesi'nin bombalanması, Behçet Cantürk'ün öldürülmesi, Diyarbakır'da yazar Musa Anter'in öldürülmesi; İstanbul'da Tarık Ümit olayı ile Azerbaycan'da ihtilâl denemesi; Bodrum'da Hikmet Babataş cinayeti, Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılması, Bankaların trilyonluk kredileri gerçekte Ankara'da cereyan eden olayın muhtelif veçheleridir. Halen Milletvekili Sn. Hayri Kozakçıoğlu'nun "Ben Olağanüstü Hal Bölge Valisi iken Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ı bölge sınırları dışına çıkarmıştım" dediği olay her ne ise, bizim de Susurluk olayından anladığımız aynı şeydir. Sn. Kozakçıoğlu işaret etmektedir ki Yeşil adlı kişi Olağanüstü Hal Valilik çalışmaları için yararlı değil zararlıdır. Ama yanı kişi Jandarma için, MİT için zararlı değil yararlı bir kişidir. Hatta o kadar yararlıdır ki, Kocaeli Emniyet Müdürü, Hadi Özcan isimli çete reisinin teslim olması için Yeşil'in aracılığına başvurmaktadır. Bu kişi o kadar yararlıdır ki polis tarafından yanlışlıkla (veya MİT'e gözdağı vermek için) karakola götürülüp sorgulandıktan sonra -gelip adamınızı alın-denmekte ve serbest bırakılmakta, MİT'te kırılan kaburga kemiklerini tedavi ettirmektedir. Susurluk Olayı nedir? Kasım 1996'dan itibaren faili meçhul olaylar adeta bıçakla kesilir gibi durmuştur. Susurluk işte budur. Bir üst görevli Eylül 1997'de; "...yurtdışından geldi ve başımıza bela oldu. Ortadan kaldırılması gerekiyor ama ortam müsait değil" diyordu. Susurluk olayı bu değilse hangisidir? Susurluk olayının başlangıcı belki de zamanın Başbakanı Çiller'in bir cümlesinde gizlidir. "PKK'ya yardım eden işadamlarının listesi elimizde" diyordu. Sonra da infazlar başladı. İnfazların kararını kim veriyordu? Bozulmanın başlaması ve vatan - millet hesaplarının yerini kişisel hesapların alması kaçınılmazdı ve öyle oldu. Bu rapor, Susurluk olayını işte böyle algılamaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da zemin çok daha kaygandı. İtirafçılar, korucular, aşiret reisleri zaten karmaşık bir yapı oluşturuyorlardı. PKK'lı teröristle sade vatandaşı ayırdedecek açık bir ölçü bulmanın güçlüğü ilave edilince, o bölgede vatanı için canını riske sokan polis - asker gençlerimizin yaşadığı zorluğu anlamak kolaylaşacaktır. Ancak kişisel hesapların gündeme gelişi ve uygulanışı çok sonralarıdır. Bölgede yıllardır devam eden mücadele ve PKK saldırıları batı bölgelerinde dahi genişleyen bir tepki yaratırken, olağanüstü hal bölgesinde yaşayanların ve PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir. Ancak bu olağan fakat karmaşık görünüm içinde yer alan kurumları ve bu karmaşık yapıda gelişen bazı olayları detaye etmek gereklidir. Böylece ülkenin PKK ile mücadelesinden, Ankara'ya - İstanbul'a ve parasal ilişkilere uzanan bir güzergâhı görmek mümkün olacaktır. == EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ == PKK ile mücadele 80'li yıllar boyunca Silahlı Kuvvetler'e terk edilmişti. Siyasi tartışmalarda bile, hükümetlerin terör konusunda bir tedbiri olmadığı bu konuyu askerlere tevdi ve terk ettiği tenkit olarak söylenegelmiştir. Ardından ve 1991 sonlarında iktidar değişince terörle mücadelede esasa müteallik bir değişimin gündeme geldiği söylenemez. Asgaride uygulamalarda ve görünümde önemli bir fark ortaya çıkmamıştır. Zaten 1992 yılının hakim faaliyetleri; devlette kadro değişiklikleri, Cumhurbaşkanı ile tartışmalar ve özellikle de Koskotas dosyalarıydı. Gazetelerin ve basının en önemli haberleri ve hükümetin dikkati bu noktalardaydı. Daha sonra ve 1993 yılı köklü değişiklikleri gündeme getirdi ve terörle mücadelede şahinler devri başladı. Başbakan terörle mücadeleyi, ön plandaki faaliyeti olarak takdim etti. Emniyet Genel Müdürlüğü'ne Mehmet Ağar geldi ve ciddi bir tercih yapıldı; polis terörle mücadelede daha aktif olacak bir konuma getirildi ve Özel Harekât Timleri ön plana çıktı. Özel Harekât Timlerinin lehinde - aleyhinde çok şey söylenmiştir. Ancak emniyetin dosyalarındaki rutin yazışmalara eğilince çok önemli bir görüntü öncelikle tesbit edilmektedir. İl Valileri özel güvenlik gerektiren her önemli olayda Özel Harekât Timleri'nin görevi devralmasını, asgaride görevde olmasını talep etmektedirler. Hatta bir çok Vali, tayinler sebebiyle eksilen kadroların süratle doldurulmasını talep eden çok sayıda yazıyı imzalamışlardır. Özel Harekât önceleri merkezde Şube Müdürlüğü, Ankara - İstanbul - İzmir illerinde Bölge Grup Amirliği olarak teşkilatlanmıştı. Genel Müdürlükte Asayiş Daire Başkanlığı'ndaki Şube Müdürlüğü daha sonra Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi Başkanlığı bünyesinde yer almış 26.7.1993 tarihli olup ancak Resmi Gazete'de yayımlanmayan Bakanlar Kurulu Kararı ile Özel Harekat Daire Başkanlığı kurulmuştur. Hatta 12.08.1993 tarihinde yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile kanunda değişiklik yapılarak Özel Harekat Polis Okulu açılmasına ve özel personel yetiştirilmesine imkan hazırlanmıştır. Dairenin çalışmalarını düzenleyen Yönetmelik "Çok Gizli" işaretini taşımaktadır. Bu yönetmeliğe göre daire doğrudan Genel Müdüre bağlanmıştır. Özel Harekât Dairesi "Devletin ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki temel Anayasal düzenin yıkılmasına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeye yönelik baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerini kullanan terör örgütlerini meskun veya kırsal kesimde etkisiz hale getirmek, rehin aldıkları kişi, uçak, araç ve yerleri kurtarmak için ani müdahale, pusu, keşif, baskın ve operasyon yapmak üzere" kurulmuştur. Kursu tamamlayıp Özel Harekat birimlerine atanmış personel, atamaya yetkili amirin onayı olmaksızın branşı dışında bir hizmette çalıştırılamamaktadır. Özel Harekât Timleri ise en az 20 Özel Harekât personelinden oluşmakta, sorumluluk bölgeleri ise "illerin polis mıntıkaları ve polis bölgesi dışındaki kırsal alanlardır." Ancak polis sorumluluk bölgeleri dışında askeri birimlerin talebi ve askeri makamların sorumluluğunda görev yapmaktadırlar. Mevcut evrakların tetkiki ve yazışmalar Özel Harekât Dairesi'nin ayrıcalıklı durumu ve konumunu açıkça ortaya koymaktadır. Belli başlı problemlere ise Dairenin 30.06.1997 tarihli brifing dosyasında da yer verilmiştir. Yetiştirilen toplam personel sayısı 8443 kişidir. 2043 kişi çeşitli sebeplerle ayrılmıştır. TİM'lerin çalışma, dinlenme, yıllık izin şartları genelde çok ağır ve zahmetli uygulamaları gerektirir. Bu sebeple de tazminatlar ödenmektedir. (1) Özel Harekat personelinin dağılımında kısa sürede ciddi problemler ortaya çıkmıştır. Süresini tamamlayan personelin atanması sonucu 1998 yılında Türkiye genelinde ve bölge dışında 5000 personel birikecek oysa Olağanüstü Hal Bölgesi'nde sadece 1600 personel kalacaktır. Personel tercihleri dikkate alındığında ise Batı'da beş ilde talepler yoğunlaşmaktadır. İşte bu durum Özel Harekât Dairesi'nin kısa bir dönemde beklenen fonksiyonunun dışına çıktığını ortaya sermektedir. Brifing raporunda açıkça "İllerdeki bu dengesiz dağılımdan dolayı birimimizin asıl görev yoğunluğunun bulunduğu Doğu ve Güneydoğu illerimizde büyük bir boşluğa sebep olacağı gibi Batı illerimizde de personel sayısı kabarık sorunlu şubeler yaratacağı gerçektir. Bundan da anlaşılacağı gibi yeni kurslar açarak, Doğu'daki ihtiyacı mümkün oluyor gibi görünse de Batı illerinde yığılmanın önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Kaldı ki, yeni kursların da getirmiş olduğu maddi külfet oldukça yüksektir." Bu gerçekçi tespit Özel Harekât Dairesi'nin genel ve çözümlenemeyen problem yönünü açıklamaktadır. Ancak bu personel probleminin beraberinde getirdiği ve birçok ilgilinin "Güneydoğu Sendromu" ifadesiyle tariflediği daha derin ve köklü bir başka problem vardır; Güneydoğu'da silah elde, teröristlerle çarpışan, teröre yardım ve yataklık eden kişileri dağda, köyde ve mezrada takip eden Özel Harekâtçı Polis, Batı'ya geldiğinde yine aynı insanları görmektedir. Hatta arama yaptığı ücra köyden göç etmiş insanların yeni taşındığı evin bir alt sokağında ve yine "bir grup halinde" ikamet ettiklerini görünce kendisi ve ailesi için "tedbir" almak zaruretini hissetmektedir. Bir süre sonra Özel Harekât Tim'leri ama bu defa savunma saikiyle oluşturulmaktadır. Burada kritik bir başka husus vardır; Emniyet Müdürleri atandıkları illere kendi ekipleri ile, seçtiği yardımcılar ve "Tim"lerle gitmektedirler. Böylece Güneydoğu'daki "Tim" Batıda bir ilde de oluşmakta eski dayanışma ve "ilişkiler" aynen sürdürülmektedir. İlişkilerinin sürdürülmesinde iki önemli unsur vardır; Birincisi korunma ve güvenlik, ikincisi Olağanüstü Hal Bölgesi'nin yagyın ve tabii hale gelen kaçınılmazlığa bürünmüş işleri. Açıkça ifade ve itiraf etmek gerekir; yakalanan veya ölü ele geçen PKK'lıların üzerinde silah, mermi, teçhizat, patlayıcı, telsiz hatta barınaklarda çuvallarla yiyecek, giyecek bulunmakta fakat asla para, döviz ele geçmemektedir. Hiç değilse yakalanan ve kod adı bile teşhis edilen bölge ve tim sorumlularında dahi acil ihtiyaçlar için para-döviz bulunamamaktadır. Bölgede görev yapmış görevliler haklı olarak PKK'lı teröristin canı da malı da Devlete helaldir görüşündedirler. Ancak daha sonra Batı illerinde, doğudan göç etmiş ve polis asayiş görevlilerince "rahat durmadıkları" belirtilen Kürt grupları Özel Tim'in hedefi haline gelmektedirler. Gerçekten çarşı - pazarı, yeraltı dünyasının çeşitli faaliyetlerini zorla ele geçiren Kürt gruplarını kontrol altına almak ve illegal kazançlarına ortak olmak "helal bir iş"i teşkil etmektedir. Özellikle Doğu'daki korucu ve itirafçı grupları gelecekleri belirsiz olduğu için yaygın bir çeteleşme sürecindedirler. Bu işlerse Yeşil'in "Akıllı olun. Yalnız başınıza yemeyin. Paylaşın. Aksi halde size bu kazancı yedirmezler. Kustururlar" anlayışı doğrultusunda paylaşmayı gerekli kılmaktadır. Böyle bir çeteleşme süreci daha Doğu ve Güneydoğu illeriyle sınırlı kalamazdı. Ve kalmadı. Büyük illere doğru genişlemeler oldu ve müesseseleri-devleti tahribeden-çürüten bir veçheye büründü. (2) Aylar süren görüşmelerimizin verdiği bir sonucu Sayın Başbakan'a arz etmek gerekir. Bu kirlilik içinde yeralan gruplar, mantıklı -ama ispata ilişkin bir belge olmaksızın- bir sıralamaya tabi tutulabilir. Birkaç yüz kişiden ibaret olmalarına rağmen itirafçılar yaptıkları itibarıyla bir numaradırlar. Korucular çok kalabalık ve sayıca çok fazla illegal faaliyetin sahibi olmalarına karşılık oransal olarak ikinci sırayı almaktadırlar. Üçüncü sırada polis daha sonra da jandarma yer almaktadır. Burada hassas bir noktaya temas etmek gerekir. MİT'te Sayın Başbakan'ın başkanlığında yapılan toplantıda da açıkça izah edildiği üzere; görüştüğümüz resmi-sivil hiçbir görevli, sivil ve şahsımıza itimadını teyit eden hiçbir kişi. Genelkurmay'a bağlı -Jandarma dışındaki- birliklerin ve kumanda kademelerinin bu eylemlerin içinde yeraldığına dair herhangi bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir. -¯¯ Özel Eğitim görmüş Özel Harekâtçılar bölgeden ayrıldıktan sonra bazıları Güneydoğu şartlarını Batı'ya taşırken, silahlı kuvvetlerin özel eğitim görmüş komandoları terhisten sonra evine - köyüne - işine dönmüştür. Güneydoğu sendromunun, disiplinin hakim olduğu askeri ve düzenli birliklerin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Bu bölümdeki konumuz ise, kısaca Emniyet Teşkilatı'dır. Ancak bazı konuları detaye etmeden bir genel açıklamaya ihtiyaç duyulmaktadır. Polis teşkilatımız 150 bin kişidir. Çok iyi yetişmiş uzmanların yanında, fedakarca çalışan ve her an hayatı dahil mesleğini ve geleceğini risk eden onbinlerce kişiyi suçlamak ve töhmet altında bırakmak elbette düşünülemez. Ancak polis teşkilatında Susurluk olayı bağlantısı yoktur demekte realist bir tavır olamaz. Buradaki ince çizgi, çalışmamızın tüm safhalarında dikkatle göz önünde tutulmuştur. ¯¯ Başbakan değişikliğinden sonra 1993 yılının ikinci yarısında polis ve istihbarat sisteminde köklü ve kamuoyunun yakın ilgisini çeken değişiklikler olmuştur. Daha sonraki dönemde değişikliğin köklü ve derin etkileri olan bir mahiyet kazandığı ortaya çıkmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü'ne parlak ve atak bir isim sahibi getirilmiştir; Mehmet Ağar. MİT Müsteşarı'nın değiştirilmesi gündeme gelmiş ancak bu operasyon yapılamamış. Mehmet Eymür'ün geri dönmesi pekçok kişiyi hayrete düşürmüştür. Çünkü Mehmet Eymür de adaşı gibi parlak ve atak bir kişiliktir. Ancak her ikisinin arası kapatılamayacak kadar derinden açıktır ve yıllar geçince anlaşmazlığın derinliği iyice ortaya çıkmıştır. Bu arada Başbakanlığın ilgi çekici tasarrufları devam etmiştir. MİT eski başkanlarından Nuri Gündeş, Başbakan İstihbarat Başmüşavirliği'ne getirilmiştir ki Nuri Gündeş'le Mehmet Eymür'ün arasında dostane olmayan bir geçmiş vardır. (3) Mehmet Ağar ise Eymür'ün yakın dostu E.Yarbay Korkut Eken'i yanına müşavir ve Özel Harekât Timlerinin eğiticisi olarak görevlendirmiştir. (K.Eken'in EMniyet'ten önceki geçici görev yeri Başbakanlık idi.) Böylece Başbakan'ın etrafında yepyeni ve etkili, parlak isimlerden müteşekkil bir çerçeve oluşmuştur. MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'ın MİT'te gençleştirme projesi bu çevre tarafından engellenmiştir. Özellikle Nuri Gündeş Başbakanın eşi ile yakın ilişkisi sayesinde etkili olmuştur. Mehmet Eymür'ün aynı kanalı kullandığı ise yaygın bir bilgidir. (4) İbrahim Şahin'in Özel Harekât Daire Başkanlığı'na getirilmesi sonucu Korkut Eken'in bu dairedeki nüfuzu olağanüstü artmıştır. İbrahim Şahin'in bölümüne verdiği talimat, "Korkut Eken'in isteklerinin kendi talimatı olarak uygulanması" tarzındadır. Daha da önemlisi Korkut Eken'in Genel Müdür Müşaviri olarak çalışacağı tüm teşkilâta ve İl Müdürlüklerine de duyurulmuştur. Bu dönemde Özel Harekât Dairesi güçlenmiş, sayıca artmış, Doğu ve Güneydoğu'da Özel Timlerin başarısı ve etkinliği en yüksek noktaya ulaşmıştır. Genel Müdür Mehmet Ağar, Başbakan'ın sağladığı destek ve emrindeki Teşkilâtla gerçekten etkili -zaman zaman bürokrasiden bildiğimiz örnekleri gibi- bir güce ulaşmıştır. Polis teşkilâtının ülke genelindeki yaygın fonksiyonu, bu gücü olağanüstü boyutlara taşımıştır. Polis teşkilâtına sağlanan imkânlar da artmıştır. Ama en önemlisi, Başbakan'ın destek ve güvenidir. Polis Teşkilâtı bu görünüm içinde önemli bir projeyi ele almıştır. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanması veya öldürülmesi. Böyle bir projenin gerçekleşmesi, hem teşkilâtın prestijini artıracak hem de siyaseten çok fazla prim yapacaktır. (Bu arada Tarık Ümit de İngiltere, Belçika ve Hollanda'da Dursun Karataş'ın izini sürmeye başlamıştır. Uyuşturucu taciri ve Hayali ihracatçı Nurettin Güven de aynı ekiptedir.) Bu amaçla "örtülü ödenek"ten fon da ayrılmıştır. MİT kendi kaynaklarından 12.5 milyon doları defaten Emniyet Genel Müdürlüğü'ne nakit olarak tevdi etmiştir. (Bu ödeme, ancak Başbakan'ın talimatıyla olabileceği için niçin verildiği veya nasıl verildiği konusu detaye edilmemiştir.) Bu miktar daha sonra ve yine örtülü ödenek imkânlarıyla artırılmıştır. iddialar 70 milyon dolarlık bir fon oluşturulduğu şeklindeyse de Başkanlığımız bu meblağın 40 - 50 milyon dolar civarında olacağı kanaatindedir. Bu kanaat ilgililere yapılan görüşmeler ve elde edilen diğer bilgiler sonucu edinilmiştir. Silah taciri Ertaç Tinar'ın İsviçre'de mukim Genel Müdürü Max Bretscher'in anlatımıyla "Ertaç Tinar 70 milyon dolar civarında bir fondan bahsediyor ve bununla Türk Hükümeti'nin temin edemediği silah ve araçların satın alınacağını anlatıyor" olsa dahi 70 milyon doların tamamının yurtdışına çıkmadığı hemen hemen kesin gibidir. Ertaç Tinar, Londra'da yerleşik Hospro firmasının sahibi ve yöneticisidir. Hospro 100 poundluk sermayeye sahip bir tabela şirketidir. Uzun yıllar sağlık sektöründe faaliyet göstermiştir. Türk hastanelerine, İstanbul Üniversitesi sağlık kurumlarına milyarlarca liralık teçhizat satmıştır. Edinilen kanaat satın alınan bu cihazlarla hastanelerin özellikle de kalp ve damar cerrahi ünitelerinin ciddi şekilde suistimal edildiği şeklindedir. Ertaç Tinar 1994 yılına kadar, Kıbrıs pasaportu ile ve yabancı sermayeli bir şirketin Türkiye temsilcisi yabancı personel statüsünde faaliyette bulunmuştur. Yabancı Sermaye Dairesi -ne hikmetse- Geyve doğumlu bir Türk, Kıbrıs pasaportu ibraz edince kendisine yabancı personel için düşünülmüş çalışma iznini vermekte mahzur görmemektedir. Yabancı Sermaye Dairesi'nin çalışma izni de Emniyet Genel Müdürlüğü'nde adeta otomatik bir şekilde ikamet iznine dönüşmektedir.(5) Neticede Türk vatandaşı Ertaç Tinar, ülkemizde çalışan yabancı personel statüsüne dahil edilmiştir. Ertaç Tinar 1994 yılında hatta 1993 yılı sonlarında Emniyet Genel Müdürlüğü'ne müracaat ederek silah hibe etmek istediğini belirtmiş ve bu talep uygun görülmüştür. Bu arada birkaç ihaleye de katılmıştır. Kazandığı ihalelerde klasik müfettiş gözüyle problem olmadığı ifade edilemezse de bu konu Başkanlığımızca irdelenmemiştir. Sadece Emniyet Genel Müdürlüğü'nü, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nin kurulması safhasını ilgilendiren KHK maddelerine dayanarak ihalelerde klasik ihale metodlarının dışına çıkma, uygulamalarına son verilmesi gereğine işaret edilecektir. Ertaç Tinar'ın hibe talebi Genel Müdürlükçe uygun görülmüş silah ve teçhizat kolileri 1994 yılından itibaren ülkeye gelmeye başlamıştır. (Ertaç Tinar bu arada şahsi dostu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ertuğrul Oğan'ın tavassutuyla ve hemen hemen bir günde Türk pasaportu da almış ve daha sonra Kırmızı Pasaport taşımak üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cenevre Fahri Temsilcisi olmaya talip olmuştur.) Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Hospro 82 milyar liralık 154 kalem malzemeyi hibe etmiş, sadece 10 Baretta ve susturucusu kaybolmuştur. Ertaç Tinar'ın iş arkadaşı Max Bretscher'e göre Tinar "bir yıl içinde Divonne'daki evini ödedi. Versoix'deki apartmanını aldı. 1.7 milyona yeni bir ev, bir 600 Mercedes, bir Crysler Voyager ve karısına bir Mercedes 320 satın almıştı. Hepsini bir yıl içinde ve bu 70 milyon dolardan aldı." '''HİBE TEÇHİZAT VE SİLAHLAR''' Bu konunun iki büyük özelliği vardır; 1. Parası ödenerek alınan silah; mühimmat ve teçhizat, 2. İsrail'le -Mossad'la- kurulan ilişkiler. Her iki konunun çözümü de Hospro firması Ertaç Tinar tarafından geliştirilmiştir. Hospro İsrail'den satın aldığı silahları hibe olarak Türkiye'ye sevketmiş ve Emniyet kayıtlarına hibe adı altında geçmiştir. Bu konu üzerinde teferruatıyla durmak ihtiyacı vardır. Hospro firması İngiltere'de kurulmuş bir limited şirkettir. Şirketin sahibi veya ortağı olarak görünen Ertaç Tinar, Geyve doğumlu bir Türk vatandaşıdır. Kendisi bilahare KKTC tabiiyetine girmiştir. Türkiye'de Hospro firmasının temsilcisi olarak Yabancı Sermaye Dairesi'nden izin alarak çalışmaya başlamıştır. Ertaç Tinar, 1993 yılına kadar sağlık alanında faaliyet göstermiş, Sağlık Bakanlığı'na çeşitli tıbbi araçlar satmıştır. Tinar, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Bülent Berkarda ile METSAN adıyla bir şirkette ortaklık kurmuş ve muhtemelen yine tıbbi cihaz satışında yer ve rol almıştır. Adıgeçen, daha sonra KKTC'nin Cenevre Fahri Konsolosluğu'na talip olduğunda referans olarak Adalet Bakanı Sn. Mehmet Ağar'ı göstermiştir. Hospro, İngiltere'de kurulu bir tabela şirketidir. Sermayesi 100 pound'dur. Yıllardan beri de bu sermaye yapısı değişmemiş hisseler yarı yarıya Direktör Ertaç Tinar ve sekreter Nurdan Bergeman -bilahare Tinar- arasında bölüşülmüştür. İngiliz şirketler dairesi Company House'dan detaylı bilgi alınmış, 150 sayfayı bulan dokümanlar, teşkil edilen bir uzmanlar grubunca tercüme edilmiş ve ticari, mali yapısı ve faaliyetleri itibarıyla değerlendirilmiştir. Uzmanlar grubu, şirketin "100 pound gibi komik bir sermaye ile kurulduğunu, bugüne kadar sermayesinde herhangi bir artırım yapılmamış olmasını, şirket adreslerinin sık sık değişmesini, hisse dağılımının bir idareci ve bir sekreter arasında bölüşülmesini, bilançolarında yaptıkları faaliyetlerle ilgili hiçbir kalemin bulunmamasını, bilançoda sürekli ve artan oranda zararın yer almasını, borçların aktiflerinden daha fazla olmasını" şirketin gerçek anlamda bir şirket olamayacağını düşündürdüğünü belirterek, Company House'un dört defa şirketin kayıttan çıkarılıp feshedileceği ihbarında bulunduğunu, sonradan (ve muhtemelen yapılan itirazlar üzerine) sarfınazar edildiğini, denetim firmasının adresi de aynı olduğundan usuli bir denetim yapılmakta olduğunun ortaya çıktığını, belirtmektedirler. Şirket 1991 tarihli beyanında, tıbbi cihaz ve ekipmanlarla ilgili uluslararası ticaret yaptığını açıklamaktadır. Ancak ticari faaliyetler, binlerce pound olarak değil yüzlü rakamlarla bilançoda yer almaktadır. Yine 1991 tarihinde şirket Türkiye'de şube açmak amacıyla 70 milyon liralık bir tutarı uzun vadeli sermayeye aktarmıştır. Ve İstanbul'da 70 milyon TL. ile şirket tesis edilmiştir. Muhtelif yıllara ait bilançolarda şirket faaliyetlerine ilişkin bir kaleme rastlanmamaktadır. 31 Aralık 1995 tarihli beyannamede kâr - zarar hesabında 7046 pound görünmekte, 1 yıl vadeli alacakları ise 135.446 pound olarak yeralmaktadır. Sağlık Bakanlığı'ndan edinilen bilgilere göre Hospro'nun Sağlık Sektörü ile ilişkisi 1978 yıllarına kadar gitmektedir. Dr.Mürşit Koryak Astım Hastanesi 1978 - 1983 döneminde bu firmadan müteaddit kere tıbbi cihaz almıştır. Daha sonra bu hastane Koşuyolu Kalp Damar Cerrahi Merkezi olunca ilişkiler, Dr.Koryak'ın başhekim olduğu sürece devam etmiştir. Üniversite Hastaneleri de Hospro ile ilişki kurmuş, Akdeniz Üniversitesi firmadan Akciğer Pompası satın almıştır. Daha sonraları firma İngiltere'ye hasta götürmeye başlamıştır. Siyami Ersek Kalp Damar Cerrahi Merkezi 1988-1992 yıllarında Hospro'ya çeşitli ihaleler vermiştir. Sağlık Bakanlığı'nın tüm ihaleleri araştırılmamış sadece merkezde Ankara'da mevcut kayıtlar bir hekim tarafından incelenmiştir. Önemli olan husus şudur; sağlık sektöründe faaliyette olan Hospro 1992 yılını takiben bu sektörde görünmemektedir. Bu tarihten sonra firma ve Eratç Tinar Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında ortaya çıkmaktadır. Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin 23.2.1994 tarihinde "çok acele" kaydıyla bazı malzemelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiş, 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesindeki muafiyetlerden yararlanarak ve pazarlık usulüyle Hospro firmasından alımı için Genel Müdür Mehmet Ağar 27.2.1994 tarihinde onay vermiştir. İlgili Daire yetkilileri Hospro'yu ve Ertaç Tinar'ı tanımadıklarını isimlerin "makam"dan verildiğini söylemişlerdir. Olağanüsüt Hal Bölge Valiliği'nin kurulması hakkındaki 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 3. maddesi, Valilik teşkilâtının kurulmasını ve kamu kurumlarının bu konudaki talepleri yerine getirmesini düzenlemektedir. Bu maddenin Emniyet Genel Müdürlüğü'ne her türlü dış alımı tek firmadan, pazarlık yoluyla ve uygun görecekleri fiyattan satın almalarına imkan verdiği söylenemez. Ayrıca Hospro Limited'in nasıl ve nereden bulunduğu da belli değildir. Ertesi günü 28.2.1994'te toplanan ihale komisyonu 1.040.850 dolar olarak yapılmış teklifi yüzde 3 indirimle 1.009.000 dolar olarak hadde layık bulmuş ve satınalınmasına karar verilmiştir. Karar Mart 1994'te Genel Müdür Mehmet Ağar tarafından onaylanmış firma İsrail menşeili teçhizatı temin etmiş, Merkez Bankası 18.06.1994'de ithalat bedeli olan 1.009.000 doları toplam 32.5 milyar TL. karşılığı olarak transfer etmiştir. Bu satın almanın bu kadar süratle yürümesi takdire şayansa da aynı hız diğer konularda görülememektedir. Yine aynı tarihte yapılan bir talep, yukarıdaki seyri takib ederek 28.2.1994'te bu defa 1.211.214 dolarlık bir başka alıma konu olmuştur. Bir diğer alım ise 203 bin dolarlıktır. Her üç alım Hospro firmasından yapılmış ve standart yüzde 3 indirime tabi olmuştur. İhale Komisyonu kararları da 150, 151 ve 152 olarak birbirini takip etmiş Genel Müdür Mehmet Ağar her üç kararı aynı tarihte imzalamıştır. Burada dikkati çeken temel husus, Hospro firmasının aniden devreye girişidir. Bir tabelâ şirketinin Türk Emniyet Teşkilâtına milyarlarca liralık silah ve teçhizatı hibe etmesi de ilgi çekicidir. Eğer hibe, İsrail Devleti tarafından yapılıyor ise bu sistemin devletin diğer kuruluşlarınca oluşturulması gerekirdi. Eğer hibe olarak gösterilen işlem, gerçekte bir satın almaysa hiçbir gerekçe bu durumu izah edemez. Emniyet teşkilâtında gelişigüzel işlemleri, terörle mücadele veya vatan için dövüşmekle de izah etmek mümkün olamaz. Kaldı ki süratli alım yapmanın bir çok yolu yukarıda açıklandığı üzere vardır ve süratle hareket etmek mümkündür. Silahlarla ilgili sorunlar bitmemiştir. Ülkeye gelen silâh ve malzeme miktarı belli değildir. Özel Harekât Dairesi, naklettiği silahların kaydını tutmadığı gibi, Bakım-İkmal Dairesi'nden kolilerin "orijinal ambalajları açılmadan" kendilerine teslim edilmesini istemiş aradan aylar geçtikten sonra sayım yapılmış ve bize göre "istedikleri şekilde" kayıt tutulmuştur. Yapılan soruşturmalarda ise konu; Susurluk kazasında ortaya çıkan susturuculu Baretta'ya ilişkin kamuoyu baskısı sebebiyle, 10 adet kayıp Baretta ile sınırlı tutulmuştur. Hangi silâhların ve malzemenin geldiği de bugüne kadar aydınlatılamamıştır. Hibe teçhizatın, temininden kayda alınmasına kadar bir seri hatalı işlem vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün o dönemde üzerinde durduğu esas konu ise Mossad'la ilişki kurmaktır. Ödemelerin, Ertaç Tinar'ın devreye girmesinin, İsrail'e yapılan ziyaretlerin esas amacı, Mossad ilişkisi ve Abdullah Öcalan'a karşı yapılacak operasyondur. Hatta hibe malzemelerin gerekçesinin de Öcalan karşılığı yapılan ve yapılacak ödemelerin kamufle edilmesi amacına dönük olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu noktada da bir açıklık vardır. Ödemeler Ertaç Tinar'a yapılmakta hizmet İsrail'den beklenmektedir. Bu arada Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan alınan bilgilere göre, Ertaç Tinar halen tahsil edemediği 10 - 15 milyon doların peşindedir. Hizmet görülmediğine göre, bu ödemenin yapılmamış olmasını tabii karşılamak gerekmektedir. Ancak burada da bir problem vardır; bir başka ülkeden Hospro'nun teminat mektubuyla elde edilen silahlar, ödeme yapılmadığı için sevkedilememiş ve teminat mektubu nakte tahvil edilmiş ve Ertaç Tinar tarafından ödenmiştir. Değişen şartlar sebebiyle Türk tarafı ödemeyi yapmamakta, parası ödenmiş silahlar Tinar'ın elinde kalmaktadır. Ödemelerin, İsrail'den elde edilecek destek Mossad istihbaratı için yapıldığı iddiaları da güvenilirliğini kaybetmektedir. Buradaki önemli nokta, polisin yurtdışı önemli bir operasyonu üstlenmesindeki tercihtir. Böyle bir tercih yapıldığına, kaynak tahsis edildiğine göre hükümet yetkililerinin bu konuda bilgisi ve onayı olması gerekir. Bu tip işler için MİT'in devreden çıkarılmasındaki isabetsizliğe de işaret etmek icab eder. Kaldı ki MİT de bu yönde operasyon hazırlığı içindedir ve hazırlıklar uzun bir zaman almış, ancak Öcalan yaptığı operasyondan sağ olarak kurtulmuştur. Suriye'deki tesis havaya uçurulmuş o sırada telefonla konuşan Öcalan'ın konuşması yarım kalmışsa da 20 dakika sonra telsizle konuştuğu tespit edilince kurtulduğu ortaya çıkmıştır. Suriye askeri birlikleri operasyon mahallini ablukaya almış, bu operasyon Suriyeli ilgililer tarafından CIA veya Mossad'a maledilmiştir. Gücün ve imkânların bölünmesi, öncelikle başarısızlığı tevlit etmiştir. Daha sonraları da her iki teşkilat diğerinin çabalarını küçümsemiş ve bu hal her iki teşkilatın işbirliği imkanlarını belki de yok etme noktasına kadar sınırlamıştır. Mossad Başkanı'nın Emniyet Genel Müdürü'nü, keza CIA yetkililerinin Emniyet ziyareti bir başka olumsuzluğun sebebi olmuştur. İstihbarat teşkilatları arasında, görevin MİT'e değil Emniyet'e verildiğinin Başbakan tarafından ifade edildiğinin iddia edilmesi ise, karşılıklı çekişmenin boyutlarını büyütmüş ve görev yapılmasını sınırlayan bir unsur haline gelmiştir. "Bu arada Askeri İstihbarat'ın da yurtdışına açıldığı bir başka iddia halinde söylenmiş, bu durum birbirini tamamlama amacının zıddı gelişmelerin ne kadar derin olduğunu ortaya koymuştur. Bu ayırım, teçhizat ve teknik yatırım ve harcamalarda da tekrarlara yol açmıştır. Bir taraftan aşırı kaynak israfı gündeme gelmiş, öte yandan kurumlar birbirlerini geri kalmakla, beceri noksanlığıyla itham etmeye başlamışlardır. MİT'in ifadesiyle "İcra karmaşası istihbarat alanında daha da boyutlanmakta" sorunlar polis - jandarma - MİT bağlamında şekillenmektedir. "MİT kaynaklarına yönelik olarak günümüze dek yapılan uygulamalarda; açığa çıkarma, baskı ve tehdit ile göreve sevketme, tutuklama gibi olayların yanısıra faili meçhul cinayetlere kurban gitme de sıkça görülmektedir. Söz konusu baskıların OHAL bölgesinde yoğunlaştığı, baskı ve öldürme olaylarının 1992 yılından itibaren tırmanışa geçtiği, 1994, 1995, 1996 yıllarında dikkati çekecek düzeyde arttığı, 1997 yılında ise trendin önemli oranda düştüğü gözlenmektedir. 1992 yılından günümüze kadar 100'ün üzerinde MİT kaynağı güvenlik birimlerince sorguya alınmış, önemli bir kısmı şiddet dahil baskıya tabi tutulmuş, 25 civarında kaynak demaske edilmiş, bunlardan 15'i bu sebeple veya faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri sonucu hayatlarını kaybetmiştir." Bu cümlelerde polise yönelmiş açık bir suçlama vardır. Ayrıca işbirliğinin hangi noktalara kadar gerilemiş olduğu da ortaya çıkmaktadır. MİT tarafından cevaplandırılması istenen sorulara karşılık görüşlerini detaye eden teşkilat, MİT - siyasetçi ilişkisinde ise önceki sayfalardaki ifadelerimizi teyid eden görüşlere yer vermektedir. MİT'in, baskılara kendi yöntemleri ile direndiği ancak bu titizliğe rağmen istenmeyen müdahalelerin olabildiği anlatıldıktan sonra örnek olarak Mehmet Eymür, Tolga Şakir Atik, Nuri Gündeş ve Korkut Eken'in adı zikredilmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü, siyasetin tercihini net olarak ortaya koyması ile MİT'in önüne geçmiştir. Teknik cihazlamada bile Emniyet ilgilileri, müstehzi bir eda ile "bizden öğrendiler" "bizden sonra başladılar" demektedirler. == MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI == Susurluk olayında MİT'in de yeraldığı görüşü ve iddiası Teşkilât üst yönetimini ciddi olarak incitmektedir. Teşkilât mensupları da haklı bir alınganlık ve üzüntü izhar etmektedirler. Ancak kamuoyunda bu yönde oluşan kanaatin de MİT tarafından ciddiye alınmadığı görülmektedir. Çünkü bu kanaatin oluşma sebebi yine MİT'tir. Susurluk kazasından 15 dakika sonra TV'lerin Mehmet Özbay kimliğiyle ölen şahsın Abdullah Çatlı olduğunu açıklaması, MİT'in verdiği bir haber olarak söylenmiş, yazılmış, kulaktan kulağa fısıldanmıştır. Daha sonraki gelişmelerde MİT'in Mehmet Özbay'ın gerçek hüviyetini çok uzun süreden beri bildiği ispatlanmıştır. Hatta Temmuz 1996'da Mehmet Eymür'ün hazırladığı bir rapordan gazetecilerin not almasına izin verdiği de tespit edilmiştir. Yine Mehmet Eymür'ün Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'la yaptığı görüşmelerde; Çatlı'dan bahsettikleri, Çatlı'nın Baysa şirketinin yapacağı "Petrol işi" için Hadi Özcan'la görüştüğü, Kocaeli çetesi olan Hadi Özcan'ın Belediye Başkanı'nı öldürmeye karar verdiği, Emniyet Müdürü Affan Bey'in Hadi Özcan'ın artık teslim olması gerektiğini söylediğini ve karşılıklı bilgilendirme için sayısız görüşmeler yaptıkları bilinmektedir. MİT Müsteşarı'nın bilgisine ancak Aralık 1997'de sunulan Ekim 1996 tarihli bir görüşme notunda, MİT elemanlarından Duran Fırat'ın Fatih Bucak'la yaptığı bir görüşmede, Ömer Lütfi Topal'ı polislerin öldürdüğünün iddia edildiği kayıtlıdır. Yine Mehmet Eymür ve grubu Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılışında araçta parmak izi bulunan (Drej Ali grubundan) Müfit Sement'in kurtarılması için Yaprak grubuyla görüşmekte hatta Müfit Sement MİT'de Eymür'ün telefonuyla Yaprak'ın yetkili adamıyla müzakere ve pazarlık yürütmektedir. Görüşmenin detayı ülke için hüzün vericidir. Yaprak çetesinin yetkilisi, "mütecaviz ve tehditkâr bir edayla, Eymür'e söz verdiklerini polis vs'nin işi olamayacağını, kendilerinin sözlerini tutacakları, kendi bölgelerinde sadece kendilerinin hakim olduğunu" belirtir bir tarzda konuşmaktadır. MİT yetkilileri bu rezalete katlanmakta, Yaprak'ın telefonlarını dinleyen polis ise ses çıkarmamakla bu devlet ayıbının içinde yeralmaktadır. Yeşil'in nasıl bir kişilik olduğu; etrafına topladığı itirafçılarla haraç, gasp, haneye tecavüz, ırza tecavüz, soygun, öldürme, işkence, adam kaçırma vb. gibi çeşitli olayların faili olduğu bilinirken kamu otoritelerinin kendisiyle işbirliği yapmaya devam etmesini izah etmek güçleşmektedir. MİT gibi saygın bir kuruluşun saygın olmayan kişileri de kullanmasını anlamak elbette mümkündür. Ancak samimiyet ve işbirliğine varan yakınlığın izahı gerekir. MİT'in hangi yurtdışı proje veya eylem olursa olsun Yeşil'i birkaç defa kullanması kabul edilebilir nitelikte bir uygulama olamaz. Çünkü Yeşil'in Özel İstihbarat Dairesi'yle ilişkisi Teşkilata saygı, korku, boyun eğme ölçeğinde değil samimiyet noktasındadır. OHAL Bölgesi'nde Asayiş Kolordusunun gözü önünde akla gelebilecek her türlü rezaletin yapılması ne kadar vahimse, merkezi hükümette Yeşil'in Ziraat Bankası Heykel Şubesi'nde Ahmet Demir adına açtırdığı hesabı haraç toplamak için kullanması da o kadar vahimdir. Bu hesabın mevcudiyeti, Devlet Arşivi'ndeki bilgilerden öğrenilmiştir. Eroin kaçakçılarının dahi bu hesaba para yatırması, Yeşil'in "yalnız yememek" mantığı ile birlikte değerlendirildiğinde akla bir tek sual gelmektedir; Yeşil kimlerle ortaktı? Kimlerle paylaşıyordu? Cevap mantıklı ve kısa olacaktır; kendisini kimler koruyor, kimler kolluyor ise... Antalya'da Metin Güneş (Sakallı Hacı), Ankara'da Metin Atmaca, Ahmet Demir adıyla icrayı faaliyet eden Yeşil hem polisin hem MİT'in varlığını, faaliyetlerini bildiği bir kişidir. Her iki taraf Yeşil'i takibeder, telefonlarını dinlerken, karşı tarafın irtibatlarını -istemese de- tespit etmiş olmaktadır. Devletin Güvenlik Teşkilâtları olayları, irtibatları bilmekte, TCK'na göre suç teşkil eden fiilleri tespit etmekte ve susmaktadır. Susurluk olayı da işte budur. Devlet sustuğu için de meydan çetelere terk edilmektedir. Herşeyden haberdar olan MİT'e, 150 bin kişilik ve asayişten sorumlu polise rağmen, etrafına 15-20 kişi toplamış kabadayılara yaptıklarının hesabını sormak mümkün olamamıştır. Kurumlar kendilerini inkâr ederek, sonunda bir kamyona çarpmışlardır. == JANDARMA == Doğu ve Güneydoğu Anadolu Asayiş Kolordusunun kontrolündedir. Terörün askeri mücadele yönü ilgi, bilgi ve yetki alanımız dışındadır. Ama bölgede cereyan eden olayları da jandarmadan bağımsız bir şekilde ele almanın mümkün olmadığı bir gerçektir. Susurluk olayı bir trafik kazası olmadığı, Ankara merkezli bir dizi oluşturduğu cihetle karışıklığın had safhada olduğu OHAL yöresi ve yörede bulunan görevlilerin dikkate alınmaması ciddi bir eksiklik olurdu. Jandarma Genel Komutanlığı reddetse de JİTEM'in varlığı unutulabilir bir gerçek değildir. JİTEM kaldırılmış, tasfiye edilmiş, personeli başka birimlerde görevlendirilmiş, evrakları arşive gönderilmiş olabilir. Ama JİTEM'de görev yapan pek çok görevli hayattadır. Ayrıca JİTEM'in mevcudiyeti bir kusur da oluşturmamaktadır. Aslında JİTEM bir ihtiyaçtan doğmuştur. Korucular ve itirafçılar, PKK ile mücadelede ilk dönemde güvenlik kuvvetlerine büyük kolaylıklar sağlayarak etkili görev yapmışlardır. Bu durum güvenlik kuvvetlerinin sempatisini arttırmıştır. Özel Timler'in kırsal kesimde yetkili, etkili ve serbestçe hareket edebilmeleri giderek görev dışı davranışlara yönelmelerini ve içlerinde suç işleyenleri hoşgörü ile karşılama eğilimlerini artırmıştır. Özel timlerin sevk ve idaresini koordine etmek için Jandarma içinde JİTEM olarak adlandırılan gurubun faaliyete geçirildiği görülmüştür. JİTEM bölgede etkili çalışmalar yapmıştır. Bunların çoğundan da mahalli Jandarma birliklerinin dahi haberi olmamıştır. Zaman içinde, JİTEM bünyesinde görev alan sivil ve askeri şahısların faaliyetleri yörede dikkati çeker hale gelmiştir. Bünyesinde çok miktarda korucu ve itirafçı bulunması sebebiyle ferdi suç oranı yükselmiştir. Bölgeden zaman içinde ayrılan bu unsurlar, faaliyetlerine uygun ortamlarda devam etmişlerdir. Bu gruptan iki kişi kamu oyunda olağanüstü tanınmıştır. Birisi, Binbaşı A.Cem Ersever, diğeri Mahmut Yıldırım -Yeşil-dir. '''DİPNOTLAR''' (1) Birçok önemli operasyonda görevlendirilen ve ödüllendirilen isimlerden sıkça rastlananlar dikkati çekmektedir. Ayhan Akça, Ayhan Çarkın, Oğuz yorulmaz, Ziya Bandırmalıoğlu, Ercan Ersoy. Bu isimler Susurluk olayları sebebiyle kamuoyunca da tanınmışlardır. Özel Harekat'a alınanların referansı ise çok kere İbrahim şahin, Ayhan Akça ve Celal Ertaş'tır. (2) Özel Harekat timlerinin operasyonları sevk evraklarında "Bir görevin ifası" ibaresi kullanılmakta, daha sonra bir not veya açıklayıcı bir izan yapılmamakta ve "Merkeze dönüldüğü" ifadesiyle yetinilmektedir. (3) Nuri Gündeş: Başbakan'ın 16 Ağustos 1993 tarihli ve bizzat imzaladığı yazı ile MİT "İstibharat başdanışmanlığı" kadrosuna atanması ve Başbakanlık'ta görevlendirilmesi talimatı sonucu, MİT Müsteşarlığı'nın aynı tarihli cevabı ile hem ataması yapılmış, hem de Başbakanlık'ta göreve başlanılmıştır. Bu atamadaki sürat ve yazılardaki ifade, konunun "çok özel" olduğunu ispat etse gerektir. Daha sonra Başbakanlık, 19.02.1997 tarihinde Nuri Gündeş'in durumunu sormuş, cevap 24.02.1997'de yine süratle ama rutin olarak gönderilmiş ve bu yazı Başbakanlık Personel kaydına 28.02.1997'de girebilmiştir. (4) Dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı'nın Başbakan'la irtibat noktasının da aynı olduğu Başbakan'a sunulacak onayları, Başbakan'ın eşine tevdi ettiği, hatta teftişteki resmi konut telefon numaralarının bile Başbakan'ın eşine ve sekreterine ait olduğu açık bir bilgidir. (5) Yabancı Sermaye Dairesi'nin eroin kaçakçılarına, Güneydoğu illerinde Arap asıllı kimliği belirsiz kişilere de çalışma izni verdiği ilk defa 1989 tarihli bir raporumuzda tenkit konusu yapılmıştı. == CEM ERSEVER == Cem Ersever, kısaca JİTEM olarak anılan Jandarma Genel Komutanlığı'nın Güneydoğu Anadolu'daki İstihbarat biriminin kurucusu ve uzun süre yöneticisi olan bir Jandarma subayıdır. Mart 1993'te istifa etmiştir. Ersever, Güneydoğu Anadolu'da uzun süren görevi esnasında PKK ile yapılan gerilla ve istihbarat çalışmalarının tümünde yer almıştır. Silahlı çatışmalara bizzat girmiş, tüm faaliyetleri yönetmiş, PKK'ya karşı ve yandaş olan kişi ve guruplarla irtibatlar kurmuş, bütün bunları tam yetkiyle ve Komutanlığa doğrudan bağlı olarak yürütmüştür. Subay ve istihbarat sorumlusu olarak bölgedeki tüm faaliyetlerin ya içinde bulunmuş ya da içeriği hakkında bilgi sahibi olmuştur. Ersever, önceleri normal bir Jandarma subayı olarak görev yapmış, sonraları çok önemli yetkilerle donatıldığı için tüm kuruluşlar ve yöredeki gayri kanuni guruplarla ilişikler geliştirmiştir. İlişkileri sınır ötesine de taşmış, IKPP lideri Barzani ve KYB lideri Talabani arasında sürekli olarak Barzani'ye yakın olmuş, ancak her ikisinin Ankara'yla ilişki kurmasında etkili rol oynamıştır. Kerküklü olması sebebiyle Iraklı Türkmenler'le de yakın ilişkileri vardır. Irak İstihbarat Servisi ile de irtibat içinde olmuştur. Bu ilişkinin bölgede görev yaptığı 1976 yıllarından itibaren başladığını kendisi de reddetmemiş, irtibatı PKK ile mücadeleye bağlamıştır. Sık sık gittiği Kuzey Irak'ta İngiliz ve ABD istihbarat guruplarıyla da irtibatı hep düşünülmüştür. Emekli olduktan sonra bir tepki içine girmiş, PKK ile mücadelede aksaklık, eksiklik ve yetersizlik olarak belirlediği hususlarda kamuoyu oluşturma faaliyetlerine başlamıştır. Tempo dergisi, Aydınlık, Tercüman ve Daily News gazetelerinde röportajları ve açıklamaları yayımlanmıştır. Bu arada, IKPP'nin Ankara Temsilcisi Hayrullah Salih'ten partinin büro olarak kullandığı daireyi kiralamış (veya kullanmış) ve bir siyasi dergi çıkarma hazırlıklarına başlamış, Ahmet Aydın adıyla iki kitap yazmış, Tempo dergisindeki açıklamaları sebebiyle aleyhinde Askeri Mahkemede dava açılmıştır. Ersever bölgeye ve Kürt problemine ilişkin çeşitli görüşleri yanında Jandarma Genel Komutanlığı'nın ve Asayiş Kolordu Komutanlığı'nın atama, çalışma tarzı ve icraatlarını ayrıntılı şekilde eleştiren açıklamalarda bulunmuştur. Ancak gelişmeler beklediği yönde olmamış, destek görmemiş, Silahlı Kuvvetler tepki göstermiş, mali yönden ve güvenlik açısından sıkıntıya girmiştir. Cem Ersever'in öldürülmesi ise halen faili meçhul olaylar arasındadır. MİT'e göre; Hanefi Avcı "Mahmut Yıldırım'ı çağırarak gerekli yerlerde görüştüğünü söyleyerek, son dönemdeki faaliyetlerinden ötürü Cem Ersever'in ortadan kaldırılması gerektiğini bildirmiş, daha sonra Mustafa Deniz ve Neval Boz'a (sevgilisi, karısı) yönelerek onların işbirliğini sağlamış onlar da Avcı'nın talimatıyla Cem Ersever'i infaz grubuna teslim etmişlerdir." Aydınlık dergisi Ersever'in öldürülüşünü kendi mantığı içinde bir yere yerleştirmekte ve "Kasım 1994'te, uyuşturucu trafiğinin elemanı ve tanığı olması sebebiyle, Abdullah Çatlı ve ekibi tarafından Başbakanlık Poligonu'nda sorgulandı ve arkadaşları Mustafa Deniz ve Neval Boz ile birlikte öldürüldü" şeklinde açıklamalar yapmaktadır. MİT'in açıklamaları gerçeklerden uzaktır. Mantıklı ve tutarlı açıklamayı ise -nedense MİT'in sürekli olarak itham ettiği- Hanefi Avcı yapmıştır. Avcı, TBMM Susurluk Komisyonu'na 4.2.1997 tarihinde yaptığı açıklamada "Gümrük Müdürü Ali Balkan Metel'in şoförü (jandarma elemanı) Kemal Uzuner'in evinde Cem'in arşivinin muhafaza edildiğini, jandarmanın Kemal'in evindeki malzemeleri, arşivi aldığı, Kemal'le randevulaşan Ersever'i yakaladığı, eve gelen Mustafa Deniz ve Neval Boz'u da ele geçirdiğini anlatmaktadır. Sorgulamayı yapanlar arasında Mahmut Yıldırım'ın (Yeşil) olduğu iddiası yaygındır. MİT de sonunda mantıklı bir izah yapmakta ve "Ersever ve arkadaşlarının teröristlerin harekat tarzı konusunda çok tecrübeli, kendi güvenlikleri yönünden de çok dikkatli oldukları bilinmektedir. Buna rağmen herhangi bir mücadele emaresi olmadan cinayeti işleyenlerce ele geçirilmiş olmaları dikkati çekmektedir. Bu durum Ersever ve arkadaşlarının kendileri açısından 'güvenilir' saydıkları kişilerce veya bunların aracılığı ile yakalanmış oldukları ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır" demektedir. Eylemin gerçekleşme biçimi, her üçünün fiziki bir zorlanmaya maruz kalmamaları, cinayette PKK ihtimalini yok etmektedir. PKK'nın çok şey bilen bu kişileri "konuşturmadan" öldürmesi beklenemez. Basının, devlet içinde bir hesaplaşma olduğu veya devletin çok etkili görevlerde bulunanları dahi koruyamadığı veya kolayca feda ettiği kanaatine yol açan yayınlarını da bu vesileyle doğruluk payı olan yorumlar olarak kabul etmek yanıltıcı değildir. Birçok polis görevlisi "Cem'in öldürülmesini değil, son zamanlardaki faaliyetleri dolayısıyla sorgulanacağını, korkutulacağını tahmin ediyorduk" ifadesiyle olaya ışık tutmuşlardır. Görüştüğümüz Gümrük Teşkilatı şoförü Kemal Uzuner, Cem'in evine geldiğini, kapalı valizini aldığını, diğer kişilerin de eve geldiğini sonra gittiklerini, anlatmakta ve Cem'le yıllara dayalı ilişkisini açıklamakta, ancak silahlı mücadeleye alışkın ve yatkın Cem ve arkadaşlarının o saatlerde ve ev dışında kaybolmasına hiçbir açıklık getirememektedir. Aslında görüştüğümüz onlarca kişiden sonra olayın cereyan tarzı hakkında bir şüphe duymamak gerekir. Ersever'in zararlı olmaya başladığı, giderek devleti ve kurumlarını hedef tuttuğu, ilişkilerinin yanlış boyutunun büyüdüğü ve yargı önünde bir cezayı hakettiği muhakkaktır. Burada ve olayı uzunca anlatarak Sayın Başbakan'ın dikkatine sunmak istediğimiz temel husus; bu dönemde Ankara'da oluşan havanın göstergesi olması itibarıyla bu konunun taşıdığı önemdir. MİT'in tabiriyle yakalayanlar Cem'i ve arkadaşlarını "infaz grubuna teslim" etmişlerdi. "İnfaz grubu" ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. "İnfaz grubu"na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır? Şu husus bilinmektedir. OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu Komutanı'nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir. Çünkü mahkemelere kadar gitmiş bir konu nedeniyle elden ele teslim edilen kişilerin devlet elindeyken köprü altında ölü olarak bulunmasının faili meçhul olamayacağı aşikârdır. OHAL Bölgesi'nde bunlar olurken, Cem Ersever ve arkadaşlarının Ankara'da faili meçhul bir cinayete kurban olmaları artık kamu yararının dışında kamu zararı tevlit eder boyutlara gelindiğini ispat eden bir örnek oluşturmaktadır. == MAHMUT YILDIRIM (YEŞİL) == Sn. Başbakan'a hiçbir açıklama yapmadan, MİT'in Yeşil hakkındaki tespitlerini, olduğu gibi takdim etmekte fayda görülmüştür. Burada yer almayan ancak devlet kurumlarımızın üzüntü verici ve mutlaka tashih edilmesi gereken tutumlarının delili olan farklı ilişkilere daha ileride temas edilecektir. Aşağıdaki ifadelerin tamamı, değiştirilmeden Milli İstihbarat Teşkilâtı'mızın cümleleriyle sunulmaktadır. Yeşil Kod Mahmut Yıldırım Gerçek Adı: Mahmut Yıldırım Kod Adı: Ahmet Yeşil-Mehmet Kırmızı Tire-Sakallı-Terminatör - Salih-Derdi oğlu, Bingöl/Solhan 1953 doğumludur. - 08.04.1973 tarihi itibariyle Bingöl/Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından faydalanılmıştır. Aynı tarih itibariyle, verdiği bilgilerin anılan komutanlıkça değerlendirilmesinde güçlük çekildiği gerekçesiyle teşkilatımıza devredilmiştir. - Anılan tarihte Tatvan Bölge Müdürlüğümüz tarafından faydalanılmaya başlanmıştır. - Ekim 1973-Kasım 1975 tarihleri arasında askerde olması nedeniyle temas kurulmayan adı geçenden askerliği sonrası Milli Görüş konusunda istifade edilmeye başlanılmıştır. Ancak Mayıs 1989 ayında yaratmış olduğu çeşitli komplikasyonlar nedeniyle teşkilatımızla ilgisi yeniden kesilmiştir. - Bilahare şahıs, Tunceli J.Blg.Komutanlığı'nın emirleriyle ve anılan komutanlık adına, Nazimiye ve Ovacık bölgelerinde istihbari bilgiler toplayarak, güvenlik kuvvetleriyle birlikte uygulamalara katılmıştır. - Bu çalışmalar sonucunda bölgedeki vatandaşlar nezdinde deşifre olması nedeniyle, Jandarma Asayiş Komutanı tarafından Diyarbakır'a çekilmiştir. Bu dönemde Tunceli J.A.K.'nda bir personelimizle tanışan adıgeçen, Diyarbakır'daki Jandarma Asayiş Komutanı'na bağlı olarak kırsal alanlarda çalışmalar yaptığını ifade etmiştir. - Mart 1992 ayında Tunceli Güvenlik Komutanı'na bağlı olarak faaliyet yürüten şahıs; ilgili birimimiz personeli ile yaptığı bir sohbette, Tunceli'deki PKK faaliyetini drije eden Aysel Doğan'ı illegal olarak sorguya alacağını, konuşmadığı takdirde ortadan kaldıracağını, ifade etmesi üzerine, personelimiz tarafından "böyle bir eylemi yapmaması" yönünde ikna edilmiştir. 17.03.1993 tarihinde ilgili birimlerimize, "adıgeçen ile komplikasyonlara neden olabilecek bir kişi olması nedeniyle, kati surette temasta bulunulmamasına azami özen gösterilmesi" yönünde talimat verilmiştir. - 27.05.1992 tarihinde Muş ilinde güvenlik kuvvetlerince yakalanan 5 PKK mensubu, sorgu amacıyla Özel Harekât Şb. Md.'ne götürülmeleri sırasında adıgeçen tarafından öldürülmüşlerdir. Bingöl birimimizde görevli 2 personelin de adının geçtiği olayla ilgili olarak, 28.05.1995 tarihli Ahmet Yeşil adı, imzası ve "Asayiş Kolordu Komutanlığı Görevlisi" ibareli bir yazı bulunmaktadır. - Olay sonrası şahısla ilgili olarak intikal eden bilgilere göre, adıgeçen Bingöl birimimiz tarafından, Asayiş Kolordu K.Yrdc'nın da bulunduğu bir ortamda, Bingöl İl Jandarma Komutanı'nın makam odasında tanınmış ve anılanın (M.Yıldırım) para talebi üzerine Asayiş Kolordu K.Yrdc. tarafından para verilmesinin emredildiği hususu müşahede edilmiştir. - Adı geçen, 05.05.1992 tarihinde Muş Valisi, Emn.Md., İl Jan. K. ve Bingöl Blg. Md.'nün hazır bulunduğu İl Emniyet komisyonu toplantısına katılmıştır. Toplantıda Bingöl birimimizden yardım görmediğini ifade etmiştir. - 07.12.1992 tarihinde Elazığ Emn. Md.'lüğü sorgu bürosunda karşılaşılan şahsın ısrarlı talebi üzerine yapılan görüşmede; 1991 yılı içerisinde Muş-Bulanık ilçesi arasında bulunan Jandarma Karakolu'na eylem yapma hazırlığındaki 3 teröristi Jandarma timleri ile birlikte ölü olarak ele geçirdiklerini, yine aynı yıl Muş'ta tesbit ettiği A.Öcalan'ın kuryesi olan Hatay'lı bir bayanı (muhtemelen Neval Boz) angaje ederek Ankara'da JİTEM'de görevli bir Binbaşı (Cem Ersever) ile tanıştırdığını belirterek, teşkilatımız ile çalışmak istediğini ifade etmiştir. Şahsın bu teklifi kabul edilmemiştir. - 27.01.1993 tarihinde Tunceli'de PKK'nın para istediği şahıslar arasında yeralması nedeniyle gözaltına alınan ve bilahare serbest bırakılan Celal Yaşar adlı şahıstan, PKK militanı maskesi ile gönderdiği iki adamı vasıtasıyla para talebinde bulunmuştur. - 16.02.1993 tarihinde Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Vekili, ilgili birimimizle yaptığı görüşmede; adıgeçenin teşkilatımızla ilişki kurmak istediğini, yanında Muş Alan Sorumlusu bulunduğunu, Şemdin Sakık'ı öldürmeyi planladığını ve eylemden sonra İsviçre'ye gitme garantisi istediğini belirtmiştir. Alınan teklif kabul edilmemiştir. - 07.08.1993 tarihinde Elazığ/Karakoçan'da jandarmaya teslim olan PKK mensubu Salih Derviş adlı şahsın ifadesinde; Jandarma Komutanı tarafından tanıştırıldığı Mahmut Yıldırım'ın "MİT'e çalıştığını, Güneydoğu Anadolu Sorumluluğunu yürüttüğünü, kendisini eğiterek MİT'e alacağına söylediğini" belirtmiştir. - 1994 yılı itibariyle Diyarbakır Cezaevi'nde tutuklu bulunan Muhsin Gül (Kod adı: Kekeç-Pepe-Metin,) 22.07.1994 - 16.08.1994 tarihleri arasında Diyarbakır Cinayet Büro Amirliği'nde verdiği ifadelerde Ahmet Demir ile ilgili olarak; "- 06.04.1994 tarihinde Diyarbakır Şehitlik Mahallesi 75. Sokak 31 No'lu adresinden kaçırılan ve 01.06.1994 tarihinde Mardin yolu 10 Gözlü Köprü altında cesedi bulunan Bayram Kanat'ın, Diyarbakır Jandarma'da görevli bulunan Ahmet Demir'in planlamasıyla kaçırıldığını, - Bayram Kanat'ın kaçırılışı sırasında Star marka bir tabancı ile Uzi marka otomatik bir tabancanın da adı geçenin evinden gasp edildiğini, bu olayda Ahmet Demir'in yanısıra Jandarma'da görevli Ali ve Kemal kod isimli şahısların da yeraldığını, kendisinin de (Muhsin Gül) zaman zaman Jandarma'nın bazı görevlerinde çalıştığını, - Ankara Elmadağ İlçesi yakınlarında öldürülen Emekli Binbaşı: Ahmet Cem Ersever'i (Yeşil kod) Ahmet Demir, itirafçı (General Zinnar kod) Alaattin Kanat, (Mete kod) İbrahim Babat ile Hoca kod (ismi bilinmeyen) Antep şivesi ile konuşan gözlüklü 35 yaşlarında, kısa boylu şahısların öldürdüğünü, daha sonra A.C. Ersever'in arkadaşı Mustafa Deniz ve sevgilisi Neval Boz'un da aynı şekilde öldürülmelerini müteakip, adıgeçenlerin silahlarını Ankara Aydınlıkevler semtindeki jandarma istihbaratına bıraktıklarını ve otobüsle gidecekleri yerlere gönderildiklerini, - Yeşil kod'un her zaman "23 yıldır bu işleri yaptığını, öldürdüğü ve öldürttüğü kişilerin komünist olduğunu" sürekli olarak kendilerine söylediğini, bu suretle her öldüreceği kişilere komünist damgası vurarak, çevresinde topladığı itirafçı ve diğer şahısların beynini yıkadığını, - Ayrıca C. Ersever olayında kullanılmak üzere Mesut Mehmetoğlu ve Serdar Od isimli itirafçıların da aynı günlerde uçakla Ankara'ya götürüldüğünü, ancak adıgeçenlerin "bu olaya girmeyeceklerini" söylemeleri üzerine silahlarının alınıp, geriye gönderildiklerini, bu bilgilerin uçak kayıtlarından teyid edilebileceğini, - Diyarbakır Jandarma sorgu bölümünden Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sevkedilen Muş Bulanık Hoşgeldi Köyü muhtarının, İstanbul'da dolmuşçuluk yapan ağabeyinin kızı Zeynep Baba ile, Bitlis ili Tatvan ilçesinde (babası marangozluk yapar) Şükran Mizgin'in, ilk sorgulamalarından sonra (serbest bırakılmalarını müteakip, A.Demir ile Elazığ'da ikamet eden Rezzak kodun, bu şahısları alarak bir müddet işkence ve zorla tecavüz ettiklerini, Şükran Mizgin'i Muş girişinde bulunan köprünün altında öldürdüklerini, Zeynep Baba'ya ise ne yaptıklarının bilinmediğini,) - A.Demir ile A.Kanat'ın 1994 Mart ayı içinde Diyarbakır'da halk otobüsü şirketi kurmak amacıyla Yıldız Yapı Koop.'nde müdürlük yapan Ahmet Kaya ile aynı kooperatifte yetkili bulunan Musa Fidan'dan, şirkete üye yapmak bahanesiyle para aldıklarını, bunun yanısıra kandırdıkları kişilerden de toplam 3 milyar lira topladıklarını, MHP Dyb. İl Başkanı İbrahim Yiğit'in de 600.000.000 lirasını aldıklarını, ilk etapta topladıkları bu paranın 600.000.000 lirasını A.Demir'in Elazığ Ziraat Bankası'nda, A.Demir adına kayıtlı (3003-30) nolu hesabına yatırdıklarını, adıgeçenin bu hesabında trilyonları bulan parasının bulunduğunu, - Mart 1994 ayı itibariyle A.Kanat'ın kendisini MHP Güneydoğu sorumlusu olarak tanıtmaya başladığını, bu dönemde Diyarbakır MHP İl Başkanı İbrahim Yiğit ile arasının bozulduğunu, o tarihlerde A.Demir ile A.Kanat'ın İ.Yiğit'i kalmakta olduğu turistik otelden alarak öldürmek amacıyla götürdüklerini, daha sonra bilinmeyen bir nedenle serbest bıraktıklarını, söz konusu şirket ile ilgili bir miktar parayı İ.Yiğit'den bu şekilde aldıklarını, - Sözkonusu olaya Devegeçidi'nde uzman çavuş ve Kürşad kod (Gültekin Sütçü), itirafçı İsmail Yeşilmen ve itiraçfı Burhan Şare'nin tanık olduklarını, (- Batman'da milletvekili Mehmet Sincar'ı Alaattin Kanat, Mesut Mehmetoğlu, İsmail Yeşilmen ve Yeşil kod Ahmet Demir'in birlikte planlayıp öldürdüklerini,) bu olaydan sonra A.Kanat'ın "kendisinde garantili imzalı kâğıt olduğunu" söylediğini, - A.Demir'in zaman zaman kendisi (M.Gül) ve diğer arkadaşlarına "İstanbul mafyasını çökerttiğini, Behçet Cantürk ve aynı şekilde öldürülen diğer mafya ve PKK yanlılarını kendisinin planlayıp öldürttüğünü" söylediğini, - Vedat Aydın ve Musa Anter'in öldürülme olaylarını da bizzat A.Demir'in planlayıp uyguladığını, - A.Demir ve A.Kanat grubunun PKK damgalı tehdit mektuplarıyla Diyarbakır ve çevre illerden çok miktarda para tahsil ettiklerini, bu tahsilatlardan 1993 yılında Melikahmet Caddesi'nde bulunan ve beyaz eşya ticareti yapan "Cezayir Ticaret, Öz Diyarbakır, Diyarbakır Sur, Diyarbakır İtimat" firmaları ile "Ceylan İnşaat, İntim İnşaat şirketleri"ne tehdit mektuplarını kendisinin (M.Gül) verdiğini, tahsilatın ise, Mesut Mehmetoğlu ve A.Kanat tarafından yapıldığını, - 1993 yılında PKK davasından Diyarbakır E. Tipi Cezaevinde tutuklu bulunan "Sedef Ticaret Şirketi" sahibinin kardeşi Abdulkerim Avşar'ın, itirafçı koğuşuna alınmasını sebep gösteren A.Kanat tarafından, Sedef Ticaret'ten 1 milyar TL. tahsil edildiğini, 1994 yılında bu taleplerini yinelediklerini, ancak istenilen para verilmeyince, şirket ortaklarından M.Şerif Avşar'ı öldürdüklerini, bu olayın bilinmeyen bir nedenden dolayı ortaya çıkarıldığını, - Yeşil kod Ahmet Demir'in planlaması doğrultusunda, 10 Ekim 1993 tarihinde Lokman Zuhurlı (Abdurrahman oğlu 1977 Lice doğumlu) ve amcasının oğlu Zana Zuhurlu (18 yaşında) ile PKK militanı maskesi altında irtibat kurulduğunu, adıgeçen şahısların daha sonra Mesut Mehmetoğlu, Alaattin Kanat ve sivil kıyafetli iki asker tarafından kendilerinde bulunan "81-82 telsiz kod"unu kullanmak suretiyle Şehitlik Mahallesindeki evlerinden alındığını, kısa bir sorgulamadan sonra Pağıvar beldesi, Saran Tuğla Fabrikasının Bismil istikametini 4 kilometre geçtikten sonra öldürüldüklerini, - 20 Ekim 1993 tarihinde Av. Hüsniye Ölmez'in Bismil yolunda öldürülmesi ile ilgili Serdar Od, M.Mehmetoğlu ve kendisine (M.Gül) görev verildiğini, H.Ölmez'in öldürme eyleminin bizzat kendisi (M.Gül) tarafından gerçekleştirilmesi emrini aldığını, ancak eylemi gerçekleştiremediklerini, - Diyarbakır Baro Başkanı Fethi Gümüş ile Elazığ/Karşıyaka Fen Lisesi'nde görevlendirilen öğretmen Suhpi Koç'un öldürülmesi yönünde de talimat aldığını, ancak her iki eylemi de gerçekleştiremediklerini, - Bahsekonu olayların planlayıcısı ve yürürlüğe koyucularının J.İsth.'da Kerim Binbaşı olarak tanınan Abdülkerim Kırca, Ahmet Demir ve Alaattin Kanat olduğunu, - Ülkeyi daha iyi günlere götürmek ve terörden temizlemek amacıyla kendisi gibi itirafçıları kandıran bu şahısların, daha sonra bu işleri şahsi amaçları için yaptıklarını, kadın ve kızlara tecavüz ettiklerini ve elde ettikleri para ile lüks hayat yaşayıp mülk edindiklerini öğrendikten sonra, kendisi ile birlikte itirafçılardan Adil Timurtaş, İsmail Yeşilmen, Burhan Şare ve Serdar Od'un gruptan ayrıldıklarını, - Ancak geçim kaynakları olmadığı için gasp ve soygun gibi olaylara karıştıklarını, - Her infaz sonrasında Kerim Binbaşı, Yeşil ve A.Kanat tarafından kendilerine 10.000.000 TL, harçlık verildiğini, geri kalanlarının ise teşkilata mal edildiğinin anılan şahıslarca söylenildiğini, - Kendisi (M.Gül), A.Demir, İ.Yeşilmen ve B.Şare'nin ikamet etmeleri amacıyla, "Ofis Gevran Cad. Yeniçeri Apt. Kat.2 No: 6" adresinde ev tutulduğunu, aynı evde bulunan siyah ajandada da Yeşil'e ait birçok sırların saklığı olduğunu, - ERNK mühürlü bloknot şeklindeki para tahsil makbuzlarının ise, 1.5 yıl önce Ankara'da uçakta yakalanan bir PKK'lıdan ele geçirilen makbuzlar olduğunu, bu makbuzların Ank.J.İsth. tarafından A.Demir'e intikal ettirildiğini, anılanın da bu koçanları kendisi ve diğer arkadaşlarının vasıtasıyla tahsil ettiğini, bu makbuzlarda tehdit şekli ve istenecek para miktarını, Yeşil, Kanat, Yeşilmen ve M.Mehmetoğlu'nun belirlediklerini, - Cezaevine konulduğunun 2. günü A.Demir'in kendisinin (M.Gül) yanına gelerek "Çekoslavak marka 16'lı silah konusunu emniyet müdürlüğüne niçin söylediğini" ve "benim hakkımda başka neler söyledin" diye sorduğunu, kendisinin ise işkenceye dayanamadığı için söylediğini beyan ettiğini, - Yeşil kodun açık kimliğini bilmediğini, ancak emekli Albay olduğunu tespit ettiğini, - Halk otobüsü için yardım edilen parayı A.Kanat, Yeşil ve İbrahim Yiğit'in aldıklarını, bu paranın görgü şahitlerinin ise kendisi (M.Gül) Dalyan Ay, Hakan Pamuk ve Mustafa Pamuk'un olduğunu, - Dalyan Ay'ın 05.08.1994 günü satırla öldürüldüğünü," beyan etmiştir. - Bingöl birimimizde görevli bir personel aracılığı ile 1994 Haziran ayı içerisinde getirdiği bir teklifte, çeşitli Avrupa ülkelerinde faaliyette bulunan bir grubun istenildiği taktirde, yurtdışında bazı eylemleri taşeron olarak gerçekleştirilmesinin kendisi (M.Yıldırım) aracılığı ile sağlanabileceğini belirtmiş, bu konunun Mehmet Eymür'e iletilerek, görüşmesinin sağlanmasını talep etmiştir. Bunun üzerine adıgeçen ile Eylül 1994 ayında ilişkiye geçilmiştir. - Şahıs, Ocak 1995 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınmış, yapılan sorgusunda sürekli olarak, kendisinin Teşkilatımızla olan ilişkileri, ilişkide bulunduğu kişilerin kimler olduğu, verdiği bilgilerin neler olduğu, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar tarafından bizzat sorulmuştur. Sorgu sırasında adıgeçen Orhan Taşanlar'a nerede sorgulandığını bilmek istediğini, Türk Emniyet Teşkilatı'na ait bir birimde, Türkiye'nin güvenliği ile ilgili diğer kuruluşlar hakkında sualler yöneltilmesini yadırgadığını ifade etmiştir. Bahsekonu sorgu esnasında ayrıca, şahsın kendisine ait silahın kullanılması suretiyle boş yere atış yapılmış, bilahare sorgucular, bu atışlar sırasında silahtan çıkan kovanların, meydana gelebilecek bir eylem sonrasında olay mahallinde bırakılabileceğini söyleyerek şahsı tehdit etmişlerdir. Şahsın sorgu sırasında kırılan kaburga kemiği, Teşkilatımızı konu ile ilgili olarak bilgilendirmek üzere geldiği sırada tarafımızca tedavi ettirilmiştir. (6) Adı geçenle 30 Kasım 1996 tarihinden itibaren irtibatımız kalmamıştır. MİT'in açıklamaları bunlardır ve oldukça ketum bir anlatımın hakim olduğu aşikârdır. Sn. Başbakan'a bir husus tekraren azdedilmelidir. Açıklamalarımız asla MİT'in, Jandarma'nın, Emniyet'in veya Turizm Bakanlığı'nın yahut kişilerin tenkidi yoluyla yıpratılmaları anlamında değildir. Türk halkı sağduyusu ile Susurluk olayında devletin bazı yanlışlarını tespit etmiştir. Bu yanlışların kabulünü ve galiba özür dilenmesini beklemektedir. Bizim amacımız da Sn. Başbakan'a bu konuda sadece doğruyu - veya kabiliyetimiz nisbetinde tesbit ettiğimiz doğruyu sunmaktan ibarettir. ¯¯ Yukarıda bahsi geçen Mahmut Yıldırım'ın takdim edilen 10 sayfada bahsedilmeyen başka işleri de vardır. Etibank Teftiş Kurulu'nca düzenlenen 27.11.1997 tarih, 3/29 sayılı rapora göre "Yeşil kod Mahmut Yıldırım" Şubat 1977 tarihinden itibaren Şubat 1997 tarihine kadar Etibank Elazığ Ferrokrom Tesislerinde işçi olarak çalışmış, maaş almış, emeklilik primi ödenmiştir. Puantör olarak çalışan Yeşil, 1981 tarihinde Elazığ irtibat bürosunda görevlendirilmiştir. Mesai arkadaşları ve amirleri (!) görevine muntazam şekilde geldiğini söylüyor olmalarına rağmen, her tesis müdürünün, atandıktan kısa bir süre sonra Mahmut Yıldırım'ın dosyasına baktığı, hiçbir işlem yapmadan dosyayı iade ettiği, bir daha da Mahmut Yıldırım'ın adını telaffuz etmedikleri bilinmektedir. İşten çıkarma kararı da tebliğ edilememiştir. Ahmet Demir adına Ziraat Bankası Heykel Şubesi'nde açılmış bir hesapta tehdit, şantaj ve cinayet sonucu toplanan haraçların bir bölümü yer almaktadır. Ziraat Bankası Teftiş Kurulu yaptığı bir değerlendirmede şu hususları tespit etmiştir. "Ahmet Demir isimli şahıs Ziraat Bankası Heykel/Ankara Şubesine müracaat ederek ve 50 bin TL. yatırarak bir hesap açtırmış, Aydınlıkevler'de bilahare Bahçelievler'de adres göstererek ve Nüfus Hüviyet Cüzdanı ile çeşitli işlemler yapmıştır." Hesaba, 20.06.1994 tarihinden itibaren adeta para yağmıştır. Mustafa Ank 200 milyon, Ağa Yıldız 250 milyon, Hurşit Han (Uyuşturucu kaçakçısı) 250 milyon, Salih Ayten 249.7 milyon, Yusuf Tan 250 milyon, Mehmet İsen Kul 659 milyon, Şaban Bala 100 milyon, Ahmad Esma Eyili 300 bin DM ve 50 bin USD, Elazığ Yapı Kredi Bankasında görevli olduğunu belirten bir şahıs 500 milyon, Diyarbakır Şubesi havaleli ve Dicle Turizm Şirketi tarafından 110 milyon, Mehmet İsen Kul 995.6 milyon ve 737.2 milyon TL. yatırmışlardır. Yeşil bu paraları çeşitli tarihlerde tahsil etmiştir. Bazen Ankara'dan bazen Elazığ'dan şahsen ve tamamı nakit olmak üzere çekilmiştir. (Heykel Şubesi Hesap No: 301009-39782-9) Yeşil'in cebinde milyar lira ile gezdiği düşünülmelidir. Ankara Polisi tarafından gözlem altına alındığında cebinden çıkan kartlarda Bosch Buzdolaplarının fiyatı ve indirimleriyle ilgili notlar da çıkmıştı. İki - üç milyon lira için bu kadar yoğun bir mesai vermesi ve milyarlık tahsilâtları yaptığı tarihte bu kadar uğraşması tahsilâtın kendisinde kalmadığının delilidir. Polis tarafından gözlem altına alındığında üzerinde pekçok telefon numarası çıkmıştır. Mehmet Eymür (Ev, iş ve cep), İbrahim Şahin (İş, oto, oto özel, cep, çağrı ve İstanbul ev), muhtelif il ve ilçe jandarma komutanları, Sultan Tekstil, Aydın İpekli ve aynı numaralardan Mehmet Özbey (Çatlı olarak ilave edilmiş), Sırrı Sakık (Ev ve büro), Farma Tıp Malzemeleri A.Ş. gibi. (Yeşil'in kullandığı 542-211 89 82 nolu telefon irtibatları araştırılmış, MİT ve Jandarma ile yoğun bir telefon irtibatı görülmüştür. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün temizliğini yapan Ertem firmasıyla da ilişkisi vardır. Bir tarafta mafya üyeleri, bir tarafta kamunun özellik arzeden kurumlarının özelliği olan kişileri... Yeşil'in Ankara, Antalya, Elazığ, mobil ve cep telefon irtibatlarının dökümü kalın bir kitap halindedir. Yeşil'i sadece yukarıda verilen numaradan arayanların listesi (Ek: 2)'de yer almakta ve Sn. Başbakan'ın tetkikine özellikle sunulmaktadır. Yeşil'in üzerinde başka belgeler de vardır. Hasan Tanrıkulu adına sürücü belgesi ve İçişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi kimlik kartı. Bu kartın istihbarat uzmanı sıfatıyla, emekliliğine kadar geçerli olduğu da kayıtlıdır. Ayrıca boş ve Başbakanlık İstihbarat Dairesi kartı da üzerindedir. Antalya Emniyet Müdürlüğü izleme biriminin kaydettiği telefon konuşmalarında Yeşil, Mehmet Eymür'le Duran Fırat'la bol küfürlü konuşmalarında bir kamu görevlisinin utanacağı bir çerçevede konuşmakta, Çatlı ile Topal'ın (eski Sheraton) otelinin kumarhanesinde ortak olduklarını, Veli Küçük'ün işlerine mani olabileceğini tartışmaktadırlar. Emniyet Teşkilatı, MİT ve Jandarma bu kişiyi yakından tanımakta, takibetmekte, dinlemekte, bilgileri arşivlemekte sadece adamı frenleyip, durduramamaktadırlar. Neden? Bu haklı sualin en mantıklı cevabını Yeşil'in iş ve eylemlerinin kamu kurumlarının genel tercihlerine aykırı olmaması, ters düşmemesinde bulmak gerekir. Dolayısıyla Cem Ersever'e karşı alınan tedbirin bir örneğini Yeşil için düşünmenin bir gereği yoktur. Milli İstihbarat Teşkilatımız "Adı geçenle 30 Kasım 1996 tarihinden itibaren irtibatımız kalmamıştır" demektedir. Aslında arşivindeki iç karartıcı bilgilere rağmen bu kişiyle olan irtibatı sebebiyle MİT'in sorgulanması gerektiği düşünülmektedir. Jandarma ilgililerinin durumu ise aynıdır. Bu kişiyi devlet görevine gönderenlerin (MİT'in) 30 Kasım 1996'ya kadar yaptığı her türlü işlem kontrol edilmeye değer. Ankara'dan 09.02.1996'da yeniden pasaport verilmesinden sonra Metin Atmaca'nın gerçek kimliğini bilen Ankara polisinin bu dosyayı bir milyon dosya arasında adeta kaybetmesinin sebebi de bellidir. Bu pasaportu alan MİT'in hangi Devlet problemini çözdüğü de araştırılabilir. Daha sonra 23 Kasım 1996'da MİT'in Diplomatik Pasaport taşıyan Murat Tunç ve Gürcan Bora kod isimli mensuplarının beraberinde Metin Atmaca (Yeşil) ve Vahdet Özer'le TK. 137 sefer sayılı İstanbul uçağında 3 A.B.C. ve D numaralı koltuklarda oturan, İstanbul'dan da TK 320 sefer sayılı uçakla Beyrut'a giden ve VİP-Başbakanlık işaretiyle uçan 5 B.C.D ve 5 F'de oturan bu 4 kişinin hangi devlet görevini ifa ettiği sorusu, haklı ve yerinde bir sualdir. 30 Kasım 1997 tarihinde Sn. Başbakan'ın başkanlığında ve MİT'te yapılan toplantıda, bu noktadaki tenkidimiz ve MİT'in saygın bir kurum olduğu, bu tip işlerinden üzüntü duyulduğu belirtilince Müsteşar Sn. Sönmez Köksal; "- Siz MİT'in her zaman saygın kişilerle mi çalıştığını sanıyorsunuz?" şeklinde bir soru sormuştu. Kendilerine açıklanmaya çalışılmıştı; MİT uygun kişilerden, o alanı bilen kişilerden bilgi toplayacaktır. Ancak kişiler MİT'e hizmet etmekle saygınlık kazanamayacağı gibi, MİT'te o kişilerin seviyesine inmiş olamaz. Oysa Yeşil'in Mehmet Eymür'e "Baba, Babacığım" demesi, Kocaeli Emniyet Müdürü'yle Hadi Özcan'ın durumunu tartışması problemin varlığına işaret eden bir ilişkidir. Çeşitli iddialar ise problemin ciddiyetine işaret etmektedir. Son yıllarda ortaya çıkan ve Susurluk olayı dediğimiz olay da işte budur. Bunca bilgiye rağmen itlâf edilmesi gereken bir kişinin VİP salonundan devlet görevine gönderilmesi anlayışı da Susurluk'tur. ¯¯¯ Konu ve irtibatlar sadece Yeşil'le de sınırlı değildir. Hadi Özcan'ın bir MİT görevlisiyle yaptığı telefon görüşmesinin bir bölümü, bu sahifelerde yazılanlardan daha etkili olsa gerektir. ... - Efendim. Hadi - Nasılsın.... abi? ... - Aaa Hadi hocam sen misin? Hadi - Benim abi... ........ Hadi - Abi bir ricam var senden. ... - Söyle Hadi - Bu Veli Albay anormal derecede yükleniyor şimdi. Özellikle bu Kürşat hadiselerinden sonra yükleniyor. Tahminim Sedat Peker bağ kurdular herhalde. Veya Kürşat kendisi ona bir şeyler dedi. ... - Sedat'ın kanalıyla olmuştur. Hadi - Belki de. Buna bir şey söylettiremez miyiz abi ya? ... - Şimdi Veli Albayla Hacı'nın (Yeşil) durumu nasıl, iyi mi onunla? ......... Hadi - Burda abi 30-40 kişiyiz biz. Tombala davasına bir ay içinde en az 10 milyar lira kazandık. Şimdi biliyor bunu. Kadın satmak serbest. Tombalalara engel oluyorlar. Şimdi kış günü. 50'şer milyon versen 40 kişiye 2 milyar yapıyor. 4 milyar para dağıttım. Kimsede bir lira yok, vallahi billahi abi. ... - Sen Hacıya söyle. Onun jandarmada tanıdığı çok. Benim yok valla. Hadi - Kasıt yapıyor bu Veli Albay bunu. Bu telefon konuşması Sn. Müsteşar'ın saygınlık konusundaki sualinin de cevabıdır. '''DİPNOTLAR''' (6) Mehmet Eymür, İçişleri Bakanı Meral Akşener'e yazdığı 12.2.1997 tarihli mektubunda, Hanefi Avcı4yı şikayet ederken, Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'ın kendisini gece 00:03'te arayıp Yeşil'in teslim alınmasını istediğini Ankara Bölgesi'nde kendisinin de ilgileri olmadığını söylediğini naklediyor. == ÖMER LÜTFİ TOPAL == Geçmişini tombalacılıkla sağlayan ve kokaini Türkiye'ye getiren adam olarak tanınan, sonraları Kumarhaneler Kralı olan Topal, 1978 - 1981 yıllarında Belçika'da, 1981 - 1984 arasında ABD'de uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmıştır. Geçimini kaçak kumarhaneler işleterek temin eden ve İstanbul - Yeşilyurt'taki kumarhanesiyle tanınan Topal 1990 yılından itibaren Caddebostan Büyük Kulüp'ü işletmeye başlamıştır. Bu tarihten sonra İsrail'li kişilerle ortak olarak şirketler kurmuş ve Emperyal Şirketi bünyesinde senelik kazancı 1.1 milyar dolarlık bir servetin sahibi haline gelmiştir. (Gayrimenkûl ve menkûl değerlerle ilgili, sahifeler dolusu mal varlığına ilişkin liste Hesap Uzmanları Kurulunca belirlenmiştir.) Topal, Yurt içinde ve dışında gazino işletmeciliği (7) , seyahat acenteliği, sigorta, menkul değerler aracılığı, döviz alım - satımı, gıda, enerji, petrol, inşaat ve sanayi sektörlerinde faaliyet gösteren çok sayıda şirketin de kurucusu ve sahibidir. Topal'ın ticari faaliyetleri 90'lı yıllar boyunca inanılmaz bir gelişme göstermiştir. Ancak uyuşturucu ticaretinin devam ettiği de bilinmektedir. Hatta 1993 - 1994 yıllarında Avrupa havaalanlarında uyuşturucu ile yakalanan dört Türk Hava Yolları teknisyeni (Şenol Tunç, Sadık Kara, Süleyman Hanilci, Mustafa Akman) verdikleri ifadelerde Ömer Lütfi Topal adına çalıştıklarını söylemişlerdir. Kurye bulmanın zorluğu ve problemi, Topal'ı gelişmiş bir çözüm bulmaya sevketmiş ve özelleştirilen Havaş'ın yüzde 60 hissesi için en yüksek teklifi vermiştir. Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün İnterpol'den Topal'ın uyuşturucu kaçakçısı olduğu şeklindeki belgeyi temin ettiği ve Topal'ı engellediği iddiaları vardır. Neticede Havaş'ın Park Holding bünyesinde Yazeks'e satıldığı ancak gerekli paranın bir bölümünün Topal tarafından temin edildiği de iddia edilmektedir. (ABD yetkililerinin yazı ve müracaatları Özelleştirme İdaresi dosyalarındadır.) Havaş'ın özelleştirme safhasındaki Genel Müdürü Ahmet Kutlu'dur. Adı geçen Topal'ın yakın ve mutemet yöneticilerindendir. ¯¯ Topal'ın özellikle kumarhaneleri ön plandadır. Kumarhanelerin biri Bakü'de, diğeri Kıbrıs'ta ve Türkmenistan'da (8) olmak üzere toplam 17 adettir. Ancak, Türkmenistan'daki kumarhane adedinin süratle arttığı da bu çalışmalarımız safhasında ortaya çıkmıştır. Ayrıca İzmir, Eskişehir ve Adana'da Emperland Eğlence Merkezleri mevcuttur. Ömer Lütfü Topal'la ilgili olarak verilebilecek çok fazla bilgi vardır. Burada sadece konuyu aydınlatacak hususlar üzerinde durulacaktır. (9) Topal'ın kumarhaneler kralı olması, 1991 yılı sonrasıdır. İlk kumarhane, Turizm Bakanı İlhan Aküzüm'ün Bakanlığı dönemindedir. Yukarıdaki liste bazı fikirler verir ve Topal krallığının gelişimini gösterir mahiyettedir. Grup şirketleri 23 adettir. Bu şirketlerden sadece Emperyal Turizm Ticaret A.Ş. bünyesindeki işletmeler 24 adettir. Menkul değerlerle uğraşan 3 ayrı şirket, her şirketin muhtelif yerlerde şubeleri mevcuttur. '''EMPERYAL OTELCİLİK TURİZM VE TİCARET A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONLARI''' İŞLETMENİN ADI İZİN TARİHİ Adana Seyhan Oteli 06.03.1991 Antalya Saray Regency Oteli 19.11.1991 Antalya Ofo Oteli 22.10.1992 İstanbul Akgün Oteli 02.10.1992 Aydın Kuşadası Onura Oteli 02.10.1992 Antalya Grand Kaptan Oteli 22.04.1993 İstanbul Polat Rönesance 01.07.1993 Antalya Seven Seas Oteli 17.06.1994 - 28.01.1997 İstanbul Hyatt Recency 08.07.1994 Mersin Hilton Oteli 09.03.1994 '''REGAL TURİZM VE TİCARET A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONLARI''' Muğla Bodrum Park Resort Oteli 29.08.1995 İstanbul Eresin Topkapı Oteli 14.02.1996 '''LEİSURE İNVESTMENTS TURİZM A.Ş. TARAFINDAN İŞLETİLEN TALİH OYUNLARI SALONU''' İstanbul Ceylan İntercontinantel Oteli 17.11.1996 Kumarhanelerle ilgili olarak önemli bir gelişme de yurtdışı faaliyetlerdir. Topal'ın İsrailli ortağı Ruven ve yardımcısı Bay Eli kumarhanelere gelen İsrailli ve diğer yatırımcıların ödemelerini yurtdışında yapmalarını sağlamaktadır. Belli ve uzun olmayan bir dönemde Ruven'in 17 milyon doları topladığı ve yurtdışında kendi hesabına yatırdığı öğrenilmiştir. Hesap uzmanları da yürütmekte oldukları çalışmalarda "Banka hesaplarından mutemetler olduğunu tahmin ettiğimiz şahıslar tarafından çok fazla adet ve büyük miktarlardaki nakit paraların talimatlara istinaden çekildiği, ayrıca doğrudan banka hesaplarıyla ilişkilendirilmeyen (kasa havalesi şeklinde) özellikle 50.000 USD'nin altında görünmeyen işlemler kaleminden değişik isimler altında yurtdışı transferlerinin yapıldığını" tespit etmişledir. Topal'ın banka hesap hareketlerini gösteren ekstrelerin tetkiti fevkalâde ilgi çekicidir. Akbank'ın bir şubesinde ve 7 aylık dönemindeki para hareketi (sadece Emperyal Şirketine ait olmak üzere) 1.3 trilyon TL'dir. Şirket yetkililerinden birinin Ahmet Kara'nın şahsi hesabı ise 7 ayda 855 milyar TL'dir. Bir diğer şubedeki hesabı ise 840 milyar TL'dir. Bir kişinin adına açılmış pekçok hesap, adına hesap açılmış pekçok kişi vardır. Meselâ Ahmet Kara'nın sadece Akbank'ta açılmış TL hesap ekstreleri birkaç trilyon TL'ye ulaşmaktadır. Bir çok kişinin TL, dolar ve mark hesaplarının incelenmesi müteaddit kredi kartları hesaplarının yine TL, dolar ve mark olarak takibi gerekmektedir. Kapsamlı vergi ve diğer işlem incelemelerinin yıllarca yapılmamış oluşu ilgi çekicidir. Kumarhanelerin gelirini azaltmak için önce masraflar gösterilmemiş, yatak, yemek ve diğer ikramlar Topal'ın mutemedi kişilere ait kredi kartları ile karşılanmıştır. Vergi vs. minimize edilerek farklı yerlerdeki muhasebe kayıtlarıyla sistem şirketin lehine çalıştırılmıştır. Turizm Bakanlığı'nın yaptığı incelemelerde bazı oyun makine ve teçhizatının illegal yollardan elde edildiğini gösterir bilgiler derlenmişse de hiçbir işlem yapılamamıştır. Emperyal Şirketi Kıbrıs'ta ve Azerbaycan'da da etkili olmuştur. Bakü'de yapılan konukevinin yapımındaki finansman sıkıntısı üzerine inşaatın otel olarak tamamlanması, otele bitişik bir kumarhane yapılması kararlaştırılarak işletmeciliği Emperyal üstlenmiştir. Topal bu proje için 8 milyon dolar harcamıştır. Bu projeyi gerçekleştiren Cumhurbaşkanının oğlu İlhan Aliyev'dir. Kendisinin Topal'a 500.000 dolar kumar borcu ve otelin gizli ortağı olduğu iddiaları öne sürülmektedir. Topal'ın Kıbrıs'taki kumarhaneyi büyüttüğü ve gelecekteki talebi karşılamak üzere büyük bir yatırım yaptığı da ifade edilmektedir. Türkmenistan ise adeta Emperyal tarafından işgal edilmiş gibidir. Emperyal, Türkmenistan'da iki adet beş yıldızlı otel, büyük bir iş merkezi ve poliklinik işletmesini üstlenmiştir. Aşkaabat merkezindeki beş yıldızlı Grant Türkmen Oteli onbeş yıllığına 15 milyon dolar karşılığı kiralanmış ve ilk kumarhane açılmıştır. Ak Altın Oteli yanındaki kumarhane Topal'ın en büyük rakibi Sudi Özkan tarafından yaptırılmışsa da, mevcut mukavelelere rağmen Özkan dışlanmış, kumarhane 1996 yılında 22 milyon dolar karşılığında Emperyal'e satılmıştır. Emperyal kısa bir zaman içinde Türkmenistan'da pekçok iş ve işletmeye sahip olmuş, Başbakan Yardımcısı Gurbanmurodov'un tabiriyle "Türkmenistan'ın sosyal programının icracısı" durumuna gelmiştir. İlgi çekici olan husus; Grand Türkmen Otel, Türk Eximbank kanalı ve kredisi ile finanse edilmiş, ayrıca Türkmenistan'a açılan 75 milyon dolarlık kredi içerisinden 10.6 milyon dolarlık ödeme Ak Altın Oteli'nin yapımındaki malzemeler için kullanılmış ve dolayısıyla Emperyal firmasının iş ve işlemlerini geliştirecek bir uygulamaya konu olmuştur. Emperyal borcunu Türkmenistan'a ödemediği için, Türkmenistan kredisi de ertelenmiş, neticede Eximbank açıkça -ve ancak araştırıldığında ortaya çıkacak şekilde- Emperyal'i finanse etmiştir. Türkmenistan'ın en üst düzey yetkilileri İstanbul'da ağırlanmış, kişisel ilişkiler kurulmuş, hediyeler verilmiş ve Emperyal Türkmenistan'a açıkça ve tam olarak yerleşmiştir. Topal'ın Türkmenistan'da işlettiği otellerin kredisini temin eden Türk Eximbank dosyalarını inceleyen Başbakanlık Müfettişi, kredilerin veriliş usulü bakımından mevzuata aykırılık tesbit etmemiştir. Ancak Başbakanlık Müfettişi ilgi çekici diğer tespitlerine de yer vermektedir. "Dikkati çeken diğer bir husus ise, kredi borcu ertemelerinin şeklidir. İlk ertelemede, Türkmenistan tarafından gelen yazılı bir istem bulunmamakta, aksine bankanın bu yönde bir görüşme istemine ilişkin mesajı mevcut bulunmaktadır. İkinci ertelemede ise Türkmenistan'ın sadece 75 milyon dolarlık bölüm ile ilgili bir yazılı istem bulunmakta olup, Banka Yönetim Kurulu bu istemi 75 milyon doların üzerine 16 milyon dolarlık kredi miktarını da ekleyerek 91 milyon dolar üzerinden uygulamıştır. Diğer taraftan Ak Altın Oteli'nin 1994 yılının 10'uncu ayında Grand Türkmen Oteli'nin ise 1995 yılının altıncı ayında açıldığı ifade edilmekle birlikte, her ikisinin işletilmesinin de daha sonra Emperyal Turizm ve Otelcilik A.Ş'ye verildiği anlaşılmaktadır... Ayrıca işletme sözleşmelerinde işletmecinin Türkmenistan dışına para çıkarması konusunda, malikin sağlayacağı kolaylık yönündeki maddeler de dikkati çekmiştir. Ak Altın Oteli'nin yönetim ve işletilmesi ile ilgili sözleşmede yeralan, tarafların gizliliği bozmasının akdin iptal nedeni sayılmış olması da bir o kadar dikkat çekicidir. Bütün bu hususların dışında; Grand Türkmen Oteli'nin renovasyonunu gerçekleştiren Mensel JV'nin (Metiş, Nurol, Yüksel ortaklığı) Yönetim Kurulu Üyelerinden Güven Sazak ile Abdullah Çatlı'nın ortağı olduğu Baysa Şirketi kurucularından (Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu'nda, Baysa Şirketinin kurucuları, T. Ticaret Sicili Gazetesi'nin 2.10.1992 tarih, 3127 sayılı nüshasında yayınlanan İstanul 1. Ticaret Mahkemesi'nin 24.9.1992 tarih, E:1992/3924, K:1992/3674 sayılı kararına göre, Ant Güven Sazak, Ahmet Baydar, Silva Sazak, Mine Baydar ve Alper Baydar olarak görülmektedir) bazılarının soyadlarının aynı olması da ilgi çekici bulunmuştur. Yüksel A.Ş'nin ortağı olduğu AY-SEL şirketinin, diğer Türki Cumhuriyetleri'nde yatırımlar yaptığı, Eximbank'tan temin edilen listelerde görülmektedir." Çatlı'nın Güven Sazak'ın çiftliğine gittiğine, ilgili bölümde temas edilecektir. Burada ilgi çekici bir husus daha vardır; otellerin inşaatı veya yenilenmesi için kullanılan kredi ertelemelerinde Emperyal Şirketi devreye girmiş ve Eximbank'a muhatap olmuştur. Yurtdışında iş yapan bir Türk firmasının o ülke ile ilgili bir konuyu Türk makamları nezdinde takibinde bir yanlışlık olduğu iddia edilemez. Ancak Türkmen tarafının 1997 tarihli ve kabul edilmeyen yeni erteleme müracaatındaki ifadeler gerçek borçlunun Emperyal olduğunu ispat etmektedir. (Ek: 3) Ek: (3)'ün ikinci sayfası, Grand Türkmen Otel projesinin "Constructed by the Emperial Otelcilik ve Turizm ve Ticaret A.Ş" olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Mensel JV ile Emperyal ilişkisi araştırılmaya değer görülmektedir. Başbakanlık Müfettişi, ertelemeler sebebiyle Garanti Bankası'na -teminat mektubu sebebiyle- yapılmış ödemeler ve Eximbank zararının oluşması ihtimalini de gündeme getirmektedir. Ak Altın Oteli'ni yapan Üçgen A.Ş'nin bir inşaat mühendisi ise tanıdık bir soyadı taşımaktadır: Emrah Tinar. Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun'un kredi için Eximbank'a talimat verdiği tarihten itibaren ilişkilerin ve belirlenen bu hususların kapsamlı bir soruşturmaya ihtiyaç gösterdiği düşünülmektedir. Önemli olan husus şudur: Türkmenistan doğal gaz ve petrol projelerine Emperyal de müdahil olacak konuma gelmiş ve Türkmen yetkililer vasıtasıyla etkili olmaya başlamıştır. Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi geniş yankılar bulmuş özellikle Susurluk kazasından sonra daha da önem kazanmıştır. Bu konu Yargıda görülmekte olan bir dava olduğu için çalışmalarımız esnasında irdelenmemiştir. Ancak Topal'la ilgili olarak yapılan bazı ilgi çekici tesbitler vardır ve bunların bu raporda yer almasının zaruri olduğu düşünülmektedir. Topal, tombalacılıktan ve uyuşturucu kaçakçılığından, Fındıkzadeli Ömer lakabından inanılmaz bir güç ve servet sahibi olmayı başaran ilginç bir kişiliktir. Günlük 3 milyon doları aşan net gelirine, öldürttüğü, zarar verdiği çok sayıda insana rağmen koruma bulundurmayan, adamları tarafından hiçbir şekilde korunmayan bir evde oturan, özel şoför kullanmayan, karısının veya kendisinin kullandığı arabayla seyahat eden, zırhlı bir araca binmeyi reddeden bir kişidir Topal. Tripleks bir köşk-evde oturmasına ve dünyanın her yeriyle haberleşmesine rağmen evinde tek bir telefon hattı vardır. Eşinin cep telefonunu hiçbir şekilde kullanmadığı da bilinmektedir. İmam nikahıyla yaşadığı genç eşi Hilâl hanımla 7 yıllık birlikteliği olmuştur. Sosyal hayatı, karısının kullandığı bir araçla gittiği Pazar yemekleridir. Eşini iş hayatına asla sokmamış, iş hayatındaki zalimliği, evde karısı ve çocuklarıyla şakalaşan munis bir insana dönüşmektedir. Evde silah bile yoktur. Ölümünden kısa bir süre önce çelik yelek ve yatak odasındaki dolabın üzerine gizlediği bir tabanca edinmiş, ancak her ikisini de kullanmamış ve taşımamıştır. Yemeklerini sürekli olarak evinde yemiş, (10) öldürüldüğü gece, evine geceyarısı civarında dönecek olmasına rağmen, masanın hazır tutulmasını, ancak kayınvalidesinin kendisini beklemeyip yatmasını, aşçıbaşına hazırlatacağı yiyecekleri evinde yiyeceğini söylemiştir. Eşinin akşam yemeği organizasyonunu ise Hilâl hanım, yattığı hastane odasında kendisiyle sürekli haberleşerek yapmıştır. İlgi çekici olan husus, Ömer Lütfü Topal'ın Mayıs ayından itibaren içinde olduğu stresli durumun Temmuz ayında giderek yoğunlaşması ve 27 Temmuz'da doğum yapması yakınlaşmış eşini adeta zorla hastaneye yatırmasıdır. Topal'ın öldürülmesinin birçok sebebi olabilir. Ancak hiçbir gerekçe insanların Topal'a kendisini öldürmek üzere yaklaşmalarına imkân vermemiştir. Cinayetten sonra Ankara'da bir polis yetkilisinin "adım gibi eminim bu onların işi" diyerek Çatlı ve bir grup Özel Harekatçıyı hedef aldığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde gözetim altına alınan polislerden birinin konuşması esnasında, "Bize vatan için hedef gösterdiler. Sonra bizim hedeflerimizle kendileri salonlarda kadeh tokuşturdular. İlk defa kendi başımıza bir iş yaptık onu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık" dediği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün MİT'ten tek sayfalık bir not aldıktan sonra telefon irtibatları üzerine teknik bir çalışma yaptığı bilgisi ile birleştirildiğinde Topal olayına kısmi bir açıklık getirilebildiği ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların hiçbiri yargı için yeterli delil olmamaktadır. Koli bandına sarılı şarjör üzerinde Çatlı'nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin ölümü olayı karanlığa sokmaktadır. Sarıyer Cumhuriyet Başsavcılığı'nca kullanılan aşağıdaki tablo, sanıkların Topal'ın ölüm saatindeki irtibatlarını ve yerlerini belirten kapsamlı bir çalışmanın özetidir. (Detaylar Ek: 4'dedir. ) Bu konuda İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'nun sergilediği tavır, Çankaya'da Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında yapılan liderler zirve toplantısında en açık kelimelerle tenkit edilmiştir. Bu sebeple kendisine bu çalışma kapsamında yer verilmemiştir. Polislerin sorgulanmadan Genel Müdürlük tarafından Ankara'ya alınması konusuna ise bir İstanbul Emniyet yetkilisi tarafından açıklık getirilmiş ve -"Polisleri Ankara almadı. Yöneticilerimiz korktu ve biz onları Ankara istedi diyerek başımızdan attık" demiştir. Gerçekten Kemal Yazıcıoğlu'nun hesabı sonradan değişmiş, Ankara'ya haber verince Bakanlık ve Genel Müdürlük polisleri istemiş ve İstanbul Emniyeti bir dertten kurtulmuştur. Çünkü polisler "alındıktan" sonra Emniyet Müdürü makamına gelmemiş, gece 22.00'ye kadar bir sorgulama yapılmamış, Müdür muavinleri de odalarından çıkmamıştır. Gece 22.00'den sonra Emniyet boşaltılmış ve ilgililer istirahate gitmişlerdir. Bu saatten sonra bir sorgu olup olmadığını da Yazıcıoğlu bilebilir. Topal'ın öldürülmesiyle ilgili pek çok iddia vardır. Birinci eşinden olma çocukları Murat ve Elif'in babalarının ölümünden en büyük yararı sağladıkları şüphesizdir. Ama genel kanaat Topal'ın böylesine bir tehditle kolayca baş edeceği şeklindedir. PKK'ya yardım eden Kürt işadamları listesi oluşturulduğu ve listeden çıkabilmek için haraç ödediği ancak para konusunda çıkan anlaşmazlık sebebiyle öldürüldüğü de iddia edilmiştir. Topal'ın namaz kılan ve oruç tutan bir kişi olduğu, mazbut bir aile hayatı bulunduğu ve Kürt ayrımcı ve teröristlerle işbirliği yapmadığı yaygın bir bilgidir. Bu iddialar gündeme gelmişse de konunun Topal'dan haraç almak ve külliyetli miktarda para sızdırmak amacına yönelik olduğu bilinmektedir. Üstelik büyük haraçlar ödeyen Topal'ın bu şekilde öldürülmesi tavuğun kesilmesi anlamına geleceğinden buna ihtiyaç olmadığı şüphesizdir. Bir diğer iddia, Kıbrıs'ta açılacak gazinoyla ilgilidir. Çatlı, A. Fevzi Bir ve Sami Hoştan Emperyal'in gayri resmi ortağı olmuşlar, ancak Kıbrıs kumarhanesi için gerekli finansmanı sağlayamamışlardır. Topal da kendilerine hisse vermeyi reddedince bu ortaklar Özel Tim polisleriyle eylemi gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu iddia da tutarlı görünmemekte taraflar bu ölümden yarar sağlayamamaktadırlar. İmparatorluk Murat ve Elif Topal'a, Hilâl hanıma intikal etmektedir. Başka iddialar da ileri sürülmektedir. Murat ve Elif Topal'ın Çatlı'ya 535.000 dolar ödedikleri, Emperyal Gazinolarına ait hesaptan ve Garanti Bankası'na ait 012157 nolu çek tanzim edildiği vadesinden bir gün önce Çatlı'nın bir yakınına elden ödeme yapıldığı da belli olmuştur. Bu ödeme cinayetin maddi bir anlaşmazlıktan işlendiğinin delili olamaz. Topal'ı öldürmenin taşeronluk ücreti de olamaz. Ölümden iki ay sonra yapılan bu ödemenin bir başka gerekçesi olması gerekir. Topal'ın ölümünden sonra eşi Hilâl hanıma 105 milyon dolarlık bir borç toplamı gösterildiği basında da yer almıştır. (Ek:5) Gerçekten bazı tefecilere dahi borçlandığı ve Topal'ın zaman zaman inanılmaz şekilde nakit para sıkıntısı çektiği, 1995 yılından itibaren bu sıkıntının arttığı, önceleri bankalardan borç aldığı ve Necati Kurmel'in kendisine kefil olduğu bilinmektedir. Sonraları ve 1996'da zaman zaman para sıkıntısının had safhaya ulaştığı ve Topal'ın evine 50 milyon TL bırakamadığı günlerin geldiği anlatılmaktadır. (Hesap uzmanlarının aldığı iddiaları teyit etmektedir.) Günlük 3 milyon doları aşan gelir; yeni yatırımlara, gayrimenkul alımına, yurtdışına külliyetli meblağların kaçırılmasına elbette yetmemektedir. Turizm Bakanlığı'nın memurlarından başlayan yurtdışında Aliyev'e, Niyazov'a ulaşan bir haraç zinciri çok geniş bir camiayı kapsamaktadır. (11) Siyasi irtibatlarını geliştirmek için de çok para harcamıştır. Hatta bu irtibatlar bir siyasi partiye ve liderine cephe almasına kadar varmıştır. Topal'ı Sipahi Ocağı'na götürüp hakim ve savcılarla samimiyetini de ispat eden bir milletvekili adayı, Rize'de Mesut Yılmaz'ı seçtirmeyecek kadar güçlü olmak için Topal'ın yoğun para desteğine mazhar olmuştur. Topal'ın kullandığı bazı telefon numaralarıyla ilgili olarak ve kalın bir kitap halini alan bir çalışma yaptırılmıştır. İlgi çekici sonuçları gösterir özet şemalar (Ek:6)'dadır. Topal 1996 yılı içinde DYP Genel Merkezine ait 419 23 63 ve 417 87 49 nolu telefonları bilmekte ve kullanmaktadır. DYP İstanbul İl Yönetimi'ne ait 213 28 27 numarayı ve nedense Rize İl Başkanlığı'na ait 464-213 28 27 numaralı telefonları da bilmekte ve kullanmaktadır. Topal'ın en sık görüştüğü kişi ortağı Sami Hoştan'dır. Hakim Akman Akyürek de aynı zamanda aynı numaradan Sami Hoştan'la irtibatlıdır. Sami Hoştan incelenen tek bir telefon numarasından 7 ayda ve 1996 yılında Albay Veli Küçük'le 34 kere, Abdullah Çatlı ile 13, Korkut Eken'le 6 kere görüşmüştür. Mayıs 1996'da Mehmet Ağar'ın Adalet Bakanı olduğu dönemde ani bir haber ortalığı karıştırmıştır. İddialara göre Mehmet Ağar, Topal hakkında Kürtçülük dosyası açtırmış ve gereği için emir vermiştir. Tıpkı Orhan Taşanlar'ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne atandıktan sonra TV'ye çıkıp "buraya kafa koparmaya geldim" dediği tarihte, İstanbul'da bazı kirli iş sahiplerinin Emniyete götürülüp tartaklanması üzerine Topal önce Sedat Demir'e ulaşmış ve polisteki yeni ekiple irtibatlanmış olduğu gibi, bu defa da çok daha üst seviyede koruyucular aramışlar. Fatura da o nispette yüksek olmuştur. (Topal'ın Orhan Taşanlar'a 250 milyar TL'lik hediye gönderdiği fakat reddedildiği söylentisi kendi muhitinde panik yaşanmasına yol açmıştır.) Topal'ın kendini korumak saikiyle ilk önce siyasi kişilere ulaşarak dosyasını kontrol ettirdiği ve korkmasını gerektirecek bir husus olmadığına inandırıldığı anlaşılmaktadır. Hatta bu arada bazı Özel Tim mensuplarıyla görüştüğü ve o cenahtan da uygun reaksiyonlar aldığı iddia edilmektedir. Mayıs 1996'da başlayan tedirginlik aynı ay içinde son bulmuş ve etrafına "adını listeden çıkarttığını" nakletmiştir. Bütün bu ilişkilerin çok önemli bağış ve ödemelere yol açtığı da ifade edilmektedir. Ancak Haziran ayında tedirginlik avdet etmiş ve Temmuz'da Topal'ın gerginliği had safhaya ulaşmıştır. Bu arada Ankara'dan 17 milyon dolar talebedilmiş, Topal bu paranın toplanması için mehil istemiştir. Olayı nakleden kişi "Karşı taraf mal mı vermişti ki süre tanımayı uygun görmesin. Bu süre verildi, para ödendi ancak PARA YERİNE ULAŞMADI. ÖDEME YAPILAN MUTEMET KİŞİLER, 17 MİLYON DOLAR İÇİN TOPAL'I ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİLER" demiş ve olayın bu sektörde bu şekilde yorumlanmakta olduğunu nakletmiştir. ¯¯¯ Ömer Lütfi Topal hakkında ifade edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır. Emniyet ve MİT ilgilileri ülkemizde Amerikanvari Mafya Teşkilâtı olmadığı, bazı kabadayıların etraflarına topladıkları 10 - 20 - 40 - 50 kişi ile çeteleştikleri, rüşvet vererek, zor kullanarak, devletin ilgili kurumlarının bilgisi dahilinde pek çok kanunsuz iş yaptıkları, etkili bir hükümet, hatta cesur - atak ve namuslu bir mahalli yöneticiyle o bölgeyi terk etmek zorunda kaldıkları hususunda hem fikirdirler. En önemlisi bu çetelerle ilgili olarak her türlü bilgi mevcut olduğundan kendilerini tasfiye etmek her zaman için kolaydır. Ancak devletle bütünleşmiş, devletin ilgili kurumlarına entegre olmuş, mahallinde Valiyi, Emniyet müdürünü, mecliste ve hükümette yeterince üyeyi kendisine bağlamış ve bu kişilere adeta emir verebilir duruma gelmiş bir yapılanma mevcut değildir. Bu konuda ve Cumhuriyet tarihi boyunca en önemli mesafeyi katetmiş kişi Ömer Lütfi Topal'dır. Eğer öldürülmeseydi ülkenin en etkili ilişkileri içinde, istediği yere ve makama nüfuz edebilme imkânını bulacak ve birkaç yıl sonra da gerçek manâda dokunulmazlığa kavuşacaktı. Bu noktada ilgili her uzman fikir birliği içinde görünmüştür. Topal, kirli geçmişine rağmen bir süre sonra kumarhaneleri tasfiye etmek ve saygın bir işadamı olmak için stratejik bir karar verebilme becerisini de göstermiş, Türkmenistan'ı, oradan elde ettiği diplomatik pasaportun da gösterdiği gibi rezerv ülke olarak seçmiş, kendini birçok açıdan geleceğe hazırlayabilmiştir. Sadece kazandığı paranın büyüklüğü, Kıbrıs'ta ve Antalya'da ağırladığı bunca devlet büyüğüne ve elinin açıklığına rağmen kendi sonunu getirmesine mani olamamıştır. Haraç vermekten nefret etmesine rağmen, sadece yetkililer değil, onların adamları, korumaları, adamların adamları da Topal'ın paralarına ortak olmuşlardır. Şayanı şükrandır ki gelişmeler Topal'ın hedeflediği noktaya uzanmasını engellemiştir. Ancak bu durum, devletin çetelerle irtibatı noktasındaki üzüntü verici tespitleri yok etmeye yetmemiştir. Zaten işlerin bu karmaşık yapısı, devlet kurumlarının içine girdiği laubalilik, gevşeklik ve ciddiyetsizlikten kaynaklanmaktadır. Sağcı ve solcuların, sivilin, üniformalının, doğruyla eğrinin bu kadar ve bir noktada buluşmasının hikmeti de bu kargaşanın yarattığı verimli fakat kirli faaliyet alanlarını ortaya çıkarmasındandır. Bu noktada yetkililer de olayları engellememiş hatta teşvik etmiştir. Ülke içinde cereyan edenler Susurluk kazasına kadar kamuoyundan gizlenebilmiş, bu arada yurt dışına açılmalar başlamıştır. '''DİPNOTLAR''' (7) Topal, kumarhane açtığı şehirlerde, muhiti olan etkili aile ve kişilerle şahsen ilişki kuruyor, sosyal faaliyetler için fırsatlar veriyor, para harcıyor, doğumgünü, evlenme yıldönümlerinde şık jestler yapıyor ve ortaklıklar kuruyordu. Alacaklarını aldıktan sonra da ilişkisini kesiyordu. Kumarhanelerin yoğunluğunu artırmak bahanesiyle kişilere bol miktarda fiş verdirerek oynatıyor, sonunda da ortaklıkları tasviye için borç çıkarıyordu. Antalya'da bu şekilde elde ettiği bir şirkete yaptırdığı evleri mensuplarına dolar üzerinden satmış, Ömer Şarlak Paşa'ya, Emniyet Müdürü Mete Altan'a da yer tahsis etmişti. Şirket hisselerinin devrinde ise kamu görevlilerini kullanmıştı. (Şirketlere ait bir liste Ek: 5'tedir.) (8) Türkmenistan'daki Ak Altın kumarhanesini, Grand Türkmen Oteli Kumarhanesi, daha sonra da diğer kumarhaneler takip etmiştir. (9) Talih oyunları salonlarının açılması, düzeni, kontrolü konusunda sık sık değişiklik yapılmış, salonların açılması kolaylaştırılmış, adeta teşvik edilmiştir. Milyonlarca dolarlık gelire rağmen, gerçek manada ne denetim, ne de vergi incelemesi vardır. Bakanlığın fon olarak aldığı birkaç milyar lira göze batmakta ve tartışılmaktadır. Kumarhaneler ve işletenler, devletin tüm mekanizmalarını etkisizleştirebilmişlerdir. (10) Sadece Bodrum'da Hikmet babataş'ın öldürüldüğü gece, Antalya'da herkesin içinde oturmuş yemek yiyerek içki içmiştir. (11) Aldığı kredilerin karşılığında Demirbank Zeytinburnu Şubesi'ne 145 milyar, Toprakbank Merkez Şubesi'ne 100 milyar, Şekerbank İstanbul Şubesi'ne 270 milyar, Yurtbank Merkez Şubesi'ne 1 trilyon TL gayrimenkul ipoteği veren Topal, varlık içinde yokluk çekmektedir. == MEHMET ALİ YAPRAK VE KAÇIRILMASI == Topal'ın öldürülmesiyle ilgili olarak Park Holding, Havaş ihalesi, Turgay Ciner'in servetinin kaynakları, Topal'ın Havaş ihalesine Park Holding arkasına gizlenerek ve gizli ortak olarak katıldığı ve Holding'in gizli ve kirli işlerinin bulunduğu iddialarıyla da çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Topal'ın öldürülmesi ile Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılmasıyla gelişen olaylar arasında irtibat vardır. ¯¯- Mehmet Ali Yaprak bir iş adamıdır. Radyo ve TV'si ve şirketleri vardır. Gerçekte ise fevkalâde güçlü bir çete reisidir. Yaprak Holding'e ait bilgiler ilişikte sunulmaktadır. Captagon'un dağıtımının ise Hidayet Turizm tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Mehmet Ali Yaprak gibi güçlü bir reisin kaçırılması kolay ve herhangi bir çetinin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. 30 Kasım 1997 tarihli toplantıda MİT ve Yaprak grubu ilişkilerine atıf yapılmış daha önce de Eymür - Haluk Koral görüşmeleri nakledilmişti. Mehmet Ali Yaprak olayı ile ilgili olarak MİT'in takdimi aşağıdadır. "Mehmet Ali Yaprak 24 Aralık 1995 seçimlerinden önce seçim masrafları olarak Mehmet Ağar'a dolayısıyla DYP'ye 500 milyar lira yardımda bulunmuş, konuyu bilen Özel Harekat Dairesi Başkanı İbrahim Şahin de bilahare aynı şahıstan 100 milyar lira rüşvet almıştır. M. A. Yaprak Gaziantep'teki Yaprak TV ve Hidayet Turizm Firması'nın sahibi olup, esas gelirini Suriye ve Suudi Arabistan bağlantılı uyuşturucu ticaretinden sağlamaktadır. M. A. Yaprak'ın seçimlerden önce Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin'e verdiği paralardan haberdar olan Abdullah Çatlı adı geçenden kendilerinin de para almaları için Ercan (Ersoy) ve Ayhan isimli polis memurlarının da aralarında bulunduğu bir ekibe M. A. Yaprak'ı kaçırtmış, olayda altı, yedi şahıs polis maskesiyle görev almıştır. M. A. Yaprak'ın evi ve işyeri ile ilgili istihbarat, Abdullah Çatlı'nın isteği doğrultusunda, Gaziantep'te halı saha işleten ve Mehmet Ali Yaprak'la geçmişten sorunları bulunan Ülkücü görüşe mensup Yahya... adlı şahsa verilen talimatla temin edilmiş ve anılan ile yapılacak pazarlık sırasında olayın videoya kaydedilmesi planlanmıştır. Kaçırılma olayını erken saatlerde gerçekleştiren şahıslar, M. A. Yaprak'ı Siverek'e götürmüşlerdir. Olayın polise intikalini müteakip, olayın istihbaratını yapan Yahya (Efe) adlı şahsın kardeşi, polis tarafından Gaziantep'te gözaltına alınmıştır. Bunun yanısıra, söz konusu olayla ilgili olarak Mehmet Eymür tarafından; "Gaziantep'li Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılmasından sonra, Gaziantep'te ikamet eden Haluk Koral isimli bir tanıdığının telefonla kendisini arayarak, kaçırılan Gaziantepli zengin işadamının yakın tanıdığı olduğunu belirterek yardım istediğini, Adıgeçene (H. Koral) "direkt bir yardımının olamayacağını, ayrıca kaçırılan şahıs hakkında da müsbet şeyler söylenmediğini, ancak M. Ali Yaprak'ın Abdullah Çatlı tarafından kaçırıldığına dair bir duyum alındığını, adıgeçenin Siverek'e götürüldüğünün söylendiğini, bu nedenle Bucaklar'la görüşmesinin yararlı olabileceğinin" belirtildiğini, Bir süre sonra H. Koral'ın tekrar kendisini (M. Eymür) arayarak, M. A. Yaprak'ın serbest bırakıldığını, söylenenlerin doğru çıktığını bildirdiğini, Olaydan bir müddet sonra Operasyon Başkanlığı'ndan bir personelin gelerek; "eski elemanlarımızdan Müfit Sement'in isminin de kaçırılma olayına karıştırıldığını, Müfit'in bize bilgi getirmek için olay tarihinde Gaziantep'e gittiğini, olayda aktif rol almadığını bildirdiğini, Abdullah Çatlı'nın kendisinden (M. Sement) video kamerasını alıp Gaziantep'e gelmek istediğini, Gaziantep'e gittiğinde kaçırılma olayının gidişinden önce olduğunu öğrendiğini, bu nedenle aynı gün İstanbul'a geri döndüğünü" ifade ettiğini, Bu bilgiler üzerine H. Koral'la temasa geçilerek, ilk görüşmede verilen bilgilerin M. Sement'ten alındığını, bu nedenle yardımcı olan anılan şahsı olayın içine katmamalarının yararlı olacağını söylediğini, H. Koral'ın da bunu kabul ettiğini, 15.02.1997 tarihinde ise personelimiz yeni öğrendiği hususları ilgili olarak yaptığı açıklamada; "M. Sement'in olaya anlattığından daha fazla girdiğini, Siverek'e gidip M. A. Yaprak'ın sorgulanması sırasında videoya kaydettiğini, ayrıca M. A. Yaprak'ın iki kez kaçırıldığını, ilk kaçırmaya İbrahim Şahin'in ekibi ile Cengiz Cömert (Geçmiş dönemde bilgilerinden istifade edilmiştir) ve Hasan Aydostlu'nun (İngiltere'de Nafiz Bostancı işine karışan ve geçmiş dönemde Muğla'da bilgilerinden istifade edilen) de katıldığını, Cengiz Cömert'in kaçıran gruba, M. Eymür'ün de işin içinde olduğunu söyleyerek M. A. Yaprak'tan gasp edilen paradan namına para aldığını, olayın polisler arasında da böyle bilindiğini söylediği," hususları iddia edilmiştir. Bu anlatımda çeşitli yanlışlar ve olayı farklı mecraya götüren ifadeler vardır. Yaprak, Hidayet Turizm'in sahibi değildir. Yaprak'ın kaçırılmasını Hidayet Turizm ilgililerinin organize ettiği, hedefin, captagon imalathanesinin yerini öğrenmek ve orijinal captagon'un içine ilave edilen ve "Hacı'nın malı" olarak Arap aleminde meşhur olan uyuşturucunun formülünü zorla almak olduğu bilinmektedir. Kaçırma olayını Çatlı'nın bir grup polisle organize ettiği, Yaprak'tan serbest bırakılma karşılığı 1 - 2 milyon Mark alındığı, aslında Hidayet Turizm'in 10 milyon Mark ödediği, fakat bu miktardan kaçıranların haberdar olmadığı ve pay alamadıkları, gerçek ödemenin miktarının öğrenilmesi - duyulması üzerine Çatlı ve ekibinin Ankara ile ilişkilerinin bozulduğu hatta koptuğu iddia edilmektedir. Bu durum karşısında polislerin ve Çatlı'nın Yaprak'ı ikinci kere kaçırdıkları, konuşturdukları, konuşmaları videoya kaydettikleri, bandın bir suretinin Bucaklar'a, bir suretinin Mehmet Eymür'e (Müfit Sement vasıtasıyla) teslim edildiği, orijinal bandın ise Ankara'yla yapılan pazarlık sonucu imha edildiği de iddialar arasındadır. Haluk Koral'ın Eymür'ü aradığı ve yardım istediği de doğru değildir. Eymür Müfit Sement'i kurtarmak için devreye girmiş, yüzleştirme yapılması, araçta bulunan parmak izinin Sement'e ait olması sebebiyle olayın kapatılması yönünde gayret sarfetmiştir. İkinci kaçırma olayının, Ankara'nın bilgisi ve tasvibi dışında olması, polisin sert reaksiyonunu çekmesi üzerine Eymür, Sement'in adının ortaya çıkmaması için Yaprak grubunun etkili isimlerinden Haluk Koral'la temasa geçmiştir. Neticede savcının "yüzleştirme" kararı da uygulanmamış, tarafların olayın büyümemesi, kendi hesaplarını kendilerinin zaman içinde görme arzusu ile kapatılmıştır. Başbakanlık, Gaziantep Savcısı'nın işlemlerindeki eksikliği Adalet Bakanlığı'na Ocak 1997'de bildirmiş olmasına rağmen Eylül 1997'deki yazımıza kadar Bakanlık, eski bakan Şevket Kazan'ın talimatına rağmen harekete geçmemiştir. Bu kısa takdim, Devlet ilgili ve yetkililerinin uyuşturucu konusunu, kaçakçılığı, kirli parayı, Devlet'in tahribi pahasına nasıl ele aldıklarını gösteren ilgi çekici bir örnektir. Bu arada saygın bir kuruluş olan MİT'in eski mensuplarının (Müfit Sement, Hasan Aydostlu) gibi şahısların nasıl bir ilişki içinde oldukları, yine saygın bir kuruluş olan Emniyat Teşkilâtı'nın uyuşturucu imalatını durdurmak değil, diğer uyuşturucu tacirlerinin hizmetine girdiğini gösteren acı bir örnek olduğu belirtilmelidir. Kaçıran grupların her defasında işin içinden sıyrılabilmeleri ancak bu ilişkilerle mümkün olabilirdi. Her iki kaçırma olayında güvenli bölge olan Bucaklar'ın kontrolündeki topraklara gidilmesi, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Osmanlı döneminin Beylerbeyliği ünvanı kullanılmıyorsa da Aşiret beyliğinin devam ettiği ve Siverek yöresinin devletin kontrolünün dışına terk edildiği aşikârdır. Bu vesileyle ve durumun vehametini ortaya koymak üzere bir parantez açarak Yaprak ve Hidayet ailelerinin şemasını Sayın Başbakan'a takdim etmek ihtiyacı duyulmuştur. Teknik olarak bu bilgilerin ek'te sunulması gerekirse de, yeraltı dünyasının bu kara, kirli ve kanlı paradan beslenerek nasıl legalize olmaya gittiğinin delili sunulmak istenmektedir. (Şemalar 58 ve 59. sayfalarda yer alıyor.) Şemanın açık izahı (Ek: 7)'de sunulmuştur. Ek bilgilerde milyonlarca dolarlık uyuşturucu geliri sağlayan bir sistemin kurulduğu açıkça görülecektir. Sistem; MİT'teki ve emniyetteki bilgilere rağmen çalışmaya devam etmektedir. Kaçakçıların devletten güçlü olamayacağı gerçeği karşısında, devletinin elinin kolunun nasıl bağlandığı araştırılmalı, soruşturulmalıdır. ¯¯- Mehmet Ali Yaprak olayının Ankara ve İstanbul gruplarının arasının açılmasında bir dönüm noktası olduğu iddiasına yer verilmişti. Bu anlaşmazlık 1996 yılında grupların birbirinden uzaklaşmasına yol açmış veya yeni gelişmeler grupların eski koordineli çalışmalarını zaten ortadan kaldırmıştır. Doksan altı yılı Çatlı'nın üzerindeki koruyucu örtünün incelemeye başladığı, OHAL bölgesindeki başıboşluğun da kontrole alınmaya çalışıldığı, keza Ömer Lütfi Topal'ın tedirginliğinin arttığı bir dönemdir. Mehmet Ağar'ın milletvekili seçilmesi, daha aylar öncesinde bu hususun biliniyor olması, ne kadar nüfuz sahibi olursa olsun vatan - millet için yapılan işlerin koordinasyonunun zedelenmesine yol açmıştır. Topal'ın öldürüldüğü dönem de işte bu oluşuma rastlamıştır. ( RAPORDAKİ 68, 69, 70, 71 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) == BEHÇET CANTÜRK == Ermeni asıllı Behçet Cantürk'ün geçmişiyle ilgili kısa istihbarat bilgisi aşağıdadır. Reşit - Hatun oğlu, 1950 Diyarbakır/Lice doğumlu olan adıgeçenin; - 20.11.1975 tarihinde Lice bölgesinde meydana gelen deprem sonrasında devletin yöreye yeterli yardım yapmadığını ileri sürerek, halkı ayaklandırmaya çalışan Kürtçü şahıslardan olduğu, - 1981 yılı itibariyle Suriye'de bulunan Asala mensupları ile sıkı ilişkiler içerisinde bulunduğu, - 16.06.1983 tarihinde İstanbul/Kapalıçarşı'da gerçekleştirilen Ermeni terör eylemini organize eden şahıslardan olduğu, - Temmuz 1984 tarihi itibariyle sorgulanan şahsın; uyuşturucu madde faaliyetlerini DDKD (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi'nin yan kuruluşu) örgütü namına yaptığını ve bu örgütün üyesi olduğunu itiraf ettiğini, - 1984 sonunda uyuşturucu madde kaçakçılığı suçundan tutuklandığı ve 1985 yılında beraat ettiği, - 1990 yılında bazı Kürt aydınlarıyla birleşerek "Ulusal Platform" adlı bir birlik oluşturdukları, bilahare Mezopotamya A.Ş Adlı bir şirketi kurdukları ve Mezopotamya isimli bir gazete yayınlamak üzere girişimde bulundukları, - 1992 yılı itibariyle PKK'ya aktarılmak üzere uyuşturucu kaçakçılarından para toplanmasına aracılık yaptığı, - Nisan 1992 tarihinde Türkiye'ye Pakistan'dan 6 ton baz morfin, 5 ton esrar getirdiği ve bu uyuşturucuların Savaş Buldan, Hurşit Han, Adnan Yıldırım, Cahit Kocakaya, Eyüp Kocakaya, Ferda Seven isimli şahıslar tarafından satın alındığı, B. Cantürk'ün yine bu şahıslardan muhtelif tarihlerde PKK'ya verilmek üzere para topladığı, - 1992 tarihi itibariyle Özgür Gündem Gazetesi'nin finansörlerinden olduğu... Bu özet bilgi adıgeçenin kimliği hakkında yeteri kadar aydınlatıcıdır. Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen Devlet, Cantürk'le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede "Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk'ün devlete biat etmesi beklenirken adıgeçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir." Böylece 100 kişiye yakın olduğu tesbit edilen ve zamanın Başbakanı'nın ifade ettiği "PKK finansörü iş adamlarının elde olan listesi"nden bir kişi eksilmiştir. Behçet Cantürk'ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup, olmadığı tartışmasına girilmemiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk'ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? "Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz" itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle sayın Başbakan'a ters gelse de) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır. Yoksa Yeşil ve benzerlerinin Türk Ordusu'nun bir subayını (Cem Ersever olayı) sorgulaması ve öldürdüğünü etrafa söylemesi, Tarık Ümit gibi bayağı ve bir kaçakçının "falancayı aldık, sorgulayıp, öldürdük" gibi bayağı ve kendini adam yerine koymalarını sağlayıcı çirkinliklerini, Abdullah Çatlı gibi devletin emrinde çalışan bir kişinin, kaçakçılık yapıp etrafa korku salmasını ve bundan istifade edip başkalarının da haraçtan pay almasını temin eden alaturkalık, basitlik, geri kalmış bir ülkenin ciddiyetten uzak operasyonlarına izin veren bir yapı, ülkemizin gerçekten haketmediği bir durumdur. Bu davranışlara izin veren anlayış bir grup insanının -sivil ve kamu görevlilerinin- kısa sürede çizgiyi aşıp vatan - millet hizmetinden kişisel menfaate dönmelerine yol açmıştır. Devletin ilgili tüm kurumları bu iş ve eylemlerden haberdardır. Başıboşluk, neticede ve Susurluk kazasının bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış ve devlet sırrı olacak konular gazete makalelelerinin ve haberlerinin ana konusu haline gelmiştir. Her şeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması ise devlet adına yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en önemli göstergesidir. Mesela İzmit - Adapazarı - Bolu ekseninde meydana gelen cinayetlerin gerçekleşmesinde ortak noktalardan biri de, Polis - Jandarma - İtirafçı örgüt mensupları faaliyetlerinin yörede yoğunlaşmış olmasıdır. Uygulayıcılar, bu ekseni değiştirmek ihtiyacını dahi duymamışlar, yarattıkları ürküntü, güçlerinin delili olmuştur. Söz konusu eylemlerde öldürülen şahıslar özellikle dikkate alındığında; OHAL Bölgesi'nde öldürülen Kürtçü şahıslar ile diğerlerinin farkının ekonomik bakımdan arzettikleri finansman gücü olduğu ortaya çıkmaktadır. ¯-- Yukarıda ifade edilen hususların benzer konularda meselâ Savaş Buldan'ın öldürülmesi için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Adı geçen kaçakçılığı, PKK yanlısı bölücü eylemleri ile tescilli bir şahıstır. Medet Serhat Yöş, Metin Can, Vedat Aydın için de aynı hususlar geçerlidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne aykırı eylem sahipleri ağır bir cezayı haketmişlerdir. Yapılanlarla aramızdaki tek itilâf uygulamanın şekline ve neticelerine ilişkindir. Nitekim Musa Anter'in öldürülmesinden -tüm olayları tasvip edenlerin dahi- pişman olduğu tespit edilmiştir. Musa Anter'in silahlı bir eylem içinde olmadığı, daha çok işin filozofisi ile meşgul olduğu, öldürülmesinin yarattığı etkinin, kendisinin gerçek etkisini geçtiği ve öldürülme kararının hatalı olduğu söylenmektedir. (Adıgeçenler hakkında bilgi Ek: 9'dadır.) Öldürülen başka gazeteciler de vardır. ( RAPORDAKİ 75 NUMARALI SAYFA "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) (12) ...güvenerek Diyarbakır'a gittim. Bu arada Jitem çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp suçu varsa tespit edip, adalete teslim etmek yerine faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu bu tarzda talimat alıyorduk. Bu grup içerisinde eski itirafçılardan Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Abdulkadir Aygan, Hayrettin Toka, Recep Tiriz, Adil Timurtaş ve eski TİKKO'cu Fatih adındaki kişiler vardı. Antalya'da örgüt tarafından öldürülen Numan kod (Salahattin Görgülü) adındaki kişi bizim grubumuzun istihbaratçısıydı. Örgütle ilişkilidir tarzında bize gösterdiği ve getirdiği kişilerin hepsini değişik dönem ve zamanlarda infaz ettik. Bismil'de benzinci Talat, Diyarbakır Bismil yol kavşağında bir vatandaşı aynı gerekçelerle infaz ettik. Batman'da iki kişiyi; birini evinden, diğerini evin önünden alarak Batman Silvan arasında infaz ettik. Yine Hazro'da bir vatandaş infaz edildi. Bu çalışmalar beş ay sürdü. Yine o dönemde Salahattin Görgülü'nün verdiği istihbarat doğrultusunda bir şahıs Celil kod Aytekin Özel binbaşıyla Abdülkadir Aygan birlikte gidip infaz ettiler..." (Ek: 10) ( RAPORDAKİ 77, 78, 79, 80 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) Buradaki acımasızlık, gerçekten üzerinde durulması gereken bir husustur. "Çatlı'ya pekâlâ yeni bir profil, yeni bir hüviyet ve yerüstünde yaşama fırsatı -eğer hak etmişse- verilebilir veya -hak etmemişse- verilmez, yargıya teslim edilebilirdi." Bunların hiçbiri yapılmamıştır. Çatlı Ankara'ya geldiğinde eski-yeni Bakanlarla, Milletvekilleriyle beraber olabiliyor, Meclis kulisinde çay içip restoranda yemek yiyebiliyordu ama Erdek'te çakırkeyif olduğunda havaya iki el ateş edince karakoldan iki polis, hakkında hemen yasal işlem yapmışlar, parmak izini alıp kendisini de nezarethaneye atmışlardır. Bilahare telefonlar çalışmış, serbest bırakılmışsa da haleti ruhiyesini anlamak zor değildir. Devletin savcısı, hakimi bir yana, tanıması imkânsız her polis ve karakol dahi kendisi için potansiyel bir tehditti. Devletin zirveleri ile irtibatlanmış bir kişi bu çelişkiler yumağı içinde ne yapmalıydı, ne yapabilirdi? Güven Sazak'ın çiftliğine gittiğinde Ahmet Baydar'la, Drej Ali'yle, Hazine Müsteşarı Osman Ünsal'la birlikte olabiliyor, Sedat Bucak'ın yazıhanesinde siyasilerle bir araya geliyor ama BOTAŞ Boru Hattı temizliği için ihaleye girmek üzere Hadi Özcan'la finansman problemi konuşmak zorunda kalıyordu. (13) Susurluk olayının pekçok görüntüsünde, Abdullah Çatlı vardır. Ama Çatlı'nın net resminin zemini, Ankara'nın silueti ile tamamlanmaktadır. Topal cinayetinde Çatlı'nın parmak izi ortaya çıkmıştır. Ama Çatlı'nın ailesine bıraktığı toplam paranın 2 milyon DM olduğu dikkate alınırsa, sadece Topal'dan sızdırılan milyonlarca doların akibetini sormak gerekir. (Bu tahmin Başkanlığımıza değil Çatlı sempatizanı bazı kişilere aittir.) Çatlı'nın dosyası yeniden açılmalıdır. Tüm ilişkileri, irtibatları bilinmektedir. İsviçre'den Türkiye'ye nasıl geldiği araştırılmalı, görevlendirilmeleriyle ilgili tüm bilgiler derlenmeli, Topal'ı Çatlı'nın ve polislerin öldürdüğü bilgisini MİT'in nasıl elde ettiğini ve İstanbul Emniyet Müdürü'nü tek sayfalık bir not'la nasıl uyardığını, niçin bu sonuca vardıklarını, hüviyeti hâlâ sisler içinde kalan uyuşturucu irtibatlısı gerçek Mehmet Özbay - Çatlı ilişkisinin detayları ortaya konmalıdır. Hatta Abdullah Çatlı'nın kullandığı 12 ayrı hüviyet, pasaport, muhtemelen sürücü belgesi vs.'nin nasıl elde edildiği de ortaya çıkarılmalı. Çatlı'nın hangi tarihten itibaren, kimlerin emrinde hangi işlerde bulunduğu tesbit edilmelidir. Böylece kamuoyunun Çatlı hakkında objektif bir karara varması ve devlet kurumlarının hata ve sevaplarıyla - caydırıcı olmaksızın - yıkanıp aklanması sağlanmalıdır. Bu konudaki öneriler son bölümde sunulacaktır. ¯¯ Çatlı'dan bahsederken, kamuoyunun ilgisini çekmemiş bir konuya ilişkin tespitler (Ek: 11)'de Sn. Başbakan'ın dikkatine sunulmuştur. Ek: 11'de yer alan konu, hukuk sisteminin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkmış, sağ ve sol teröristler, eylemciler veya gruplar için kayda değer bir farklılık yaratmıştır. Bir ceza hukuku profesörünün ve bir yüksek yargıcın katkısıyla hazırlanan notun Adalet Bakanlığı'nca değerlendirilmesi temenni edilecektir. '''DİPNOTLAR''' (12) İtirafçı İbrahim Babat, kendisine 7 yıl ceza alacağı vaadine rağmen 17 yıla mahkum olunca, İstanbul DGM Başsavcılığı'na ve Başbakanlık Teftiş Kurulu'na ifade vermek için dilekçe ile müracaat etmiştir. Müfettişlerin kendisiyle görüşmesinden önce (19.12.1997) de Kırklareli İstihbarat Şubesi Müdürü ile Jandarma Alay Komutanı Iİ. Babat'ı ziyaret edip "hatırını sorup, geçmiş olsun" derken, "dikkatli olmasını, devlete zarar vermemesini, davanın Yargıtay safhasında olduğunu" da söylemek ihtiyacını duymuşlardır. (13) Boru hattındaki petrol artığı 20 bin ton çökeltiyi, tonu 10 dolardan ihaleyle alıp İskenderun Demir Çelik Fabrikaları'na tonu 250 dolara satmak için yapılan organizasyonun boyutlarını da düşünmek gerekir. Behçet Cantürk Adı geçen jitem üyesi yeşil Mahmut tarafından öldürüldüğü düşünülmektedir == SEDAT BUCAK VE BUCAK AŞİRETİ == Bucak aşireti hakkındaki bilgiler aşağıda takdim edilmektedir. Ancak bu bilgileri rapor haline getiren kamu görevlilerinin, çok dikkatli ve itinalı bir üslup kullandıkları dikkatten uzak tutulmamalıdır. Köken olarak Diyarbakırlı olan Bucaklar, 200 yıl kadar önce Diyarbakır'dan Siverek'e gelmişlerdir. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra Şeyh Sait isyanı sırasında, Cumhuriyet'ten yana tavır almış ve isyancılara karşı savaşmışlardır. Bucaklar üç kez (Atatürk zamanında, İ. İnönü zamanında ve 27 Mayıs'tan sonra) sürülmekten kurtulamamışlardır. Ancak, Şeyh Sait isyanından bu yana devletin yanında yeralmışlardır. 27 Mayıs'tan sonra aşiretin lideri Celal Bucak ve Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, Yassıada'da bir süre tutuklu kalmalarına rağmen Siverek'teki iktidarlarını muhafaza etmişlerdir. Ş. Urfa / Siverek ilçesinde 1980 yılı öncesinde de aşiretler arası çatışmaların yaşandığı bilinmektedir. Dolayısıyla Siverek, PKK ve KUK gibi iki Kürtçü örgütün aşiretleri yanlarına alarak olayları tırmandırmaya çalıştıkları bir yöredir. Bucak aşireti "Zaza" olup, Demokrat Parti zamanından bu yana TBMM'nde temsilci bulundurmaktadır. Sedat Bucak, amcası Mehmet Celal Bucak'ın ölümünden sonra, Bucak Aşireti reisi olmuştur. Ş. Urfa milletvekili Sedat Edip Bucak'ın liderliğini yaptığı "Bucak Aşireti," Siverek ve Hilvan ilçelerine büyük ölçüde hakim olup, aşiret içerisinde kayda değer bir ayrılık - hizip bulunmamaktadır. PKK'nın Ş. Urfa / Siverek'e verdiği önem ve bu alanda hakimiyet sağlama arayışlarına paralel olarak 1993 Eylül ayından itibaren Bucak aşiretinin de 350 - 400 civarında mensubunu silahlandırdığı bilinmektedir. PKK'ya karşı sürdürülen mücadelede Eylül 1993 tarihinden itibaren tamamen Devlet yanında yer alan aşiretin, Siverek ve Hilvan'da 1000 civarında korucusu bulunmakta olup, bunlardan 350 kadarı devletten maaş alan "Geçici Köy Korucusu" statüsündedir. Çoğunlukta olan ve devletin izni ile silah taşıyıp, görev yapan korucular ise, "Gönüllü Köy Korucusu" olarak sınıflandırılmaktadırlar. Ayrıca, aşiretin özel koruma olarak adlandırılan silahlı mensupları da bulunmaktadır. Özel koruma ve gönüllü korucular devletten maaş almamaktadırlar. (14) Sedat Bucak'ın 1993 eylül ayından itibaren Siverek'e bağlı köyleri tek tek gezerek, PKK mensuplarını barındırmamaları uyarısında bulunduğu, yöredeki ikinci büyük aşiret olan İZOL aşiretinin de Bucaklar'ın kararını benimseyerek silahlandıkları mevcut bilgilerdendir. Bucak aşireti liderliğinde başlatılan bahse konu çalışmalar, bölge halkında, aşiret mensuplarının güvenlik kuvvetlerinin kontrolü dışında hareket edebileceği endişesini doğurmuştur. Bazı eski suçlu ve işsizlerin Bucak grubuna sızdığı iddiaları, zaman zaman bazı mahallere gereksiz yere ateş açılması, halk üzerinde korku ve panik yaratmıştır. S. Bucak Devlet Güvenlik Güçleri ile yakın işbirliği içerisinde aşiretini silahlandırmış, muhtelif tarihlerde Siverek'teki evinde yetkililerle toplantılar gerçekleştirmiştir. Aralık 1993 ayında yine Siverek'teki evde yapılan bir toplantıda; S. Bucak, Korkut Eken'e kısa bir brifing vererek, devletten özellikle roketatar ve benzeri güçte silah istediğini dile getirmiştir. Keza S. Bucak, İl J. A. K. Alb. Seral Saral'dan da Jandarma bölgesinde "illegal adam alma yetkisi" istemiştir. Anılan, ayrıca PKK faaliyetlerinin Diyarbakır / Çermik'te yoğunlaştığı, Çermik'e de müdahale etmek istedikleri, ancak Çermik J. Blg. Komutanlığı'nın Bucaklar'a zorluk çıkardığını, benzer olumsuzlukların Viranşehir İlçe J.Bl.K.'lığı ile de yaşandığını belirtmiştir. Bunun üzerine Alb. S. Saral ve K. Eken bu olumsuzlukların süratle halli için girişimde bulunacaklarını taahhüt etmişlerdir. Mezkûr dönemi müteakip Siverek ve çevresinde PKK'ya önemli darbeler vurulmuştur. Ancak bölgede mahalli güvenlik güçlerinin operasyonları tamamen BUCAK aşiretine devretme eğilimine girmesi, operasyonların aşiret ileri gelenlerince planlanması ve uygulanması, bölgede Devlet kontrolünün zayıflamakta olduğunu da ortaya koymuştur. Bilahare aşiret mensuplarınca ilçe merkezinde gelişi güzel ateş açılması, bazı şahısların güvenlik güçlerinin bilgisi dışında evlerinden alınıp, sorgulanmaları, 29.11.1993 tarihinde Siverek'de bazı işyerlerinin Bucaklılar tarafından taranması, 07.12.1993 günü Siverek yakınlarında iki teröristin ölü ele geçtiği olayda yakalanan ve yer göstermesi gereken Hatun Taşkaya adlı milisin, Bucaklılar'ın otosunda trafik kazası sonucu 3 aşiret mensubu ile birlikte ölmesi, Bucak aşiretinin bölgedeki Kırvar, Karakeçili gibi aşiretleri de hakimiyeti altına alma girişimleri, Bucak aşiretinin kontrol dışı gelişimini ortaya koyar mahiyettedir. Aşiretin Siverek bölgesinde PKK'ya karşı etkin olması, aşirete bazı ayrıcalıkların tanınmasını beraberinde getirmiştir. Kaçakçılığa adı karışanlara müsamahalı davranılmış, silah talepleri büyük ölçüde yerine getirilmiş, hatta havaya ateş ederek yaptıkları gövde gösterileri hoşgörü ile karşılanmıştır. Keza, Bucak - Devlet ilişkileri mahalli üst düzey temaslarla sınırlı kalmamış, zamanın Em. Gn. Md. Mehmet Ağar ve OHAL Valisi Ünal Erkan ile çok samimi ilişkiler geliştirilmiştir. (Aşiret reisinin siyasi ilişkileri nedense zikredilmemektedir.) Diğer taraftan, aşiret mensuplarından uyuşturucu ve silah kaçakçılığına adı karışanların sayısal olarak fazlalığı dikkat çekmektedir. Dönem içerisinde, Bucak aşiretinin korucu başlarından Adil Akpirinç adlı şahsın, Ş. Urfa Emn. Md.'lüğü Narkotik Şb. ekiplerince yüklü miktarda eroinle yakalandığı öğrenilmiştir. (17.11.1997 Radikal) Ancak, tüm yakalanmalarda konu aşiretten uzak tutulmakta, bireysel faaliyet olarak yansıtılmaktadır. Esasen bu tavrın dışına aşiret yapısı itibariyle, çıkmak mümkün olmamaktadır. Aşiret ile PKK arasında husumet doğması ve çatışma çıkmasının, ideolojik olmaktan ziyade, PKK'nın aşiret dokusunu bozar tarzda propagandaya yönelmesi ve aşiretten "vergi" adı altında yüksek miktarlarda para talep etmesinden kaynaklandığı belirtilebilecektir. Bucak aşireti korucuları, 1993 son dönemi itibariyle polis veya jandarma ile pusu faaliyetlerine katılmaya başlamıştır. Ayrıca aşiret mensupları, kendi aralarında haberleşmeyi sağlamak amacıyla merkezi Sedat Edip Bucak'ın evi olmak üzere telsiz sistemi oluşturmuşlardır. "Bucak Aşireti Korucubaşı Bedir Yiğitbay'ın ocak 1997 itibariyle çevresinde yaptığı konuşmalarda "Bucaklar devlettir, devlet onlara hiçbir şey yapmıyor, aşiretin himayesindeki iki kişi Siverek / Çaylarbaşı - Susık (Bükeç 09-72) köyünde bulunmaktadır. Devlet soruşturması da bir şey yapamaz" şeklinde beyanda bulunduğu yolunda duyumlar alınmıştır. Ayrıca Siverek'teki Kejan aşiretinin reisi Ahmet Kıran'ın, Bahçelievler katliamı ve Topal cinayetine adı karışan Haluk Kırcı'nın Sedat Bucak'ın evinde saklandığını ve kendisine yeni bir kimlik hazırlandığını açıklaması (21.10.1997 Radikal) üzerine, evinin bir bölümü DYP Siverek Belediyesi'nce yıktırılmıştır. (01.11.1997 Milliyet). (KEJAN aşiretinin KIRVAR aşireti, Ahmet Kıran'ın da Ahmet Kırvar olduğu değerlendirilmektedir.) Bu durum, aşirette yer alan şahısların kendilerini ayrıcalıklı gördüklerinin bir göstergesi olarak belirtilebilecektir. Öte yandan, Bucak aşireti ileri gelenlerinin devletten toplu veya aylık para aldıkları hakkında bir belirlememiz mevcut değildir. Gönüllü korucular da aşiretten para aldıklarını kesinlikle beyan etmemektedirler. Ancak, aşiret gelirlerinin özel ve gönüllü korucuların istihdamında kullanıldığı bir vakıadır. Başka bir deyişle aşiret, varlığını ve yapısını muhafaza için PKK ile yaptığı silahlı mücadeleyi devlete çok iyi pazarlayabilmiş, yasadışı davranışlılarını da bu sayede örtebilmiştir. Susurluk olayını müteakip devlet kuruluşları nezdindeki itibarı bir ölçüde sarsılan Bucak camiası ile yöresel ilişkilerin daha ihtiyatlı sürdürüldüğü gözlenmektedir. Bunun yanısıra, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)'nin devreye girmesi ile birlikte toprak ağalığından vazgeçmek isteyen bölgedeki aşiret reisleri, artık sanayi tesisleri kurma yarışına girmişlerdir. GAP, bölgedeki aşiretlerin toplumsal rolünü de değiştirmeye başlamış, aşiretler ve reisleri artık sahip oldukları köy sayısı ve arazilerinin büyüklüğü ile değil, kurdukları sanayi tesisi sayısı ile yarışır duruma gelmişlerdir. Bucak aşireti reisi ve DYP Şanlıurfa Milletvekili S. Edip Bucak'ın kardeşi Murat Bucak da, özelleştirilen bir teneke fabrikasını satın alarak sanayiciliğe başlamıştır. Bu durum, yüzyıllardır bölgede birden fazla köye ve onbinlerce dönüm araziye sahip olarak bilinen bazı aşiret reislerinin, yatırımlar nedeni ile köylerini terk ederek, "ağalıklarına" son verip, çeşitli merkezlere yerleşmelerine neden olmuştur. Sonuç olarak, bölgesel nitelikte de olsa aşiretin ve silahlı mensuplarının "devlet içinde devlet" görünümünden süratle uzaklaşmalarını ancak, iyileştirme girişimleri müddetince gönüllü korucuları dağıtma veya silahlarını kısa zamanda toplama gibi aşireti PKK'ya yakınlaştırıcı radikal uygulamalardan kaçınılmasının yararlı olacağı mütalaa edilmektedir. Yukarıdaki satırlarda; "Devletten maaş alan 340 - 400 Geçici Köy Korucusu, devletin izni ile silah taşıyan Gönüllü Köy Korucusu, ayrıca aşiretin özel koruma olarak adlandırılan silahlı mensupları ibareleri ile Sedat Bucak İl Jandarma Alay Komutanı Albay Seral Saral'dan Jandarma Bölgesinde 'İllegal adam alma yetkisi' istemiştir cümlesi, bölgede güvenlik güçlerinin operasyonları tamamen Bucak Aşireti'ne devretme eğilimine girmesi, operasyonların aşiret ileri gelenlerince planlanması ve uygulanması, Bucak aşiretinin bölgedeki Kırvar, Karakeçili gibi aşiretleri de hakimiyeti altına alma girişimleri, kaçakçılığa adı karışanlara müsamahalı davranılması, silah taleplerinin büyük ölçüde yerine getirilmesi, aşiret mensuplarından uyuşturucu ve silah kaçakçılığına adı karışanların sayısal olarak fazlalığı, Korucubaşı Adil Akpirinç'in yüklü miktarda eroinle yakalanması" gibi ifadeler Bucak Aşireti'nin durumunu yansıtmaktadır. "Aşiret ile PKK arasında husumet doğması ve çatışma çıkmasının, ideolojik olmaktan ziyade, PKK'nın aşiret dokusunu bozar tarzda propagandaya yönelmesi ve 'vergi' adı altında yüksek miktarlarda para talep etmesinden kaynaklandığı" şeklindeki değerlendirme özellikle Sayın Başbakan'ın dikkatine sunulmalıdır. Bilhassa "aşiret, varlığını ve yapısını muhafaza için PKK ile yaptığı silahlı mücadeleyi devlete çok iyi pazarlayabilmiş, yasadışı davranışlarını da bu sayede örtebilmiştir" yorumu dikkate değer bir ifadedir. Sonuç olarak da aşiretin ve silahlı mensuplarının "devlet içinde devlet" görünümünden süratle uzaklaştırılmaları, ancak aşireti PKK'ya yakınlaştırıcı radikal uygulamalardan kaçınılması gerektiği aşikardır. Aşiretin, aşiret yöneticilerinin devletle ilişkilerinin gözden geçirilmesi, yasadışı tüm iş ve işlemlerinin özel bir çalışmayla ortaya konması gerektiği düşünülmektedir. '''DİPNOTLAR''' (14) Yörede uzun yıllar çalışmış bir hukukçu, Bucaklar'ın emrindeki korucuların sayasının 20 bin olduğunu, adam başı 10 milyon ödense bu kaynağın nereden geldiğinin sorulması gerektiğine işaret etmektedir. == ÇETELER == Kamuoyunun gündemine gelen çeşitli çeteler oluşmuştur. Bunlardan Kocaeli Çetesi (Hadi Özcan), Söylemezler Çetesi ve Yüksekova Çetesi dikkatleri çok fazla çekmiştir. Her üç çete oluşumu da yargıya intikal etmiştir. Ancak olaylar bitmemiştir. Hadi Özcan'ın tutuklanması ve çete reisi olduğu iddiaları ve yapılan yayınlar kendisinin önemini ortaya çıkarmış, hapishanede olması bile haber gönderip adamları vasıtasıyla haraç toplamasını ve Alaattin Çakıcı gibi gücünün artmasını engellememiştir. Hadi Özcan gibi garip ve hasta ruhlu bir kişinin bu duruma gelmesi ilgi çekicidir. Emniyetin de, MİT'den Eymür grubunun da, Jandarma'nın da adı geçenle ilişkileri, irtibatları vardır. Kocaeli Emniyet Müdür Muavini Cemal Şencan'ın dosyası incelendiğinde olayların kamufle edilmesi için Cemal Şencan'ın kurban seçildiği ortaya çıkacaktır. Afganistan ve İran üzerinden yurda giren ve Adapazarı - Bolu - İstanbul üçgeninde işlendikten sonra mamul olarak Avrupa'ya gönderilen uyuşturucu trafiğinde geçiş noktası olan Kocaeli'nde çetelerin ortaya çıkışı, ayrıca Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük, Emniyet Müdürü Nihat Camadan ve Affan Keçeci'nin adlarının çeşitli olaylara karıştırılmış olması, yorum ve spekülâsyonları artırmış, bölgenin "şeytan üçgeni" olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Bölgeyle ilgili olarak kapsamlı değerlendirmelere başvurulmaması, adı çeşitli iddialara karıştırılmış görevliler hakkında tatminkâr açıklamaların ve soruşturmaların yapılmaması, Çete'nin varlığının ve devamının en büyük delili olarak algılanmasına yol açmıştır. ¯- Yabancı pasaportlu olmaları sebebiyle Yabancı Sermaye Dairesi'nin verdiği izinle Türkiye'de çalışan ve faili meçhul bir cinayete kurban giden Asgar Smitko ve Lazem Esmaeili'nin durumu da çeşitli istifhamlara yol açmaktadır. Her ikisi, kumarhaneden çıkıp gece 3.40'da 34 RZU 47 nolu Mercedes'e binmişlerdir. Ataköy'de tepe lambası yanan bir polis otosu tarafından durdurulmuş, kontrol edilmiş, araç Yeşilyurt demiryolu köprüsü altında boş olarak bulunmuştur. Adı geçenlerin 1939'dan beri uyuşturucu ticareti yaptıkları, sahte pasaport düzenlemekten yakalandıkları, emniyetçe müteaddit kereler ülkeden çıkarılmak istendikleri, her defasında MİT'in müdahalesiyle ikametlerinin uzatıldığı, aynı aileye mensup Ahmad Esmaeili'nin "uyuşturucu kaçakçılığını üst düzeyde yürüten kişilerle birlikte olduğu" ve vatandaşlığa alınmasının sakıncalı bulunduğu emniyet dosyalarından elde ettiğimiz bilgilerdir. Her ikisinin kaybolmasından sonra fakat öldürülmelerinden önce ailenin Yeşil'e haraç ödediği de hatırlatılmalıdır. Asgar Smitko, emniyet istihbaratının yazılarına ve tespitlerine göre bir çok yasadışı faaliyetinin yanısıra İran'ın Humeyni Rejimi'nden o günün şartlarına göre çok büyük meblağ ile çok miktarda silah almış, İstanbul'daki rejim muhaliflerini İran Gizli Servisi'ne haber vererek öldürtmüştür. Bu bilgiler üzerine, emniyet, adıgeçen kişiyi bulunduğu yerden derhal sınırdışı etmek istemiş, tüm valiliklere çekilen faksla bu emir bildirilmiş olmasına rağmen MİT Müsteşarlığı bu girişimlere, kendisinden istifade edildiği gerekçesiyle, beş, altı devamlı yazışmalarla engel olmuştur ama ocak 1995'te kaçırılması ve öldürülmesine kimse engel olmamış veya olamamıştır. Bu tesbitler Sn. Başbakan'a yorumsuz sunulacak kadar açıktır. Söylemezler çetesiyle ilgili gelişmeler daha ilgi çekicidir. Söylemezler ve M.Sena Söylemez, Bucak aşireti ileri gelenlerinden Osman Bucak'ı öldürmek amacıyla, beraberlerinde Siirt İl Jandarma Komutanlığı'nda görevli Üsteğmen Can Köksal ve tetikçi Fevzi Şahin olduğu halde Mersin'e giderken 11.6.1996'da Adana - Pozantı mevkiinde, İstanbul ve Adana Emniyet Müdürlükleri ekipleriyle girdikleri silahlı çatışma sonucunda yakalanmışlardır. Söylemezlerle ilgili tahkikat genişletilirken aralarında 3'ü emniyet 7'si TSK mensubu 20 kişi daha yakalanmıştır. Neticede Söylemez kardeşlerin büyük bir organize suç şebekesi oluşturdukları, şebeke içinde istihbarat, silâh ve korunma sağlamak için bazı emniyet ve TSK mensuplarını maddi menfaat karşılığı istihdam ettikleri, yasadışı yollardan kazandıkları kara parayı aklamak amacıyla, gayri menkul alımına yöneldikleri belirlenmiş, muhtelif davalar birleştirilerek İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne intikâl ettirilmiştir. Ek: (12)'de yapılan operasyonlarda ele geçen silah ve mühimmat ile çete tarafından gerçekleştirilen eylem listesi ve diğer bilgiler sunulmuştur. Listenin tetkiki ile olayların "gizlice" cereyan edemeyeceği, irtibat, iltisak, işbirliği ve korunmanın boyutlarını açıkça gösterdiği anlaşılacaktır. Ve böylesine bir grubun ilgili tüm birimlerin bilgisinden ve ilgisinden kaçırılarak teşekkül ettirilebildiğine inanmak için hiçbir makul sebep yoktur. Çeteleşme süreci güvenlik birimlerinin gözünden kaçmış ise devletin tüm iç güvenlik sistemini revize etmesi ihtiyacı ortaya çıkmış demektir. Bu sürece göz yumulmuş ise revizyon ihtiyacı daha farklı ama daha yüksek boyutlarda olmak gerekir. ¯¯ Yüksekova Çetesi Güneydoğu'da cereyan eden olayların en somut örneğini oluşturmuştur. Olayların gelişimi kısaca aşağıdaki gibidir. Hakkari / Yüksekova'da odaklaşan olayların tırmanma süreci özellikle PKK mensubu Havar kod Kahraman Bilgiç'in 1994 yılının ilk aylarında güvenlik güçlerine teslim olarak itirafçı statüsünde Yüksekova Dağ Komando Tabur Komutanlığı ve Sınır Tabur Komutanlığı ile birlikte PKK'ya yönelik operasyonlara katılmasıyla başlamıştır. Adıgeçen Diyarbakır DGM tarafından alınan ifadesinde; "Yüksekova Sınır Tabur Komutanı Kanber Oğur'un kendisine bir ekip kurarak PKK adına para toplama teklifini getirdiğini fakat kabul etmediğini, devamında Yüksekova'ya gelerek Dağ ve Komando Komutanlığı ile birlikte PKK'ya yönelik operasyonlara katıldığını ve bu operasyonlar esnasında tanıştığı bazı GKK'lar tarafından aynı paralelde bir teklifte bulunulduğunu" dile getirmiştir. Yine aynı ifade de, "bölgede PKK adı altında para toplama faaliyetlerinin yürütüldüğü, uyuşturucu kaçakçılığına yönelik operasyonlarda şahsi çıkar karşılığında kanunsuz uygulamaların yapıldığını, bölgenin ileri gelen aile mensuplarının kaçırılarak fidye istendiği, K.Irak'tan Türkiye'ye yönelik olarak menşei belli olmayan küçükbaş hayvan kaçakçılığı gerçekleştirildiği ve bu faaliyetlerin bizzat Yüksekova Tugay Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz, Yüksekova Sınır Tabur Komutanı Yarbay Kanber Oğur ve Dağ Komando eski Tabur Komutanı M.Emin Yurdakul'un bilgisi dahilinde cereyan ettiği" belirtilmektedir. Hakkari CHP eski Milletvekili Esat Canan'ın yeğeni Abdullah Canan'ın 17.01.1996 tarihinde Yüksekova'dan Hakkari'ye giderken kaybolması, 21.02.1996 tarihinde de Yüksekova yakınlarında ölü olarak bulunması ile birlikte Canan ailesinin ve bölge halkının Abdullah Canan'ın ölümünden Binbaşı M.Emin Yurdakul'u sorumlu tutmasını müteakip olaylar kamuoyuna yansımaya başlamıştır. Anılan dönemde bölgede görev yapan Ast.Sb.Kd.Bşçvş. Hüseyin Oğuz'un iltisaklı olduğu Tahir Baskın isimli şahsın, Eylül 1996 tarihinde Yüksekova Sınır Jandarma Tabur Komutanlığı'na gelerek "Yüksekova Çetesi"ne ilişkin ihbarda bulunması ile birlikte, TBMM Susurluk Komisyonu'na ifade veren Hüseyin Oğuz ve Diyarbakır DGM tarafından sorgulanan itirafçı PKK mensubu Havar kod Kahraman Bilgiç'in ifadeleriyle olaylar resmiyet kazanarak yargıya intikal etmiştir. Havar kod Kahraman Bilgiç'in ifadeleri doğrultusunda; Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şubesi tarafından 02.03.1997 tarihinde Hakkari / Yüksekova'da gerçekleştirilen operasyon neticesinde, İsmet Ölmez, Kemal Ölmez, Hasan Öztunç, Abdullah Ölmez isimli şahıslar çeşitli çap ve markadaki kısa ve uzun namlulu silahlarla ele geçirilmiştir. Bilahare anılanlarla iltisaklı ve DYP Hakkari Milletvekili Mustafa Zeydan'ın yeğeni Yüksekova Belediye Başkanı Ali İhsan Zeydan, Esendere Belediye Başkanı Tahir Akarsu ve Et-Balık Kurumu Müdürü Fahrettin Akarsu 03.03.1997, Binbaşı M.Emin Yurdakul 15.03.1997, Albay Hamdi Poyraz 18.03.1997 tarihlerinde yapılan uygulamalarla gözlem altına alınmışlardır. Bu şahıslardan Ali İhsan Zeydan'ın 1993 yılına kadar EBK'da çalıştığı maddi durumunun iyi olmadığı, Belediye Başkanı seçildikten sonra durumunun hızla düzeldiği, Belediye, Köy Hizmetleri, Tarım Müdürlüğü ve PTT araçları ile uyuşturucu sevkiyatı yaptığı tesbit edilmiştir. Bu çeteyle ilgili olarak yapılan operasyonda ele geçen silah ve malzemelerin listesi, güvenlik kuvvetlerinin gözü önünde neler yapılabildiğinin çarpıcı bir örneğidir. '''Operasyonda ele geçen silah ve malzemeler:''' '''İsmet Ölmez'in ikametgâhında:''' - 4 adet ruhsatlı Kaleşnikof piyade tüfeği, - 1 adet Kubi marka ruhsatlı silah, - 1 adet tamburalı şarjör, - 1460 adet Kaleşnikof mermisi, - 3 adet çeşitli çap ve markalarda tabanca ile 5 adet şarjörü ve 41 adet mermisi, - 2 adet uzun namlulu silahlara ait dürbün, - 2 adet PKK'nın kullanmış olduğu el telsizi, - 2 adet Rus yapısı parça tesirli el bombası, - 1 adet Ericsson marka cep telefonu, '''Kemal Ölmez'in ikametgâhında;''' - 3 adet Kaleşnikof piyade tüfeği (biri ruhsatsız), 15 adet şarjörü ve 1040 adet mermisi ile birlikte, - 4 adet çeşitli çap ve markalarda ruhsatlı tabancı ile 7 şarjörü ve 11 adet mermisi, - 2 adet M.K.E. yapımı parça tesirli el bombası, - 1 adet Ericsson marka cep telefon, '''Abdullah Ölmez'in ikametgâhında:''' - 1 adet Kaleşnikof piyade tüfeği, 4 adet şarjörü ve 120 adet mermisi, '''Cemal Ölmez'in ikametgâhında;''' - 4 adet Kaleşnikof marka piyade tüfeği (ikisi ruhsatsız), 18 adet şarjörü ve 500 adet mermisi ile birlikte, - 1 adet law silahı, '''Hasan Öztunç'un ikametgâhında;''' - 5 adet Kaleşnikof piyade tüfeği (dördü ruhsatsız), 18 adet şarjörü ve 1672 adet mermisi, - 1 adet Kubi marka silah, - 2 adet çeşitli çap ve markalarda ruhsatlı tabanca, 2 şarjörü ve 25 adet mermisi, - 1 adet el telsizi, - 1 adet telsiz şarj kutusu, - 1 adet mobil telefon, - 3 gram afyon sakızı; '''Ali İhsan Zeydan'ın ikametgâhında;''' - 12 adet Kaleşnikof marka piyade tüfeği, 8 adet şarjörü ve 1660 adet mermisi, - 1 adet G-3 marka piyade tüfeği, 2 adet şarjörü ve 33 adet mermisi, - 3 adet roketatar, - 12 adet roketatar mermisi, - 1 adet bombaatar, - 1 adet Star marka tabanca, - 1 adet Uzi marka makineli tabanca ve 6 adet şarjörü, - 1 adet av tüfeği, - 2 adet değişik çap ve markalarda tabanca, 5 adet şarjörü ve 21 adet mermisi, - 2 adet Thomson marka silah ve 50 adet mermisi, - 320 adet bcs mermisi, - 1 adet dürbün, - 1 adet kama, - 1 adet seyyar dipçik, '''A.İ.Zeydan'ın koruması Ömer Ağırbaş'ın ikametgâhında;''' -1 adet Kaleşnikof marka tüfek, '''A.İ.Zeydan'ın şoförü Oğuz Baygüneş'in ikametgâhında;''' - 1 adet 14'lü tabanca, - 14 adet mermi, ele geçirilmiştir. Böylesine bir gelişmenin münferit bir olay olduğunu ifade etmek mümkün değildir. ¯¯- Önceki bölümlerde bazı telefon numaralarıyla ilgili olarak, ayrıntı bilgileri çerçevesinde tesbitler yaptırıldığı hususu nakledilmişti. Bu tesbitlerde yargı için delil olmasa dahi, tedbir almaya ve çeteleri dağıtmaya kararlı bir idare için yeteri kadar ışık vardır. Ömer Lütfü Topal'ın en fazla aradığı ikinci kişi, ortağı Ali Fevzi Bir'dir. A.F. Bir ise polisler Oğuz Yorulmaz, Mustafa Altunok ve Abdullah Çatlı ile irtibatlıdır. Topal'ın resmi işlerini takibeden bir kişi, Maliye Bakanlığı'nda Bakan özel numarasından aşağı doğru her kademeyle temastadır. Saray Halı - Kurmel grubuyla, Susurluk denince akla gelen herkesin irtibatı görünmektedir. Mehmet Eymür, telefonu ile Meral Akşener'i, DYP Genel Merkezini, Gazeteci Nurcan Akad'ı, Tolga Şakir Atik'i, Özer Çiller'i, Mehmet Ağar'ı, Adil Öngen'i aramaktadır. Sedat Peker, (Memiş Tavukçu adına kayıtlı) 532-243 61 11 numaralı telefonu ile Jandarma İstihbaratı'na kayıtlı numaraları arıyor. Ali Yıldız adına kayıtlı 532-264 27 01 ve 262 83 14 numaralı telefonlardan Sedat Peker aranıyor. Sedat Peker, Veli Küçük'ü pek çok kere arıyor. Telefon ayrıntı faturalarının toplamının ise, bu kişilerin legal gelirlerini aştığı görülecektir. Yeşil, Ankara'dan Jandarma İstihbaratı'nı, JİTEM komutanı Nurettin Ata'yı aradığı gibi aynı numaradan Macaristan'da Sayın Yılmaz'a saldıranları da arıyor. İncelemeleri sürdürünce Sedat Peker, Sami Hoştan, Abdullah Çatlı, gerçek Mehmet Özbay ve Topal'a ait gazino telefonları, Hadi Özcan ve daha pek çok telefonun Yeşil'e ait 542-214 50 21'i aradığı ortaya çıkıyor. Bir diğer konu, pekçok kişiye verilen polis kimliğidir. Ankara emniyetinden verilen ehliyetlere ve pasaportlara da araştırma kapsamında bakmak gerektiği iddia edilmektedir. Sonraları Cemil Serhatlı'nın bunları toplattığı da önemli bir iddiadır. Tarık Ümit'e verilen yeşil pasaportları adıgeçenin sahiplerine dağıttığı da bir tanığın anlatımıdır. Macaristan'da Sn. Başbakan'a vaki saldırıda kullanılan telefon numaralarıyla irtibatlı ve yoğun bir telefon trafiğine ilişkin bir bilgisayar disketi Başkanlığımızdadır. Yapılacak bir araştırmanın, şaşırtıcı irtibatları ortaya çıkaracağı düşünülmektedir. Bütün bu çete faaliyetlerini Susurluk olayı adıyla vasıflandırmaz ve topyekün ıslah projeleri ele alınmazsa, mahalli çetelerin ve kabadayıların devlete diklenecekleri zamanın çok uzakta olmadığını söylemek kehanet sayılmayacaktır. ¯¯- Çetelerden söz edilirken Susurluk'la bağlantısı hiç kurulmayan bir diğer konudan, Çete denemese bile bir gruplaşmadan bahsetmekte zaruret vardır. Baştan beri zikredilen olaylar, kişiler ve faaliyetleri müstakil veya birbirinden bağımsız işler olarak algılamak son derece yanıltıcıdır. Tarlanın bir köşesinde beliren yabani otun diğer köşedeki yabani otla cins ve tür benzerliği olmayabilir. Çiftçinin tarlasını kaplayan yabani otları görüp bunların niçin belirdiğine şaşırması yerine tarlasını bakımsız bıraktığını kabullenmesi gerekir. Ülkede cereyan eden olaylarında, Güneydoğu'daki şartlardan etkilenip, kamu yönetimindeki tercihlerden beslendiği aşikârdır. Bu tercihlerin müşahhas bir örneği kamu bankalarında görülmektedir. Şekerbank menşeili bir grup bürokrat 1992 ve sonrasında kamu bankalarında yönetici olarak çalışmışlardır. Bu grup 1992 - 1996 döneminde bir aile holdinginde görülebilecek bir şekilde bankadan bankaya dolaştırılmışlardır. Bu tablo ilk nazarda sadece ilgi çekicidir. Ve fazla yorum yapmaya imkân vermez. Ancak Nurettin Şenözlü'nün yasaların imkân vermemesine rağmen Yüksek Denetleme Kurulu'na önce üye, sonra da Başkan yapılmaya teşebbüs edilmesi ilgi çekicidir. Halkbank, Ziraat Bankası, Vakıfbank ve Emlakbank, Yüksek Denetleme Kurulu tarafından denetlenmektedir. Böylece işlemler ve denetleme, aynı ekibin eline terk edilmiş olacaktı. Bankacılık işlemlerinde son beş yılda önemli problemler ortaya çıkmamış ise bu bürokratik tasarrufları kaygı ile değerlendirmek uygun olmazdı. Gerçekte ise son yıllarda, Kamu Bankalarında kaygı verici gelişmeler olmuştur. Kamu Bankaları belirli gruplara ve Holdinglere, firmalara ödeyebileceklerinden çok daha fazla krediler açmış, limitlerin zorlanması gündeme gelince off - shore Bankalar kredilendirmeye devam etmiş, bir çok firmaya leasing işlemleri yapılmış, bu da yetmemiş ve yurtdışı ortaklık olan Bankalardan krediler açılmıştır. Bazı bankalar, belli sayıdaki firmanın bankası görünümü almış, plâsmanlar az sayıda firma üzerinde toplanmış, banka riski arttırılmış olmaktadır. Banka limitlerinin zorlanması bir diğer işlemi gündeme getirmiştir. Türk Bankalarının verdiği teminat mektupları ile yurtdışı kredilere müracaat edilmiş ve on milyonlarca dolarlık krediler kullanılmıştır. Vadesi geldiğinde teminat mektuplarının çok büyük kısmı bankalarca ödenecektir. Firma bazında verilecek sayısız örnek vardır. Meselâ Vakıflar Bankası plâsmanlarının büyük bölümünü az sayıdaki firmaya tahsis etmiştir. Emlakbank, zararda olmasına, yüksek maliyetli konutlarını pazarlayamamasına rağmen konut üretimine devam etmiş, Banka zararı pahasına firmalar kârlarını sürdürmüşlerdir. Halkbank küçük ve orta ölçekli işletmeler yerine yine belli firmalara yönelmiş, sayısız ve bankacılıkla telif edilmeyecek işlem yapmışlardır. Bankalardan kamunun kaybının ne olduğu belli bile değildir. Kamu bankasından döviz olarak alınan kredi, piyasa rayicinin üzerindeki bir orandan yine aynı bankaya TL. mevduatı olarak yatırılmış, banka her iki noktadan zarara uğratılırken firma avantajına bilerek sebep olunmuştur. Vakıfbank'tan libor + 2 ile kredi kullanan bir grup, kendi bankasında dövizi libor + 7 ile satmaktadır. ( RAPORDAKİ 99 NUMARALI SAYFA "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) == DEĞERLENDİRME (15) == Susurluk olayının genel değerlendirmesi, sıkıntı veren bir görünüm arzetmektedir. Bir tarafta olaylar, gruplaşmalar, kabadayılar, kanunsuz kazançlar ve yasadışı işler, şikâyetler vardır, bir tarafta da kamu kurumları. Üstelik kamu kurumlarının içinde Türk halkının ve kamu yönetiminin her zaman hassas olduğu, gelişigüzel bir tartışmaya konu etmemeye çalıştığı Silahlı Kuvvetler mevcuttur. Önce bu konuya açıklık getirmede isabet olacağı düşünülmüştür. Susurluk olayı ile Silâhlı Kuvvetlerin irtibatı nereden doğmaktadır? Susurluk, Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir. Neticede çok yönlü ve derinliğine bir ilişkiler yumağı oluşmuş, devlet kurumları ve yöneticiler bilerek bilmeyerek devrede olmuşlardır. Bu olay devlet kurumları ve yöneticilerle ilgili olmasa, sadece önemli bir polisiye hadise haline gelecek, basının 3 - 5 günlük ilgisinin dışında sansasyonel bir etkisi olmayacaktı. Silâhlı Kuvvetler'in, özellikle Jandarma'nın adının sık sık geçmesi ilgiyi ve kamuoyunun tereddütlerini yoğunlaştırmaktadır. Jandarmanın yanında Özel Harp Dairesi ve kamuoyunca çok bilinmese de Özel Kuvvetler Komutanlığı tartışılır olmuştur. Bu konuyu kısaca değerlendirmeye almak gerektiği düşünülmektedir. == ÖZEL HARP == Askeri İstihbaratta emir - komuta zinciri, sıkı askeri hiyerarşi içinde hiçbir zaman kopmamıştır. Dolayısıyla Askeri İstihbarat, jandarmada, poliste hatta -zaman zaman- MİT'te müşahede edilen kontrol dışı eylem ve faaliyetlerden zaafa uğramamıştır. Özel Harp Dairesi, zaman içinde Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak gelişmiş, daha çok rütbeli görevliler esas alındığından geçici erat pek az sayıda olagelmiştir. Halen de birkaç alay halinde, profesyonel bir ordunun çekirdeği olacak şekilde tesis edilmiştir. Bu yapının, sivil yan unsurlarla desteklenmesi cihetine de gidilmemiş, askeri disiplin hiçbir noktada zayıflamadığı için ihtilâtlar ortaya çıkmamıştır. == JANDARMA == Jandarma İstihbaratı geçmişte, çok küçük, güçsüz hatta illerdeki asayiş istihbaratı mertebesindeydi. Hulusi Sayın Paşa'nın Kurmaybaşkanlığı döneminde JİTEM geliştirilmiştir. Mahalli lisanları konuşan insanlarla takviye edilmiş ve yavaş yavaş güçlenmiştir. Ama hiçbir zaman MİT veya Askeri İstihbarat seviyesine ulaşamamıştır. Zaten buna ihtiyaç da yoktu. PKK'nın 80'li yıllarda yarattığı silahlı mücadele ortamı, Jandarma İstihbaratı'nın kaynağı olmuştur. Dolayısıyla JİTEM büyük ölçüde varlık sebebi olan Güneydoğu problemine bağlı olarak bir gelişme çizgisi takibetmiştir. Ancak JİTEM'e alınan itirafçılar ve mahalli unsurlar zaman içinde başıboş ve serbest kalınca, başlı başına bir büyük problemin kaynağını oluşturmuşlardır. Sadece mahalli unsurlar değil istihbaratta çalışanlar da askeri hiyerarşinin dışında kalmışlardır. Binbaşı Cem Ersever, daha yüksek rütbelilerin bulunduğu bir ortamda müstakilen hareket edebilmiştir. Mahalli unsurların ve itirafçıların teşkil ettiği gruplar ise, Jandarma tarafından her zaman kullanılmışlardır. "Ateşi maşayla tutmak" haklı ve yerinde bir davranış olsa da, oluşan hava içinde itirafçı grupları zaman içinde serbest ve başıboş kalmışlardır. Alaattin Kanat bu gruptan tanınmış bir itirafçıdır. En meşhuru ise zalimliği ve öldürdüğü insan sayısının fazlalığı ile tanınan Mahmut Yıldırım - Yeşil'dir. Yeşil Şafii Kürttür. Bu grup, Alevi Kürtleri en büyük hasım olarak görür ve kabul eder. Çocukluğundan beri teneffüs ettiği bu hava Yeşil'i Alevi Kürtlere karşı sadece menfaat, haraç vs. kaygılarıyla değil dini motiflerin de etkisinde aşırılıklara yöneltmiştir. Jandarma İstihbaratı'nda çalışan personel, subay ve astsubaylar Güneydoğu'dan dönmelerinden sonra görevlendirildikleri batı bölgelerinde de eski elemanlarla gruplaşmak, emekli olduktan sonra da ilişkileri sürdürme alışkanlığı içinde olmuşlardır. (16) Dikkati çeken husus, Güneydoğu'da savaşan değil özellikle istihbarat yapan unsurların, öğrendiklerini daha sonraki yıllarda ve yaşantılarında kullanıyor olmalarıdır. (17) Kullanılan araçların sertliği ve PKK'nın başvurduğu metodların acımasızlığı, mücadeleyi yürütenlerin bazılarının daha sonra da benzer metodları kullanmalarına sebebiyet vermektedir. (RAPORDAKİ 103 VE 104 NUMARALI SAYFALAR "DEVLET SIRRI" OLDUĞU GEREKÇESİYLE AÇIKLANMAMIŞTIR.) ...gibilerine yönelik olanlar amacına ulaşmış ve PKK'ya sıcak çatışmalardan fazla zarar verdirilmiştir. Ancak Güneydoğu İllerindeki sıradan kişilerle sadece Kürtçü olarak tanınan ve PKK'yla doğrudan ilişkisi olmayan şahıslara yapılanlar ise tüm çalışmalara zarar vermiştir. Özellikle Güneydoğu'da bu tür çalışmaların içinde yer alan bazı görevlilerin ve itirafçıların büyük merkezlere kaymaları, maddi menfaate düşüp yozlaşmaları ile ilişkili olmuştur. Yukarıda özetlenen gelişmeler, 1993 ve sonrasını özetleyen bölüm devlet üst yönetiminin tercihlerini aksettirdiği kadar sorunlar da, çok kısa da olsa aksettirmektedir. Aslında çizilmiş olan çerçeve ve kamu kurumlarının işbirliğini anlatan satırlar gerçekle fazla uyuşmamaktadır. Terörde başarılar sağlandığı, PKK'nın geri çekilmeye başladığı ve PKK için zor günlerin geldiği aşikardır. Bu neticenin topyekûn bir mücadeleyle istihsal olunduğu şüphesizdir. Ancak daha önceki bölümde takdim edilen olay ve gelişmelerle birleştirildiğinde ciddi farklılıkların ortaya çıktığı ve kamu kurumları arasında belli tavırların geliştiği ve kamplaşmalar olduğu bilinmektedir. Temel sorun şudur; polisin, jandarmanın, hatta MİT'in örtülü faaliyetlerle ilgili çalışmaları başta emniyet olmak üzere bu kurumları kamuoyunun önüne sermiş, hatta çalışmalarını engelleyecek duruma getirmiştir. Güvenlikle ilgili kurumlarda ise itici ve yönlendirici güç Silahlı Kuvvetlerdir. Özel Harp Kuvvetleri ise, Özel Harekat Timleriyle örtülü diğer etkili çalışmaları yürütmüşlerdir. Fakat maddi menfaate yönelik işlere (Senar ER olayında Nafiz KARACAN gibi örnekler hariç) askerler karışmamıştır. Karışanlar da tasfiye edilmiştir. Farklılık herhalde yönetimde, yönetende ve anlayıştadır. Konunun sadece disiplin ile izah edilebileceği düşünülebilirse de Jandarmanın niçin diğer askeri birliklere değil de polise yakın olduğunu izah etmek gerekir. İllegal Faaliyetlerin kaynaklarından, sebep, gelişme ve neticelerinden bahsederken ifade edilen temel tespit; illegal faaliyetlerin, PKK ile mücadele bağlamında gelişme gösterdiğidir. PKK tehdidinin kontrol altına alınabilmesi için öncelikle Devlet yanlısı olarak tanınan aşiretlerden yararlanma yoluna gidilmiş, Pişmanlık Yasası çerçevesinde itirafçılar ve Geçici Köy Korucuları sistemi de PKK'ya karşı mücadele unsurları haline getirilmiştir. Suça yatkın kamu görevlilerinin devreye girmesi ve kişisel çıkarların, merkezi tercihlerle bağdaşması ile bugün "çete" olarak vasıflandırılmış yozlaşmış ilişkiler ortaya çıkmıştır. "Doğu ve Güneydoğu'da feodal yapının mevcudiyeti, aşiretler arası çelişkiler, GKK sisteminin özünün feodal yapıya dayanması, aşiretlerin İran ve Kuzey Irak'ta uzantılarının bulunması, bölge ekonomisinin geçmişten bu yana başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçılık temelinde şekillenmesi gibi unsurlar da illegal faaliyetlere kaynak yaratmada etkili olmuştur. OHAL Bölgesi'nde illegal faaliyetler içinde yeralan şahısların ve itirafçıların deşifre olmaları, güvenlik kuvvetlerinin kendilerinden istifadeden vazgeçmeleri veya kendilerine görev verenlerin Batı İllerine atanmaları halinde bu şahısların da büyük şehirlere kaydıkları görülmektedir. Kısa bir dönemde mevcutlara ilaveten yeni ve illegal oluşumlar meydana çıkmaya başlamıştır. Emniyet ve Adliye kayıtlarında bu konuda çok sayıda bilgi ve dosya mevcuttur." Yapılacak iş bu noktada şekillenmektedir. Mevcut ve halen devam eden illegal faaliyet ve oluşumlara engel olmak, bu amaçla da konuların üzerine cesaret ve kararlılıkla gitmek. Ancak önce koordinasyonu sağlamak veya yeniden tesis etmek gereklidir. Uzmanlar öncelikle istihbarat alanındaki koordine noksanlığına işaret etmektedirler. Bu alandaki sorunları 1. Kaynaklarla, 2. Ortak çalışmayı gerektiren konularla, 3. Teknik çalışmalarla ilgili olanları ayrı ayrı tasnif ederek incelemektedirler. Fakat bu sorunlar Polis - Jandarma ve MİT arasında icra karmaşası olarak da yaşanmaktadır. Dolayısıyla öncelikli hedef, yetki-sorumluluk sınırlarının netleştiği koordinasyon olmalıdır. == UYUŞTURUCU KAÇAKÇILIĞI == Çetelerden bahsederken Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı'ndan mutlaka söz etmek gerekir. Bu sektörde inanılmaz kâr oranları vardır. Kaçakçılar artık kazançlarını aklamak ve toplumda saygın kişiler olma yolunda da oldukça mesafe almışlardır. Bu konuda uzmanlar tarafından hazırlanmış dokümandan kısa bir bölüm aynen sunulmaktadır. "Ülkemizde meydana gelen uyuşturucu madde yakalamaları ile ilgili olarak mevcut bilgilerin değerlendirilmesi sonucu; yakalanan şahısların yakın akraba oldukları, aralarında ortaklık bağının bulunduğu ve aynı yerin nüfusuna kayıtlı oldukları dikkati çekmiştir. Bu şahısların organize bir faaliyet içerisine girdikleri görülmüş olup uluslararası kişi ve gruplarla irtibata geçerek sınır tanımaz organizasyonlar kurmak suretiyle, özellikle terör örgütlerinin finans kaynağını oluşturan Aile Organizasyonları halini aldıkları anlaşılmıştır. Ülkemizde faaliyet gösteren Organizasyonların büyük çoğunluğu Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi kökenlidirler. Eskiden küçük miktarlarda esrar kaçakçılığı ile işe başlayan gruplar 1980'li yıllardan itibaren eroine talebin artması ve kârının yüksek olması sebebiyle organize olarak kaçakçılık faaliyetlerini bu yöne kaydırmışlardır. Genel olarak uyuşturucu madde organizasyonları ele alındığında; a) Organizasyonların iç içe faaliyet gösterdikleri ve diğer suç organizasyonları ile irtibatlı oldukları anlaşılmaktadır. Bu organizasyonlar birbirleri arasında güçbirliği yapmak ve güveni pekiştirmek düşüncesiyle kız alıp vermek suretiyle akrabalık bağı oluşturma veya mevcut olan bağı daha da güçlendirme cihetine gitmektedirler. Ayrıca organizasyonlar arasındaki ilişkileri sağlayan diğer bir unsur ise organizasyonlar içerisinde dikkati çeken kilit isimlerdir. Bu kişiler organizasyonlar arasında bağlantıyı sağlayıp faaliyete geçmede önemli rol oynamaktadırlar. b) Organizasyonlar kendi aralarında görev dağılımı yapma eğilimine girmişler, böylece faaliyetlerinin risk oranını azaltarak uyuşturucu madde kaçakçılığını daha güvenli şekilde yürütmektedirler. Organizasyonların çoğunluğu kendi aralarında Asitciler (uyuşturucu imalatında kullanılan asetikasitanhidrit maddesini temin eden şahıslar), Taşımacılar (uyuşturucu maddeyi yurtiçi ve yurtdışına naklini yapan şahıslar), Aracılar (uyuşturucu madde oluşturulduktan sonra satmak amacıyla pazarlar arayan, alıcı ile satıcının temasını sağlayan şahıslar), Temin Ediciler (uyuşturucu madde imalinde kullanılan hammaddeleri temin eden şahıslar), Karapara Aklayıcılar şeklinde sektörleşmeye yöneldikleri ve birbirleriyle işbirliği içerisine girdikleri görülmektedir. Organizasyonlar önceleri uyuşturucu madde kaçakçılığını ülke sınırları içerisinde yapmakta iken sonraları kâr marjlarını arttırmak amacıyla yurtdışından (İran, Irak, Afganistan, Suriye) temin ettikleri bazmorfinleri kendileri eroine dönüştürerek elde ettikleri uyuşturucu maddeleri Avrupa piyasalarında pazarlamalarıyla, uyuşturucu kaçakçılığının üretim, taşımacılık ve dağıtım boyutunu ele almışlardır. Dünya'da faaliyet gösteren terör örgütlerinin uyuşturucu madde kaçakçılığını en önemli gelir kaynağı olarak kullandıkları bilinmektedir. Özellikle Terör Örgütü PKK'nın; ülkemizde silahlı eylemlere başladığı 1984 yılından itibaren artan militan kadrolarının silah ve lojistik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Ortadoğu, Türkiye ve Avrupa hattında organize bir uyuşturucu ticaretine yöneldiği gözlenmiştir. Bu faaliyetleri yürüten organizasyonların karışmış oldukları uyuşturucu madde kaçakçılığı olayları incelendiğinde; Baybaşin, Bayram, Kasar, Ay ve Sitoçi Organizasyonlarının Terör Örgütü PKK ile ilişki içerisinde oldukları ve Örgüte maddi destek sağladıkları tespit edilmiştir. Organizasyonlar, bulundukları bölge içerisinde hem güçlerini pekiştirmek hem de yürütecekleri illegal işleri devlet kademesi üzerinden resmi bir vasıfla takip ettirmek amacıyla, aile mensubu olan ve siyasi platform üzerinde söz sahibi olacak kişileri belirleyip, yürütmüş oldukları faaliyetlerden elde ettikleri paraları çeşitli yollarla aklayarak işadamı görüntüsü kazanmaları sonucu toplum tarafından saygıyla karşılanmakta olup, oy potansiyeli sağlayarak devletin üst düzeylerine kadar sokmak çabası göstermektedirler. Ayrıca kendi organizasyonları dışından siyasi platformda ve devletin idari yapısında yetkili olan kişileri organizasyonlarına kazanarak amaçları doğrultusunda kullanma düşüncesindedirler." Kaçakçılık organizasyonları gelişir, milli ve milletlerarası gelişmelere ayak uydururken ülkemiz hâlâ iller ölçeğinde yürütülen mücadele yapısıyla gerilerde kalmaya başlamıştır. Aşağıda bu noktadaki görüşlerini yazan bir diğer kamu görevlisi raporumuzun ana çerçevesine ulaşmakta ve tecrübelerini nakletmektedir. "Esas çalışmalar İl Emniyet Müdürlüklerinde yapılmaktadır. İl tahkikatı ne derecede etkili yapıyor, mahalli veya siyasi baskılar mücadeleyi ne ölçüde yönlendiriyor veya delilleri karartıyor, bunu takip edebilmemiz yahut önlememiz mümkün mü? İl Emniyet Müdürlüğü yapmış bir kişi olarak açıklıkla söyleyebilirim ki, bu mücadeleyi tavizsiz yapan memur, amir veya İl Müdürü görevden aldırılıyor, yerine kendilerine yakın biri atanmasa da yeni gelenler, onların bu gücü karşısında genellikle etkisizleştiriliyor. Bence Devlet bu noktada mücadeleyi etkilemeye başlıyor. Savcı tahkikatı ben yapacağım diyerek olayın ayrıntılarının / bağlantılarının öğrenilmesi istemese de sınırlıyor veya uyuşturucu un / kına oluyor. Uzayan davada deliller hakimin önüne kararmış olarak geliyor, neticede suç sadece kurye üzerinde kalıyor. Siyaset kişiyi görevden aldırıyor veya mücadeleci bir kadro oluşmasını engelliyor, idare bütün bunlara seyirci kalıyor. Hukuk düzeni de idarenin istediğini yapmasına, savunma yapacak şekilde çalışmasına imkân veriyor. Meselâ Susurluk Jandarma bölgesinde bir trafik kazası değil mi? Bu soruşturma yapılmış görev yerine getirilmiştir. (Ek: 13) İktidarlara bağlı olmayan, bu kabil hukuki yapıya ek olarak takdirlerin getirdiği hukuki düzeni göz önüne aldığımızda, yasa dışı olaylarla mücadelenin güçleştiğini görüyoruz. Meselâ Anamur - Bozyazı arası 10 kilometredir. Anamur korunmasız bir hudut kapısıdır ama Bozyazı ilçesinde de hudut kapısı açılmıştır. Taşucu, Seka İskelesi 5 kilometredir. Taşucu yol geçen hanı şeklinde hudut kapısıdır ama Seka İskelesi de hudut kapısı yapılmak istenmektedir. Kapının gecekondu olduğu biline biline yasadışı işlere zayıf, yeni mekânlar açılması acaba bir koruma, kollama, bazılarına yasadışı işler için fırsat yaratma değil midir?... Bu durum memurda bozulmanın önemli bir sebebidir. İdare bunu bilmez mi?... Geçmişte hakimiyetlerine darbe vurulan aşiretlerin, siyasetçi veya devlet yanlısı korucu olarak yönetime ortak olmaları ayrı bir devlet kusuru olarak belirtilmelidir. Güneydoğu'daki bu kadar silahın uyuşturucu giriş yeri olarak bilinen Van özellikle Hakkari illerimizdeki mücadelemizin etkisiz kalması o bölgedeki yöneticilerin kişisel zafiyeti mi yoksa devletçe yaratılan bir göz yumma mı? Bence sorgulanması gereken önemli bir husustur... Sistemdeki bu arıza ve aksaklıkların kişisel mücadele anlayışını geliştirdiğini düşünüyorum. Devletini, Milletini düşünen bürokrat, kendine özel çıkar yolları bulsun bulmasın kendi doğrularını uygulamaya başlıyor. Bence bu sebeple, Askerler, MİT ve Emniyetin ayrı doğruları var ve çatışma bu yüzden. Ama giderek devlet için yapılanlar karakter değiştirerek, kişisel veya siyasi çıkarlar için yapılmaya başlanıyor." Üst düzey bir kamu görevlisinin mevcut sisteme ilişkin bu görüşleri, acı yakınmaları, kısmen ümitsizliği hatta bazı değerlendirme hatalarını ihtiva etse de taşıdığı perspektif dolayısıyla Sn. Başbakan'a arzedilmeye değer bulunmuştur. '''DİPNOTLAR''' (15) Gelişmeler bölümünde kişiler ve olaylar, tesbit ve yorumlarla takdim edildiğinden -tekrarlardan sakınmak üzere- Değerlendirme bölümü kısa ve birkaç önemli hususla sınırlı tutulmuştur. (16) Bodrum Gümbet'te, Sun Clup Hotel'in sahibi Ahmet Nedim Başmısırlı ile arkadaşı Vasfi Ahmet Köseoğlu arasındaki ihtilaf, jandarma subay ve astsubayları ile itirafçı ve mafya arasında çözümlenmiş, alınan çekler tahsil edilmiştir. Çıkan itilafta itirafçı İbrahim Babat arkadaşlarını vurmuştur. İbrahim Babat, Başbakanlık Teftiş Kurulu'na başvurmuş ve 7 yıl ile kurtulacağının kendisine garanti edildiğini, ancak 17 yıla mahkum olunca konuşmaya karar verdiğini anlatmıştır. SBaşbakanlık müfettişleri, kendisinin bilgisine başvurmadan önce Emniyet İl İstibharat Şube Müdürü ile Jandarma Alay Komutanı ziyaret etmiş ve babat'a "heyecanına kapılıp yanlış bir şey yapmamasını, gereksiz konuşmamasını" öğütlemişlerdir. (!) (17) Alaattin Kanat polise verdiği ifadede (26.08.1994) "Geçmiş yaşantımdan tanıdığım ve kendilerinin eroin kaçakçılığı işlerine bulaştıklarını bildiğim Abdülkadir Akbıyık ve Senar Er isimli Güneydoğu kökenli kişilerden onları korkutarak para sızdırmayı düşündüm. Eroin kaçakçısı olarak tanınan ünlü kişilerden (öldürülen) Behçet Cantürk, Savaş Buldan gibi kişilerin de isimlerini vererek korkutabileceğimi düşünerek teşebbüse geçtim. Müştekiye ettiğim telefonlarda başka isim kullanmam ve kendimi kontrgerilla olarak tanıtmam, tamamen onları korkutabilmeye matuftur" demiştir. == TEKLİFLER == Önceki bölümlerde sunulan ve detaye edilen hususlar; kişisel kanaat ve bilgilere değil büyük ölçüde ilgili ve yetkililerin anlattıklarına, arşiv ve bilgilerine ve kurumlardan yazılı olarak gelen resmi kayıtlara dayandırılmıştır. Bir soruşturma raporu hazırlamadığımız, yargıya tevdi edilecek dokümanları geliştirmek gibi temel bir görevimiz olmadığı, doğru tesbit, doğru bilgi hedefini güttüğümüz için, önce Sayın Başbakan'a tutarlı ve gerçekleri sunan bir doküman hazırlama ve tedbirler önerme hedefi esas alındığından, tırnak içinde sunulan bölümlerin dahi, hangi kamu kurumuna ait olduğunu belirtmek gibi teknik bir noktada ısrarlı olunmamıştır. Giriş bölümünde arzedildiği gibi kamu kurumları bilgi vermede istekli ve arzulu olmamışlardır. Bu direnç, kişiler ve yetkililerle yapılan uzun ve saatler süren, dostane ve güven veren görüşmelerle aşılmıştır. Kendilerini veya dostlarını suçlama hedefinden çok, olay ve gerçekleri tespit hedefinin ön planda tutulduğu hususu herkese anlatılmıştır. Kamuoyunun reaksiyon gösterdiği, ancak MİT ve Emniyet gibi kuruluşların itibarlarıyla başarılı olabilecekleri ve itibarın iade edilmesi için kamuoyunca da bu hususun kabulü gerektiği konuşulmuş, tartışılmış ve anlatılmıştır. Bu anlayış, karşılık bulmuş ve mesafe kaydedilmiştir. Raporun tamamı bu anlayış çerçevesinde yazılmış, teklifler ancak bu güvenli çerçevenin sağladığı veriler ışığında geliştirilmiştir. '''Teklif: 1''' Sayın Başbakan'a arzedilecek birinci teklif; Emniyet Genel Müdürlüğü'nün çete oluşumlarına karşı genel bir mücadeleye sevkedilmesidir. Bu konuda kesin karar alınmalı ve gelişmeler Başbakanlıkça periyodik olarak izlenmeli, Teşkilâtın bu konudaki acil, gündelik ve çoğu hemen karşılanabilir ihtiyaçları giderilmelidir. Bu amaçla; Emniyet Genel Müdürlüğü'nde özel ve üst yöneticilerden müteşekkil bir grup görevlendirilmeli, Genel Müdür hatta Bakan adına hareket edebilme ve yetki kullanıp koordinasyonu sağlama konusunda teçhiz edilmelidirler. İl Asayiş, İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube Müdürlerinden çalışmalara uyum sağlayamayanlar derhal ve 3 ay süreyle Ankara'da merkezde çalıştırılmalı, yerlerine sözü edilen grubun uygun göreceği genç ve şaibesiz kişiler görevlendirilebilmelidir. Emniyet Genel Müdürlüğü üst yönetimine verilecek zaman tablosunda başarı süresi de sadece 3 ay olmalıdır. Ciddi ve kamuoyunu tatmin edecek gelişmelerin olmadığının tespiti halinde Genel Müdürlük üst yönetiminin büyük ölçüde değiştirileceği ifade ve uygun şekilde kamuoyuna karşı taahhüt edilmelidir. Başkanlığımızın yazılı talebi ile başlayan ancak henüz sonuçlanmamış olan Emperyal Şirketiyle ilgili tespit çalışması da Polis Teşkilâtınca tamamlanmalıdır. '''Teklif: 2''' Emniyet Genel Müdürlüğü merkezli çalışmaların, başarı için MİT'in tüm imkânlarıyla desteklenmesini sağlamak üzere ciddi ve Başbakanlıkça gözetilen ve kontrol edilen bir koordinasyon kanalı da açılmalıdır. Bunun için; Başbakanlığın da temsil edildiği bir koordinasyon komitesi kurulmalı, ortaya çıkan kopukluk ve problem, yazıya dökülmeden görüşmelerle anında çözülmelidir. Koordinasyondaki kopukluğun her iki kuruluşa da mes'uliyet getireceği hususu kesin bir karar olmalıdır. Genelkurmay İstihbarat Başkanlığından bilgi akışı da sağlanmalıdır. '''Teklif: 3''' Polisiye çalışmalar çeteleri ve grupları bir süre sessizliğe itecektir. Ancak ortada olan ve bilinen finansman kaynaklarının da yok edilmesi ve hesabının sorulması icabeder. Polisiye çalışmaların mali araştırmalarla takviye edilmesi gerekmektedir. Başbakanlığın yazılı isteği ile başlatılan ve Ömer Lütfü Topal'ın ve şirketlerinin incelemesi çalışmaları genişletilerek neticelendirilmeli ve diğer çete, mafya ve baba'lara da yöneltilmelidir. Bu amaçla; Koordinasyonu sağlayan merkez grubunun talepleri, Maliye Bakanlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı başta olmak üzere tüm denetim birimleri tarafından öncelikle ele alınmalıdır. Bakanlar Kurulu'nun bu 3 konuyu karara bağlaması ve bu kararın ilgili Bakanlar tarafından tamim edilmesi gerekmektedir. '''Teklif: 4''' Susurluk merkezli, çete ve illegal kazançlarla ilgili bir itiraf yasası çıkarılmalı, Ancak; Güneydoğu'da problemlere yolaçan itiraf yasası tecrübesinden faydalanılmalıdır. '''Teklif: 5''' İlgili bölümde Özel Harekât Dairesi çalışmaları takdim edilmiş, sorunlara atıf yapılmıştı. Bu sebeple Özel Harekât Dairesi sadece OHAL bölgesiyle sınırlı kalacak şekilde daraltılmalı, Özel Harekât Personeli sadece OHAL bölgesinde bu sıfatı taşıyabilmeli, bölge dışındaki tüm Özel Harekât birimleri lağvedilerek, Polis Teşkilâtına entegre olmaları sağlanmalıdır. İlk uygulamalar idari kararlarla yapılmalı, gerekiyorsa yasal değişikliğe gidilmelidir. İlk uygulamanın Antalya'da gerçekleşmesi sağlanmalıdır. '''Teklif: 6''' Başbakanlık Genelgesi ile Enterpol ilişkileri hariç Emniyet Genel Müdürlüğü'nün dış servis veya teşkilâtlarla ilişkilerinin Dışişleri Bakanlığı ve MİT kanalıyla tesis edilebileceği, Dış İstihbarat ve Operasyonların bu kanallar dışında yasaklandığı ve durdurulduğu emir olarak iletilmelidir. Öncelikle; Yukarıda sunulan teklifin realizasyonu Genelkurmay, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün görüşleri doğrultusunda hazırlanacak bir Genelge ile sağlanmalı, gerekiyorsa yasal düzenlemeye gidilmelidir. '''Teklif: 7''' Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri tarafından birkaç yıl önce hazırlanmış olan "Kamu Güvenliği Kurumu" Kanun taslağı, incelenmeli ve hükümetin değerlendirmesine sunulmalıdır. Kamu Güvenliği Kurumu Başbakanlığa bağlı, illerde teşkilâtı olmayan, sınırlı sayıda kadrolu ancak operasyonel yetkilerle techiz edilmiş, devletin tüm birimleriyle ilişkili ve kamu düzenini, asayişi ve genel ahlakı bozucu, yeraltı - yerüstü çetelere, oluşumlara yönelecek bir Teşkilât olarak düşünülmelidir. Şimdilik; İdari bir karar olarak bu teşkilâtın üyesi MİT'te oluşturulabilir. Sür'atli bir inceleme ve MGK'nun önceden yapılmış hazırlıkları ışığında kısa sürede yasal çerçeve oluşturularak bu konuda nihai karara varmak mümkün olabilir. '''Teklif: 8''' Uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelede, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün rutin faaliyetlerinden biri olarak değil, öncelikli ve acil konularından en önde geleni olarak ele alınmalıdır. Bu çalışmalar sürdürülürken, mücadelenin il ölçeğinden ülke seviyesine genişletilmesinin yasal ve idari çerçevesi belirlenmelidir. Bu sebeple; Çeşitli saiklerle Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesinde ve İl Şube Müdürlüklerinde istihdam edilen personel, gerekli olduğu ölçüde derhal ve sür'atle değiştirilmeli, dikkatli ve itinalı bir seçimle yeni kadrolar oluşturulmalıdır. Sonra da bu dairenin çalışmaları, ilk üç teklif çerçevesinde genişletilerek sürdürülmelidir. '''Teklif: 9''' Uyuşturucu kaçakçılığı konusu, özelliği olan bir mücadele alanı olarak seçilmeli ve mali araştırmalarla birlikte kişi ve aileleri hedef alan özel bir çalışmaya öncelikle başlanmalıdır. Arşivlerde yeteri kadar bilgi vardır. Koordineli bir çalışmayla bu bilgiler kısa sürede birleştirilmeli ve sür'atle harekete geçmek üzere bir uygulama plânı hazırlanmalıdır. '''Teklif: 10''' Devlet Arşivlerinde çeşitli kaçakçılık ve illegal faaliyetlerden bilgisi hatta şemaları vardır. Bu illegal çalışmaların devam edebilmesi başlı başına bir problemdir. Bu konuda devletin ilgili birimleri (Maliye, MİT, Emniyet, Gümrük Teşvik - Hazine) işbirliğini geliştirmek zorundadırlar. Bu işbirliğinin esasları tespit edilmelidir. '''Teklif: 11''' Jandarma Genel Komutanlığı'nın, MİT'in ve Emniyet'in kayıt ve bilgileri koordineli bir şekilde değerlendirilirken; her üç Teşkilâtta mevcut ve Batı bölgelerinde de illegal ilişki ve oluşumlara dahil olmuş personel kısa sürede tasfiye edilmelidir. İtiraf yasası bu konudaki gelişmeyi hızlandıracaktır. Zaten yeteri kadar bilgi vardır. Bu bilgilerin toplanması ve teatisi problemi çözmeye yeterlidir. Öncelikle Emniyet Genel Müdürlüğü'nün ve MİT'in kendi iç bünyelerine dönerek bu çalışmayı yapmaları problemin çözümünde hem teşkilâtları onure edecek hem de sür'at kazandıracaktır. '''Teklif: 12''' İtirafçı kullanılması sür'atle sınırlandırılmalı, itirafçıların sınırlı sayıda ve sadece belli konularda kullanılabilmelerine izin verilmeli, her İl Valisinden ve OHAL Bölge Valisinden mevcut durum, alınan tedbir, yapılan uygulamalar hakkında tafsilâtlı bir rapor istenerek bu konu 15 gün içinde kesin bir karara dönüştürülmelidir. İtirafçının eski bir suçlu olduğu, kontrol dışına çıktığında çıkarları doğrultusunda inisiyatif kullanacağı ve kullandıkları unutulmamalıdır. Bu sebeple itirafçıların spekülasyonlara yol açabilecek çalışmalara dahil edilmemesi gerekmektedir. '''Teklif: 13''' Mevcut GKK kadroları sayı olarak dondurulmalı, boş veya boşalan kadrolar iptal edilmelidir. GKK'dan isteyen ve durumu uygun olanların Özel Güvenlik Görevlisi olarak çalıştırılmaları sağlanmalıdır. Ekim 1986 tarihli Geçici Köy Korucuları Yönetmeliği'nin göreve son vermeyi düzenleyen 22. maddesinin uygulamasında hassasiyet gösterilmesi sağlanmalı, azami yaş sınırı 65'ten 45'e indirilmeli, 45 yaşın üzerindekilere 24. maddede yer alan tazminatın iki katı ödenerek 2 ay içinde ayrılmaları sağlanmalı, uygun olanların işçi statüsünde kamu kurumlarında çalıştırılmaları özendirilmelidir. Bölgede mevcut yarı - feodal yapının daha da güçlenmesine sebep olan, aşiretlere dayalı GKK sistemi sebebiyle bölgede aşiret yapısının çözülmesi durmuş hatta daha tesirli hale gelmiştir. Aşiret beyleri ve aile reisleri sağlanan bu gelirle daha da güçlenmişler ve farklı suç ve terör organizasyonları ortaya çıkmıştır. Bölgede yerleşik belli aile ve aşiretlerin sistemdeki etkinliğini kırmak gereklidir. Uygulamalara Urfa yöresinden başlanması önerilecektir. '''Teklif: 14''' Turizm bakanlığının Talih Oyunları Salonlarıyla ilgili işlemleri kapsamlı bir soruşturmaya konu olmalıdır. Bakanlık kumarhanelere hangi prosedürle izin vermiştir? İzin verilen kişilerin kimlikleri kamu adına utanç vericidir. Bütün kumarhanelerde darp, hürriyeti tahdit, zorla senet imzalatmak, dolandırıcılık, gasp suçları yargıya kadar intikal etmiştir. Bakanlığın, can güvenliğinin bu derece ortadan kalktığı bir kumarhaneler zincirinde ne yaptığı ortaya çıkarılmalıdır. '''Teklif: 15''' Kumarhane işleticilerinin vergi ve muhasebe kayıtları da incelenmelidir. Topal 2 nolu İstanbul DGM'ye 1994/412 sayılı dosyada 1989 itibariyle mal varlığını açıklamıştır. Diğerleri için de bu bilgiler vardır. Bugüne kadar oluşan trilyonların durumu ancak bu yolla açıklanabilecektir. '''Teklif: 16''' TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu'nun suçu ve soruşturmayı belirleyen tespitleri Başbakanlıkça ilgili mercilere duyurulmalı ve gereği takibedilmelidir. Susurluk Komisyonu raporunda neticesi ortada kalan pek çok tespit ve öneri vardır. Bunların gereği önem taşıdığı cihetle ele alınmaları gerekecektir. '''Teklif: 17''' Emniyet Genel Müdürlüğünün hibe silahları konusunda, Genel Müdürlükte ve Gümrük Müsteşarlığında mevcut karmaşık bilgi yığınını aydınlatmak üzere kapsamlı bir inceleme - değerlendirme yapılmalıdır. Örtülü ödenekten yapılmış aktarmalar hariç tutulsa bile muhtelif fonlardan yapılmış aktarmalar yüzlerce miktar liradır. Bu meblağların harcanma şekilleri değilse bile harcama yerlerinin netleşmesine ihtiyaç vardır. Alınan -hibe olan- silahlar konusunda spekülatif amaçla istismarını önlemek de gereklidir. Ayrıca raporun muhtelif sayfalarında açıklanan olay ve kişilerle ilgili olarak; '''18-''' Abdullah Çatlı'nın durumu ve konumu bir soruşturma kapsamında ele alınmalıdır. Çatlı'nın -varsa- 80'li yıllar öncesi ve sonrası ilişkileri araştırılmalıdır. '''19-''' Azerbaycan'da Darbe Girişimi ve Türk tarafının tutumu ayrı bir soruşturmaya konu olmalıdır. '''20-''' Korucularla, yapılan ödemeler ve bu ödemelerin yöneldiği kişi, aşiret ve aileler detaye edilmeli ve aksaklıklar kapsamlı bir çalışmayla değerlendirilmeli, gerekirse yöre Üniversitelerinden yararlanılmalıdır. '''21-''' Talih Oyunları Salonlarını işletenlerle ilgili kapsamlı bir gelir - vergi araştırması koordineli bir şekilde başlatılmalı, kara para işlemleri Mali Polis'in de desteğinde takibedilmelidir. '''22-''' Mehmet Ali Yaprak ve kaçırılması olayı - tekrar ve Mali Araştırmalarla birlikte yürütülmek üzere soruşturulmalı, Captagon ticareti ve imalatı konusu özel bir polis ekibince ele alınmalıdır. '''23-''' Nesim Malki ve Yener Kaya'nın öldürülmesi olayları mali araştırmalarla birlikte tekrar soruşturulmalı, adıgeçen tefecilerin alacaklı olduğu kişi ve firmalar cinayet soruşturması ve mali araştırmalar kapsamına alınmalıdır. '''24-''' Yeteri kadar bilgi toplanan ve itirafçı İbrahim Babat'ın açıklamalarıyla da ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde, Bodrum Sun Club olayları ve 40 bin doların haraç olarak alınması ve paylaşımı iddiaları ile Hikmet Babataş cinayeti yeniden soruşturulmalıdır. '''25-''' İlgili bölümde yer aldığı üzere, Eximbank - Türkmenistan ve Emperyal Şirketi ilişkileri detayı ile araştırılmalı ve gerekiyorsa soruşturulmalıdır. '''26-''' Ömer Lütfü Topal'ın ölümünden sonra ortaya çıkan 105 milyon dolarlık borcun sebebi ve hangi şirket bilançosunda yer aldığı müstakilen araştırılmalı, Emperyal yöneticilerinin açıklama yapmaları sağlanmalıdır. '''27-''' Bankalarla ilgili soruşturmaların sonucu için yasal düzenleme yapılması hususu karara bağlanmalıdır. [[Kategori:Raporlar]] [[Kategori:1990'larda eserler]] 8kecpht5e7koc98a76yx6a43rpjp1bb Oğuz Kağan Destanı 0 15274 168157 168155 2024-10-19T13:16:28Z 212.252.118.254 168157 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın gözü dmxllclcöparladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] sfvqv7gbscwo8r77c4spawpqcufcc11 168158 168157 2024-10-19T13:22:06Z ClumsyOwlet 23710 [[Kullanıcı:212.252.118.254|212.252.118.254]] ([[Özel:Contributions/212.252.118.254|k]] - [[Kullanıcı mesaj:212.252.118.254|m]] - [[Özel:Blockip/212.252.118.254|e]]) tarafından yapılan değişiklik geri alındı. 168158 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın gözü parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] ngupahoet07jw4nmch6qdmjhjr184n9 168160 168158 2024-10-19T15:25:38Z 212.252.118.254 168160 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve bok parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] g396s0iqdn9pc4ya79n74qf94senn5g 168161 168160 2024-10-19T15:26:12Z 212.252.118.254 168161 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve bok parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] 6va8t2e5orf7kopz99l5m2nwr1ruqbl 168162 168161 2024-10-19T15:27:41Z 212.252.118.254 168162 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] 4ynltwhwk9lvfqbe2qj41aocc6pxssu 168163 168162 2024-10-19T15:30:58Z 212.252.118.254 168163 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir kız çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Cadılardan daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] twbgzw9kh29ipzbw27xd47ilgf0y55d 168164 168163 2024-10-19T15:32:07Z 212.252.118.254 168164 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir kız çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Cadılardan daha çirkindi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] 0y15cj0nwr0yvi6tt3oyd5pznunzpxi 168165 168164 2024-10-19T15:37:29Z 212.252.118.254 168165 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir kız çocuk doğurdu. Bu çocuğungkgjg yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Cadılardan daha çirkindi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] 5iprer64szqdtehli82ssavorey2f9n 168166 168165 2024-10-19T15:46:09Z 212.252.118.254 Kfşckdöckdölckdkcmkckf 168166 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} Hamza boklu[...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir kız çocuk doğurdu. Bu çocuğungkgjg yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Cadılardan daha çirkindi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra mal ve yiğit olmuş. Gece de bir süre boyunca bu şekilde devam etti ve bu gece de bu şekilde devam eder çünkü içine cin girmiş. O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] nehi0pev1hrjolnfn4s0n4jzsyq3bd5 168167 168166 2024-10-19T15:47:33Z 212.252.118.254 168167 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} Hamza boklu[...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın göt ve boku parladı, doğum ağrıları başladı ve bir kız çocuk doğurdu. Bu çocuğungkgjg yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Cadılardan daha çirkindi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve süt istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra mal ve yiğit olmuş. Gece dkflkdlckromc O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] 65qkos30goplfu63qls4frrcglzo3on 168168 168167 2024-10-19T15:53:34Z Tanbiruzzaman 21843 [[Special:Contributions/212.252.118.254|212.252.118.254]] ([[User talk:212.252.118.254|mesaj]]) tarafından yapılan değişiklikler geri alınarak, [[User:ClumsyOwlet|ClumsyOwlet]] tarafından değiştirilmiş önceki sürüm geri getirildi 168158 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = [[Türk Destanları, Efsane ve Mitleri|Türk Destanları]] | sonraki = | başlık = Oğuz Kağan Destanı (kısmi çeviri) | bölüm = | eser sahibi = | notlar = <span style="float:right; padding:2px; margin:0 0 0.5em 1em; border:1px solid #CCC;">Ayrıca bakınız [[w:Oğuz Kağan Destanı|Vikipedi]]</span> Eserin özgün metni Uygurcadır ve Fransız Milli Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Ana metnin transkripsiyonu ve çevirisi W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır (W. Bang ve G. R. Rahmeti [Arat], ''Oğuz Kağan Destanı'', İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1936. Burada Wang ve Arat'ın çevirisinden bir bölüm (s. 10-31) yer almaktadır. }} [...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın gözü parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...] O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış. (Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş. (Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti. Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı. Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı. Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı. Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı. Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular. Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan. Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı: "Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!" Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı. Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu. Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!" Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir. Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular. Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü. Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel." Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi. Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi. Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki: "Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim." Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi. Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü. Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun." Böyle dedi ve ileri gitti. Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu. Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi. Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu. Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti. Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı. Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır. İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü. Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi. İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!" Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu. Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki: "Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!" Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki: "Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!" Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki: "Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!" [...] [[Kategori:Türk halk edebiyatında destanlar]] ngupahoet07jw4nmch6qdmjhjr184n9 İstanbul'u Dinliyorum 0 20097 168216 166809 2024-10-20T11:10:35Z 46.2.49.145 yazım hatası 168216 wikitext text/x-wiki {{Ayın eseri/yıldız}} {{eser | önceki= | sonraki= | başlık= İSTANBUL'U DİNLİYORUM | bölüm= | yazar= Orhan Veli Kanık | notlar={{KM-Türkiye}} }} <pages index="İstanbul'u Dinliyorum.pdf" from=1 to=1 /> [[Kategori:Orhan Veli şiirleri]] [[Kategori:İstanbul hakkında şiirler]] sa2d4nura7oiy4kcqbu9eaky7t7ls9o Vikikaynak:Değişiklik sayılarına göre kullanıcılar listesi 4 26348 168192 168150 2024-10-19T21:40:13Z YBot 13050 Güncelleme 168192 wikitext text/x-wiki {{/begin}} <center> {| class="wikitable" ! # ! Kullanıcı ! Değişiklik sayısı ! Kullanıcı grupları |- | 1 | [[Kullanıcı:Satirdan kahraman|Satirdan kahraman]] | align="center" | 31.605 | hizmetli |- | 2 | [[Kullanıcı:Justinianus|Justinianus]] | align="center" | 10.871 | |- | 3 | [[Kullanıcı:Kibele|Kibele]] | align="center" | 8.400 | |- | 4 | [[Kullanıcı:Nosferatü|Nosferatü]] | align="center" | 6.939 | |- | 5 | [[Kullanıcı:Victor Trevor|Victor Trevor]] | align="center" | 4.472 | |- | 6 | [[Kullanıcı:Samizambak|Samizambak]] | align="center" | 4.220 | |- | 7 | [[Kullanıcı:YBot|YBot]] | align="center" | 3.717 | |- | 8 | [[Kullanıcı:Seksen iki yüz kırk beş|Seksen iki yüz kırk beş]] | align="center" | 2.938 | |- | 9 | [[Kullanıcı:𐰇𐱅𐰚𐰤|𐰇𐱅𐰚𐰤]] | align="center" | 2.796 | |- | 10 | [[Kullanıcı:Iskenderbalas|Iskenderbalas]] | align="center" | 2.670 | |- | 11 | [[Kullanıcı:Egemensen|Egemensen]] | align="center" | 2.553 | |- | 12 | [[Kullanıcı:Vikiolog|Vikiolog]] | align="center" | 2.278 | |- | 13 | [[Kullanıcı:Tarih|Tarih]] | align="center" | 2.218 | |- | 14 | [[Kullanıcı:Absar|Absar]] | align="center" | 1.838 | |- | 15 | [[Kullanıcı:Suelnur|Suelnur]] | align="center" | 1.737 | |- | 16 | [[Kullanıcı:Selahattin ilhan|Selahattin ilhan]] | align="center" | 1.480 | |- | 17 | [[Kullanıcı:Ahmet Turhan|Ahmet Turhan]] | align="center" | 1.361 | |- | 18 | [[Kullanıcı:Kutsalyolcusu|Kutsalyolcusu]] | align="center" | 1.278 | |- | 19 | [[Kullanıcı:Pinar|Pinar]] | align="center" | 1.034 | |- | 20 | [[Kullanıcı:Kurmanbek|Kurmanbek]] | align="center" | 994 | |- | 21 | [[Kullanıcı:Felecita|Felecita]] | align="center" | 940 | |- | 22 | [[Kullanıcı:Elvorix|Elvorix]] | align="center" | 857 | |- | 23 | [[Kullanıcı:Sabri76|Sabri76]] | align="center" | 815 | |- | 24 | [[Kullanıcı:Maderibeyza|Maderibeyza]] | align="center" | 758 | |- | 25 | [[Kullanıcı:3210|3210]] | align="center" | 721 | |- | 26 | [[Kullanıcı:Aybeg|Aybeg]] | align="center" | 587 | |- | 27 | [[Kullanıcı:ToprakM|ToprakM]] | align="center" | 566 | arayüz yöneticisi |- | 28 | [[Kullanıcı:Osmanlı98|Osmanlı98]] | align="center" | 564 | |- | 29 | [[Kullanıcı:Srhat|Srhat]] | align="center" | 553 | |- | 30 | [[Kullanıcı:Mereyü|Mereyü]] | align="center" | 528 | |- | 31 | [[Kullanıcı:Dr.Suskun|Dr.Suskun]] | align="center" | 511 | |- | 32 | [[Kullanıcı:Yeni hesap|Yeni hesap]] | align="center" | 482 | |- | 33 | [[Kullanıcı:Oğuzhan|Oğuzhan]] | align="center" | 478 | |- | 34 | [[Kullanıcı:Etrüsk~trwikisource|Etrüsk~trwikisource]] | align="center" | 437 | |- | 35 | [[Kullanıcı:Fuzûlî~trwikisource|Fuzûlî~trwikisource]] | align="center" | 427 | |- | 36 | [[Kullanıcı:Bizim Kafkasya|Bizim Kafkasya]] | align="center" | 427 | |- | 37 | [[Kullanıcı:Rateslines~trwikisource|Rateslines~trwikisource]] | align="center" | 418 | |- | 38 | [[Kullanıcı:Hasan Sami|Hasan Sami]] | align="center" | 407 | |- | 39 | [[Kullanıcı:Pinarsan83|Pinarsan83]] | align="center" | 384 | |- | 40 | [[Kullanıcı:Pathoschild|Pathoschild]] | align="center" | 382 | |- | 41 | [[Kullanıcı:CandalBot|CandalBot]] | align="center" | 339 | |- | 42 | [[Kullanıcı:Reality006|Reality006]] | align="center" | 338 | |- | 43 | [[Kullanıcı:Aksoy61|Aksoy61]] | align="center" | 327 | |- | 44 | [[Kullanıcı:Kadı|Kadı]] | align="center" | 325 | |- | 45 | [[Kullanıcı:Vito Genovese|Vito Genovese]] | align="center" | 317 | |- | 46 | [[Kullanıcı:Homonihilis|Homonihilis]] | align="center" | 306 | |- | 47 | [[Kullanıcı:Cekli829|Cekli829]] | align="center" | 301 | |- | 48 | [[Kullanıcı:Ömer faruk çakmak|Ömer faruk çakmak]] | align="center" | 296 | |- | 49 | [[Kullanıcı:Magurale|Magurale]] | align="center" | 295 | |- | 50 | [[Kullanıcı:Uncitoyen|Uncitoyen]] | align="center" | 283 | |- | 51 | [[Kullanıcı:Mustafahoca|Mustafahoca]] | align="center" | 252 | |- | 52 | [[Kullanıcı:Mustafa MVC|Mustafa MVC]] | align="center" | 248 | |- | 53 | [[Kullanıcı:Evrifaessa|Evrifaessa]] | align="center" | 246 | |- | 54 | [[Kullanıcı:Ali Karacan~trwikisource|Ali Karacan~trwikisource]] | align="center" | 240 | |- | 55 | [[Kullanıcı:Oğuz256~trwikisource|Oğuz256~trwikisource]] | align="center" | 236 | |- | 56 | [[Kullanıcı:Koraman~trwikisource|Koraman~trwikisource]] | align="center" | 224 | |- | 57 | [[Kullanıcı:Takabeg|Takabeg]] | align="center" | 221 | |- | 58 | [[Kullanıcı:Demirci74|Demirci74]] | align="center" | 218 | |- | 59 | [[Kullanıcı:YG1|YG1]] | align="center" | 218 | |- | 60 | [[Kullanıcı:Gökhan~trwikisource|Gökhan~trwikisource]] | align="center" | 215 | |- | 61 | [[Kullanıcı:Zohak|Zohak]] | align="center" | 206 | |- | 62 | [[Kullanıcı:Gülşah|Gülşah]] | align="center" | 192 | |- | 63 | [[Kullanıcı:Ugur Basak|Ugur Basak]] | align="center" | 191 | |- | 64 | [[Kullanıcı:NKOzi|NKOzi]] | align="center" | 187 | |- | 65 | [[Kullanıcı:Meryem Yazıcı|Meryem Yazıcı]] | align="center" | 185 | |- | 66 | [[Kullanıcı:Harosman|Harosman]] | align="center" | 185 | |- | 67 | [[Kullanıcı:Saltinbas|Saltinbas]] | align="center" | 183 | |- | 68 | [[Kullanıcı:Alikıroğlu6163|Alikıroğlu6163]] | align="center" | 183 | |- | 69 | [[Kullanıcı:Khodemhuck|Khodemhuck]] | align="center" | 182 | |- | 70 | [[Kullanıcı:Samsen|Samsen]] | align="center" | 176 | |- | 71 | [[Kullanıcı:Noyder~trwikisource|Noyder~trwikisource]] | align="center" | 174 | |- | 72 | [[Kullanıcı:Mezireli61|Mezireli61]] | align="center" | 172 | |- | 73 | [[Kullanıcı:Ahmetaslan~trwikisource|Ahmetaslan~trwikisource]] | align="center" | 172 | |- | 74 | [[Kullanıcı:İsmetaydin~trwikisource|İsmetaydin~trwikisource]] | align="center" | 168 | |- | 75 | [[Kullanıcı:Viki|Viki]] | align="center" | 166 | |- | 76 | [[Kullanıcı:Kuzeyli Adam|Kuzeyli Adam]] | align="center" | 163 | |- | 77 | [[Kullanıcı:Alikıroğlu|Alikıroğlu]] | align="center" | 161 | |- | 78 | [[Kullanıcı:HakanIST|HakanIST]] | align="center" | 155 | |- | 79 | [[Kullanıcı:St. Doggo|St. Doggo]] | align="center" | 149 | |- | 80 | [[Kullanıcı:Hazan|Hazan]] | align="center" | 137 | |- | 81 | [[Kullanıcı:Can Kedi|Can Kedi]] | align="center" | 137 | |- | 82 | [[Kullanıcı:Araz Yaquboglu|Araz Yaquboglu]] | align="center" | 125 | |- | 83 | [[Kullanıcı:AhmetÇavuş|AhmetÇavuş]] | align="center" | 121 | |- | 84 | [[Kullanıcı:Recep64|Recep64]] | align="center" | 117 | |- | 85 | [[Kullanıcı:タチコマ robot|タチコマ robot]] | align="center" | 111 | |- | 86 | [[Kullanıcı:Vagobot|Vagobot]] | align="center" | 106 | |- | 87 | [[Kullanıcı:Kuzey 75|Kuzey 75]] | align="center" | 103 | |- | 88 | [[Kullanıcı:Oyhan Hasan Bıldırki|Oyhan Hasan Bıldırki]] | align="center" | 102 | |- | 89 | [[Kullanıcı:Neslihan Bilgili|Neslihan Bilgili]] | align="center" | 101 | |- | 90 | [[Kullanıcı:SessizZurna|SessizZurna]] | align="center" | 99 | |- | 91 | [[Kullanıcı:Vikiyazar|Vikiyazar]] | align="center" | 96 | |- | 92 | [[Kullanıcı:Kübra uzuntaş|Kübra uzuntaş]] | align="center" | 95 | |- | 93 | [[Kullanıcı:Rornaof|Rornaof]] | align="center" | 92 | |- | 94 | [[Kullanıcı:Özlem malkoç|Özlem malkoç]] | align="center" | 90 | |- | 95 | [[Kullanıcı:Burak Kara|Burak Kara]] | align="center" | 85 | |- | 96 | [[Kullanıcı:CommonsDelinker|CommonsDelinker]] | align="center" | 84 | |- | 97 | [[Kullanıcı:EmausBot|EmausBot]] | align="center" | 84 | |- | 98 | [[Kullanıcı:Alpfa|Alpfa]] | align="center" | 77 | |- | 99 | [[Kullanıcı:Dilekisildar|Dilekisildar]] | align="center" | 76 | |- | 100 | [[Kullanıcı:EVula|EVula]] | align="center" | 76 | |} </center> qxw7zgf9ou79z2kq7y3enh2mniwxn3o Selahattin Demirtaş'ın Kobani Davası savunması 0 42911 168193 166142 2024-10-20T05:01:09Z Aybeg 10020 168193 wikitext text/x-wiki {{çalışma var}} {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Selahattin Demirtaş'ın Kobani Davası savunması | bölüm = | eser sahibi = Selahattin Demirtaş | çevirmen = | bağsızçevirmen = Kürtçe metni Türkçe'ye çeviren: [[Kullanıcı:Kibele]] ile [[Kullanıcı:Justinianus]] | notlar = Selahattin Demirtaş'ın, Kobani Davası'nın Sincan Cezaevi Kampüsü’ndeki Ankara 22'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmasında yaptığı savunması. Çeviri metnin lisansı aşağıdadır.}} ==25 Aralık== {{Sütun-başla}} {{Sütun-2}} '''Kürtçe:''' Rêhevalên me yên heja ez we hemûyan yek bi yek ji dil û can silav dikim. Hêvîdar im ku hûn hemû baş û silamet bin. Ji 7 salan zêdetir e ez girtî me lê ev cara yekemîn e, mafê parastinê didin min. Heya îro di lêpirsînan de carinan bi hin sedemên din ez axivîm. Cara yekemîn e ez ê rasterast parastina xwe bikim. Ez parastina xwe li hemberî heyeta we nakim. Ji ber ku hûn parçeyekî vê êrişê ne. Lê ez parastina xwe ji bo gelê xwe ji bo dîrokê dikim. Ez heyeta we nas nakim. Ev doza li hemberî me hatiye vekirin dozeke siyasî ye, car caran ez ê jî parastina siyasî bikim. Ev tolhildan û dozeke siyasî ye. We em ji bo berjewendiyên xwe dîlgirtine. Îro jî zarokên vî welatî di şer de tên kuştin. Em di xem û kedera van zarokan de ne. Em dikarin bi siyasetê pêşiya van kuştinan bigirin û rêya vê jî di rakirina tecrîdê re derbas dibe. Lazim e ku civaka Tirkiyeyê dengê xwe li hemberî vî şerî bilind bike. Divê Tirk û Kurd ji bo çareseriyê û aştiyê dest bidin hev. Em siyasetmedarên baweriyê ne û em ji bo çareseriyê dixebitin. Lewma em hatin dîlgirtin û di cihê xwe yê germ de biryara şer didin. Divê gelê Tirkiyeyê bibîne ka kî şer dixwaze û pêşî li van mirinan vedike. Ev dosya siyasî ye û hîna ku darizandin bi dawî nebûye we em sûcdar îlan kirine. Hemû mafên mirovan hatin binpêkirin. Hevalên me yên dilgirtî xizmên xwe wenda kirin û nehiştin vê êşê parve bikin. Hin xizmên me di rêyan de jiyana xwe ji dest dan. We di zelzeleyan de girtî di girtîgehan de hiştin. Zarokên me ji me dûr mezin bûn. We zanibû ku em bêguneh in lê dîsa jî we em di girtîgehan de hiştin. We dest ji mirovahiyê kişandiye ger wisa nebûya we çawa dikaribû ev yek bikira? Yên ku vê yekê kirin parçeyek jî ji mirovahiyê para xwe nestandiye. Ev xirabiya we çiqas serê we xwar kiribe, serê me jî bilind kiriye. Em dizanin ku we biryara xwe daye, ferman hatiye dayîn. Lê biryara we çi dibe bila bibe tu hikmê wê ji bo me û ji bo gelê me tuneye. We nekarî serê me bitewînin. Ez nahêlim ku hûn biryarê li ber çavê min bixwînin. Wesiyeta min ji bo zarokên min re, ji hevala min Başak re ye. Dema biryar hate aşkerakirin bila li hewşa mala min bi dahol û zirneyê pîroz bikin. Em dev ji doza xwe bernadin. Ez ji gelê xwe lêborînê dixwazim, ji heval û hogirên xwe yên ku hêviyên xwe bi me ve girê dane lêborînê dixwazim. Me nikarî em wan hêviya pêk bînin. Lê ez soz didim; di pêşengiya partiya me DEM Partî’yê de ez ê têkoşîna xwe bidomînim. Ez serkeftinê ji DEM Partî’yê re dixwazim û ji Hevserokên me Tuncer Bakirhan û Tulay Hatimogulları re serkeftinê dixwazim. Ev doz çop e, ev doz li ser neyartiya Kurd û Kurdistanê hatiye avakirin. Ez ê ispat bikim ku ev dosya çop e. Ez ê van îdiayan yek bi yek vala derxim û ez ê behsa pirsgirêka Kurd bikim da çi ye. Mafê Kurdan heye ku wekî her miletekî li ser axa xwe bi çand, ziman û nasnameya xwe bi awayekî azad bijî. Divê maf û azadiyên gelê me di makezagonê de bê nasîn. Rêya çareseriyê Birêz Ocalan e û heya niha gelek caran birêz Ocalan daye nîşan ku ji bo vê yekê helwdaneke mezin daye. Ez hevalên ku îro li girtîgehan ji bo azadiya Ocalan di greva birçûbûnê de ez hemûyan silav dikim. Partiya me DEM Partî di çareseriya pirsgireka Kurd de muhatab e. Ez hevdîtina dewletê ya bi Birêz Ocalan re rast dibînim û piştgirî didim çareseriya demokratîk. Ez muhatabiya partiya me û gelê me diparêzim. Yên ku îradeya partiya me û gelê me nas neke ez jî wan nas nakim. Em amade ne, tişta ku ji destê me tê em ê bikin. Kesê ku vîna min û nûnertiya gel nas nake ez jî wan nas nakim. Ez tu car serî li ber vê nêzikatiyê serî natewînim. {{Sütun-2}} '''Türkçe:''' Sevgili dostlarım, hepinizi tek tek yürekten selamlıyorum. Umarım hepiniz iyi ve güvendesinizdir. Yedi yılı aşkın süredir cezaevindeyim ama ilk defa bana savunma hakkı veriyorlar. Bugüne kadar bazen başka sebeplerden dolayı sorgulamalarda konuştum. İlk defa kendimi doğrudan savunacağım. Kendimi heyetinize karşı savunmuyorum. Çünkü siz bu saldırının bir parçasısınız. Ama tarih adına halkım adına kendimi savunuyorum. Heyetinizi tanımıyorum. Aleyhimize olan bu dava siyasi bir davadır, ben de kendimi siyasi olarak savunacağım. Bu bir intikam davasıdır ve siyasi bir davadır. Bizi kendi çıkarlarınız için esir aldınız. Bugün bile bu ülkenin çocukları savaşta öldürülüyor. Bu çocuklar için endişeleniyoruz. Bu cinayetleri siyaset yoluyla önleyebiliriz, bunun yolu da tecridin kaldırılmasından geçer. Türk toplumunun bu savaşa karşı sesini yükseltmesi gerekiyor. Çözüm ve barış için Türkler ve Kürtler el ele vermelidir. Biz inançlı siyasetçileriz ve çözüm için çalışıyoruz. Bu yüzden yakalandık ve sıcak yerimizde savaşmaya karar verdik. Türkiye halkı kimin savaşı istediğini görmeli ve bu ölümlerin önüne geçmelidir. Bu siyasi bir dava ve siz yargılama bitmeden bizi suçlu ilan ettiniz. Tüm insan hakları ihlal edildi. Dostlarımız yakınlarını kaybetti ve bu acıyı paylaşmalarına izin verilmedi. Bazı yakınlarımız yollarda hayatını kaybetti. Depremlerde mahkûmları hapishanelerde tuttunuz. Çocuklarımız bizden uzakta büyüdü. Masum olduğumuzu biliyordunuz ama yine de bizi hapishanelerde tuttunuz. İnsanlığa dokunmasaydınız bunu nasıl yapardınız? Bunu yapanlar insanlıktan bir parça bile alamadılar. Bu kötülüğün, senin başını eğdirdiği kadar, bizim de başımızı kaldırdı. Kararını verdiğinizi, emrin verildiğini biliyoruz. Ama kararınız ne olursa olsun bunun bize ve halkımıza hiçbir etkisi yok. Bizi yenemezsiniz. Kararı yüzüme okumanıza izin vermeyeceğim. Çocuklarıma ve Başak'a vasiyetimdir. Karar açıklanınca evimin avlusunda davul ve zillerle kutlama yapsınlar. Davamızdan vazgeçmeyeceğiz. Halkımdan özür diliyorum, bize umut bağlayan dostlarımdan, meslektaşlarımdan özür diliyorum. Biz bu beklentileri karşılayamadık. Ama söz veriyorum, mücadelemi partimiz DEM Parti'nin öncülüğünde sürdüreceğim. DEM Partisi'ne başarılar diliyorum, Eş Başkanlarımız Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları'na da başarılar diliyorum. Bu dava çöptür, bu dava Kürt-Kürdistan düşmanlığına dayanmaktadır. Bu dosyanın önemsiz olduğunu kanıtlayacağım. Bu iddiaları tek tek çürüteceğim ve Kürt sorununu konuşacağım. Kürtlerin de her millet gibi kendi topraklarında, kendi kültürüyle, diliyle, kimliğiyle özgürce yaşama hakkı vardır. Halkımızın hak ve özgürlükleri anayasada tanınmalıdır. Çözümün yolu Sayın Öcalan'dır ve Sayın Öcalan bunun için büyük çaba sarf ettiğini defalarca göstermiştir. Bugün cezaevinde olan ve Öcalan'ın özgürlüğü için açlık grevinde olan tüm dostlarımı selamlıyorum. Partimiz DEM Parti Kürt sorununun çözümüyle ilgileniyor. Ben devletin Sayın Öcalan ile görüşmesini doğru buluyorum ve demokratik çözümü destekliyorum. Partimizin ve halkımızın muhatabını koruyorum. Partimizin ve halkımızın iradesini tanımayanları tanımıyorum. Biz hazırız, elimizden geleni yapacağız. Benim irademi ve halkın temsilini bilmeyeni ben de tanımıyorum. Bu yaklaşıma asla boyun eğmiyorum. {{Sütun-sonu}} --------------- Daha önce kısmen savunma yapma imkânı buldum. 3 yılı aşkın süre yargılandığım tek sanıklı dosyada 40'ı aşkın fezlekeden yarısı anca tamamlanmışken Dosya 22. Ağır Ceza Mahkemesi ile birleştirildi. Burada ben, Figen Başkan ve Sebahat Başkan sorgularımız bile yapılmadan esasa ilişkin mütalaaya geçildi. Dolayısıyla 7 yıldır tutuklu olmamıza rağmen ilk defa savunma yapıyorum, ilk defa suçlamalara cevap verme fırsatı buluyorum. Çünkü bugüne kadar yapılan savunmalar ya tutukluluk incelemesi ya da suçlamalara cevaptı. Orada kısmen suçlamalara cevap vermiştim. 7 yıl 2 ay buldu tutukluluk süremiz. Meydanlarda yargılandık, televizyonlarda yargılandık, Meclis kürsüsünde yargılandık, hakkımızda hüküm verildi. Her birimiz ayrı ayrı ‘terörist’ olarak ‘barbar’ gibi gösterildik bugün bile cenaze törenlerinde hâlâ bizlere hakaret ediliyor, hâlâ ‘terörist’ olarak gösteriliyoruz, ama 7 yıldır ilk defa bana doğrudan savunma hakkı verildi. Bunun bilinmesi lazım, sorgu hakkımız bu heyet tarafından gasp edildi, diğer arkadaşlarımız uzun konuştular diye sorgumuzdan vazgeçildi. Savunmama başlayacağım ama kaç gün sürer bilmiyorum. En hızlı şekilde savunmamı toparlamaya çalışıyorum ama savunmamı size vermiyorum. Ben savunmamı mahkemenize yapmıyorum, halkımıza sunuyorum. Çünkü siz de bu davanın bir parçasısınız. Onurlu bir görevi üstlenmiş siyasetçiler olarak halkımıza verdiğimiz özeleştiri olarak konuştuk, konuşacağız. Savunmam ne kadar sürer bilmiyorum. Ama 42 ayrı fezleke 19. ACM'den bu dosya ile birleşti. 42 ayrı suçlama orada var. Burada da Kobanî Davası adı altında binlerce suçlama var. 9 yıldır sürdürdüğünüz kumpasa ben kaç günde cevap veririm bilmiyorum. Bir masa dolusu binlerce savunma evrakı 7 yıldır yaptığım hazırlıklardı. Bugüne kadar savunma imkânı bulmadık. Mahkeme savunma hakkımı kesmediği sürece bütün suçlamalara cevap vereceğiz. Ama mahkemeniz bu kadar savunma yeter biz daha fazla savunma hakkı tanımıyoruz derse mikrofon sizde ben de bitirmiş olurum. Davanın bağlantılarını ortaya koyacağım. Herkes şunu bilmeli ki hakkımdaki suçlamaların tamamı yaptığım konuşmalardır. Herhangi bir gizli faaliyet veya çalışma ile suçlanmıyorum. 8 yıl 15 yıl önce yaptığım miting konuşmaları dışında tek bir delil dosyamda yoktur. Bu arkadaşlarımın tamamı için geçerlidir. Ben kendi savunmamı yaptığım için tekil konuşuyorum. Arkadaşlarım zaten belirttiler. Bu bir siyasi intikam davasıdır. Biz siyasi amaçlar için rehin alınmış siyasetçileriz. Bugün başlayacak ve günlerce sürecek savunmamda mecburen bu konuşmalarımı anlatacağım. Çünkü savcı beni başka bir şeyle suçlamıyor, suçlayamıyor. Zaten tüm siyasi faaliyetlerim halkın gözü önünde gerçekleşen yasal faaliyetler olduğundan konuşmalar dosyaya konulmuş durumda. Bakın bugün ülkenin evlatları çatışmalarda hayatını kaybediyor bu ölümleri durduramadığımız için biz kahroluyoruz. Fakat iktidar devlet el ele verip bizim gibi barış isteyenleri hapse atıp savaş politikalarından medet umuyor. Bu tam bir ikiyüzlülüktür. Acıları ortaklaştırmak yerine bugün timsah gözyaşı döken iki yüzlülerdir. Bu savaş artık bitmelidir, silahlar tümden devre dışı kalmalıdır. Bunun da yolu siyaseti öne çıkarmaktır. Tecride son verip diyalog yöntemlerine dönmektir. Müzakere ve diyalogdan kaçanlar bu ölümlerin sorumlusudur. Kendi siyasi ikbali için silahtan savaştan medet uman her siyasetçi ikiyüzlüdür. Halkın evlatlarının kanı üzerine kendisine iktidar alanı yaratanlar ahlaktan nasibini almamış vicdansızlardır. Türkü’yle, Kürdü’yle bugün Türkiye toplumu barış için sesini yükseltmelidir. Sizi milliyetçilik galeyanıyla gaza getirenlerin bir eli yağda bir eli baldayken evlatlarınızı savaşa göndermekten geri durmuyorlar. Bu gidişata dur diyecek olan sadece ve sadece yoksul halktır. Türk ve Kürt el ele verirse ‘savaşa karşıyız’ diyebilirse birlikte ve kardeşçe yaşamak çok daha mümkün olabilir. Huzuru sağlamak, demokrasiyi büyütmek çok daha kolay olur. Biz barış isteyen demokratik çözüme inanan siyasetçileriz. Sırf bunu istedik diye yıllarca rehin tutulmamıza rağmen halen içeriden barış diye haykırıyoruz. Ülkeyi yönetenlerde oturdukları sıcak yerden her gün savaş kararları veriyorlar. Türk halkının bu ikiyüzlülüğü artık görmesi gerekiyor. Kimin savaş kimin barış istediğini anlaması gerekiyor. Filistin’de barışı savunurken kendi ülkesinde barış isteyenleri içeri atmak tecrit uygulamak iki yüzlülük değilse nedir? Biz her koşulda ilkeli davranmaya barışı savunmaya devam edeceğiz. Bugün Türkiye evlatları için ağlıyorsa dönüp siyasetçilerden hesap sorma vaktidir. Sıcak koltuklarından operasyon kararı verirken -20 derecede operasyona gönderdikleri gençlerin sırtına Kürt sorununu yükleyenlerden hesap sorulmalıdır. 20-22 yaşında genç çocukların toprağa verilmesini acısını biz yaşarken bizi teröristlikle katillikle suçlayan bütün iktidar yanlısı olanlar bu kandan beslenenlerdir. Hayatlarında barış sözcüğünü ağzına almadan 5 dönem milletvekilliği yapan parlamenterler var. Türkiye’nin en zengin milletvekilleri onlar. Süleyman Soylu dün Sırrı Sakık’a ‘Ne savaşı bu terörle mücadeledir’ demiş. Bunun adı savaştır savaş. Bu savaş değilse iç hukuku hatırlatırım. Polis yetki TSK yetki kanununda operasyonların nasıl yapılacağı bellidir. Operasyona girmeden önce velev ki bir silahlı mukavemet olursa ne yapılacağı bellidir yasada. Teslim ol çağrısı yapılır. Teslim ol çağrısına karşılık silahla karşılık verirse bölge güvenlik altına alınır, yasada bunlar yazıyor. Yasaya göre böyle yapılır. Buna rağmen ısrar ederse öncelikli olarak sağ yakalamak için operasyon yapılır. Sivil halkı tehlikeye atmayacak şekilde gerektiğinde etkisiz hale getirilir. İç hukuk böyle söyler. Ne yapılıyor? İHA ve SİHA ile infaz yapılırken F-16 ile bombalarla öldürülürken teslim ol çağrısı mı yapılıyor? Yok! Doğrudan Cenevre Sözleşmesi’ne tabiidir. Soylu, sen bunu bilmiyor musun? Bunun adı savaş hukukudur. Savaş hukukuna uyulması lazım. Herkesin uyması lazım savaş hukuku budur işte. Biz savaşa kökünden karşıyız, bu çatışmalar oluyorsa bunun adı savaştır ve herkes bu hukuka uymalıdır. En onurlu görevimiz savaşa son vermektir, çatışmaları bitirmektir. Türkiye’de birlikte huzur içinde yaşayabileceğimiz koşulları oluşturmaktır birinci görevimiz. Burada gördüğünüz siyasetçilerin hepsi barış için mücadele etmişlerdir. Bugün milletvekillerimizi suçlayanlar bu ülkede barış olsun diye bir dakikalarını harcadılar mı? Tırnaklarını bile feda etmediler. İYİ Parti, MHP, AKP milletvekilleri ki bir kısmını tenzih ediyorum, çoğu büyük işadamı. Büyük yatırımları var. Lüks çiftliklerde oturuyorlar. Lüks arabalarının haddi hesabı yok. Siz savaş kararı alırken evlatlarınız mı Xakurk’ta Zap’ta nöbet tutuyor? Gönderin bakalım evlatlarınızı. Bir gönderin bakalım evlatlarınızı, gönderin bakalım bu kadar rahat savaş çığırtkanlığı yapabilecek misiniz? Bizim içimiz yanıyor. Ben defalarca söyledim. Dün toprağa verilen 12 asker benim kardeşimdir. Bu ülkenin yoksul halkının evlatlarıdır. Keşke barışı sağlayabilsek, onlar yaşayabilselerdi. Sorumluluk bizdedir. Biz ahlaken kendimizi sorumlu görüyoruz. Kabul etmiyoruz bunu. Şu salonda olanlar parlamentoda olan temsilcilerimiz barış için ne yapılması gerekiyorsa hazırdırlar. Ağzını açan katliamdan, son terörist kalıncaya kadardan bahsediyor. 50 yıldır sürüyor bu teraneler, 50 sene oldu bu teraneler 50 sene. Bir şehit yakını dün ‘yeter’ diye bağırıyordu. Haklı yeter artık kimi kandırıyor bunlar. Hem bu gençlerin yaşamının sorumlusu olacaklar hem de pişkince dönüp DEM Parti’yi suçlayacaklar. Sorumlu sizsiniz, operasyonlara gönderen sizsiniz. DEM Parti günlerdir ne öneriyor? 20 yaşındaki çocukları dağa gönderip öldürmeye göndermeyin diyor DEM Parti. Kolay basit bir yolu var, maliyeti en düşük en onurlu yolu var diyor, meydanlarda yürüyüş yapıyor. Ama polis gazlıyor, copluyor, tutukluyor. Dün DEM Parti Gençlik Meclisi üyelerinin gözaltına alınmasını hatırlata Demirtaş, “DEM Parti ‘askerleri ölüme göndereceğinize gelin tecridi kaldırın, Abdullah Öcalan ile görüşülsün’ diyor. Bunun neyi onur kırıcı? Neyi yasaya aykırı? Neyi gayrı meşru? Buna kulak verip bunlar ne diyor dinleyelim demek yerine bunu söyleyen terörist, katil. Meclis’te oturup trilyonluk ihaleleri götürüp akşam eğlencede mikrofonu uzatınca da milliyetçi öyle mi? Hadi oradan! Bizi burada yargılayan zihniyete de sesleniyorum. Asıl savaşın sorumlusu sizsiniz, dün toprağa verilen 12 evladın sorumlusu sizsiniz. Biz değiliz, partimiz değil, siyasetimiz değil, biz barış siyasetçileriyiz. Barış nasıl olacakmış efendim, teslim olunacakmış! Teslimiyetin adı ne zamandan beri barış oldu. Teslimiyet teslimiyettir. Biz teslim olacakmışız! Neye? Türk’ün resmi ideolojisine. ‘Hepimiz Türk’üz, anadilimiz Türkçe’dir’ deyince sorun çözülecekmiş. Diyelim onların bahsettiği barışı biz de teklif edelim. Teklif ediyorum; İYİ Parti, AKP, MHP liderlerine ben de onların teklif ettiği şeyi teklif ediyorum. ‘Kürdüm’ deyin bu mesele çözülsün. Böyle olur mu? Böyle bir onursuzluk kabul edilebilir mi? Onurlu barış dediğimiz Türkün, Kürdün, Alevinin, sünninin özgürce yaşadığı barış ortamıdır. Karmaşık bir olay değil evet 50 yıldır kan dökülüyor. Neredeyse 150 yıldır Osmanlı’dan beri devam eden isyanlar var. Araya kan girmiş, öfke var, intikam duyguları var. Bu da bir realite. Fakat bunu kaşımak yerine acıları ortaklaştırmak gerekirken bugün barış diyeni linç eden, barış diyen akademisyeni görevden alan, gaz diyen cop diyen bu siyasetle sonuç bu oluyor. Bu acı sonuçlar ortaya çıkıyor. Kimse bizi suçlamasın. Türkiye toplumuna sesleniyorum, zerre kadar ahlaki değeri olanlara sesleniyorum. Aydın'da Manisa'da konuşma yaparken suçlandığım şeylere cevaben de söylüyorum; biz birlikte yaşayalım diye uğraştık. Silahlar sussun diye uğraştık, bu ülkede kan akmasın diye uğraştık. 7 yıldır bunun için burada hapisteyiz, hâlen barış diyoruz. Arkadaşlarımızın annesi babası kardeşi vefat etti, taziyelerine 1 saat gitti geldiler, acılarını hücrede yaşadılar. Pandemide bizi ölüme terk ettiniz. Depremin acısını burada yaşadık. Bunların hepsini siz yaptınız. Ailelerimiz kaza geçirdiler, benim annem sakat kaldı. Benim annem sakat şu anda, tekerlekli sandalyede, buraya gelemiyor. Cezaevi yollarında kaç aile kaza geçirdi? Neler yaşatmadınız ki bize? Ne diyoruz 7 sene sonunda söz alan her arkadaşımız gibi barış diyoruz. Dalga mı geçiyorsunuz, bunu diyenler, terörist ezeceğiz bitireceğiz diyenler vatansever? Böyle bir iki yüzlülüğü kabul etmiyoruz. Savunmalarımda altını çizeceğim tüm konuşmalarda yıllarca bunu savunduk. Partim adına bunu savunmuşuz. Çözümü savunmuşuz. İleri sürdüğünüz suçun infazından daha fazla bizi cezaevinde tuttunuz. Daha yargılama bitmeden bizim örgüt üyesi olduğumuza karar verdiniz. Burada cezaevinde duyuyorum, kimse ile temasımıza izin verilmiyor ama duyuyoruz. Cemaatten yargılayıp 6 yıl üç ay verdiğiniz örgüt üyeliğinden kişiler 2 yıl önce cezalarını bitirdiler tahliye oldular. Örgüt üyeliğinden hükümlerini bitirdiler, biz 7 yıldır tutukluyuz. Buradakilerin hepsini daha siz yargılama başlarken örgüt üyesi olarak kabul ettiniz. Şu an bize örgüt üyeliği cezası vermeniz lazım ki yattığımız karşılansın. Bizi yargılamadan önce fiilen uygulamanızla bizi örgüt üyesi ilan ettiniz. Bu sizin kesinlikle oyunuzu açıklamanız demektir, bu önyargıya işaret eden en somut delildir. 7 yıl tutukluluk, yasada bile 7 yılı aşamaz diyor. Gültan Hanım, Sebahat Hanım için 'birleşen dosya' dediniz. Birleşmiş dosyayı tek dosya yapın, basit hukuktan bahsediyorum. Ama yasanın açık hükmüne rağmen 7 yıllık tutukluluğu rahatlıkla aştınız. Bize hâkim taklidi yapmaya devam ediyorsunuz, bunu kabul etmiyoruz. Ve bu 7 yılda binlerce hukuksuzluğa imza attınız. Bunların toplumsal sonuçlarını da anlatacağım. Siz güya bizi cezalandırırken sebep olduğunuz toplumsal felaketi anlatacağım. Bu süre zarfında kumpasta imzası olan AYM üyesi dahil yargıdaki tüm cübbelilerle tüm insani değerleri çiğnediniz. Dosyaya sahte delil koyarak bizim suçsuz olduğumuzu bilerek yalancı tanık ekleye ekleye kasten yaptınız. Her gün bu salondan çıkıp çocuklarınıza sarılırken ne düşündünüz bilmiyorum. Ancak bu kötülükleri yapabilecek kadar insani değerlerden uzaklaşmaktan içiniz rahat mı? Sadece bunu meydanlarda bizi suçlayanlar, idam sloganları atanlar, insanlıktan nasibini almamış vicdansızlardır. Bize gelince 7 yıldır vicdanınız rahat, suçsuzluğumuzdan emin bir şekilde en yüksek ahlaki değerleri onuru temsil etmeye devam ediyoruz. Yaptıklarınız bizi yüceltti. Artık davanın kumpasın karar aşamasındayız, kararı açıklamak için sabırsızlandığınızı biliyoruz ancak açıklayacağınız karar ne olursa olsun bizim halkımızın tarihin vicdanında yok hükmündedir. Bu irade savaşında bize boyun eğdiremediniz. Siz kötülükle kararmış kalpleriniz ile baş başa kalırken biz halkımızın vicdanında aklanarak hatırlandık hatırlanıyoruz. Vereceğiniz kararı yüzüme okumanıza fırsat vermeyeceğim. Kararı kendi kendinize okuyacaksınız. Eşime aileme kızlarıma tüm halkıma vasiyetimdir: Karar açıklandığında halaylarla, coşkularla karşılamalısınız kararı çünkü biz burada öyle karşılayacağız. Bundan taviz verip onursuzca yaşamaktansa ölmeyi tercih ederiz. Zorlu bir mücadeleyi eksikliklerimiz ile sürdürmeye çalıştık. Bu süre zarfında elbette eksiklerimiz hatalarımız oldu. Tüm gücümüzü kullanmamıza rağmen istediğimiz başarıyı henüz sağlamış değiliz. Kendi adıma bundan dolayı tüm halkımızdan özür diliyorum. Karamsarlığa sebep olduğumuz tüm halkımızdan özür diliyoruz. Bundan sonraki süreçte partimiz DEM Parti’nin öncülüğünde daha fazla çalışıp mutlaka başaracağımıza inanıyorum. Şunun da bilinmesini isterim, burada sabırla büyütülmüş siyasi mücadelenin sonuçları çok başka olabilirdi. Ancak her şey bizim elimizde değildi. Küresel ve bölgesel güçlerin, içerideki karanlık güçlerin oyunları bu sonuçlar üzerinde etkili oldu. Bunun önüne geçmeye gücümüz yetmedi. Elbette pes etmedik, sadece tökezledik, hızla toparlandık ve yürüyüşümüze devam ettik. Bu vesileyle DEM Parti’ye başarılar diliyorum, arkadaşların yolu açık olsun. Eş Genel Başkanlarımız Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları’na başarılar diliyorum. Aynı duygularla Selçuk Mızraklı’nın selamlarını iletmeyi borç biliyorum. ---- Ben bugün bunları aynen savunuyorum. Yargılanmamızın ana nedeni Kürt siyasetçiler olmamızdır. Kürt olmayanların da Kürtlerle dayanışma göstermesidir. Türk devleti ırkçı ve milliyetçi amaçlarla sırf Kürt olduğumuz için yargılanıyoruz. Türk ırkçı ideoloji ve tezlerine boyun eğmediğimiz için yargılanıyoruz. Kürdistan bizim anavatanımızdır, Kürdistan’ı işgal edemezsiniz, yok edemezsiniz dediğimiz için yargılanıyoruz. Bu salonda bizim şahsımızda Kürt ve Kürdistan gerçeği mahkûm edilmek isteniyor. Bunun dışındaki siyasi amaçları, referandum ve seçimleri kazanmak, tek adam rejimini meşrulaştırmak için bizi hapiste tutmaktır. Ben Kürdüm, anavatanım Kürdistan’dır, her iki kimliğim onurdur, kimse bu değerleri yargılayamaz. Hukuki açıdan milyonlarca belge için söylenebilecek tek bir kelime vardır: Evet bu davadaki hukuki açıdan söylenebilecek tek şey şudur, bu dava çöptür. Savunmam boyunca bu davanın siyasi olduğunu ve davanın çöp olduğunu ispatlayacağım. Ayrıca savunmam boyunca Kürt sorununun nasıl çözülebileceğini ve mutlaka çözülmesi gerektiğini de anlatacağım. Çünkü bu doğrultudaki faaliyetlerimiz de yargılama konusu. Kürt sorununu kısaca tanımlayıp çözüm önerilerimi sunmak istiyorum, daha sonra bunları uzun açacağız. Kürt halkının, anavatanı olan Kürdistan’da diğer halklar gibi kendi dili kimliği ile yaşama hakkı vardır. Bu hakkın silah, imha, inkâr yoluyla elinden alınmış olması, bunun adı Kürt sorunudur. Bu sorun nasıl çözülür, bizim önerdiğimiz yöntem müzakeredir. Yeni bir Anayasa ile Kürtlerin tüm haklarının garanti altına alınması gerekiyor. Kürt halkının tüm hakları gözetilerek İmralı’da hukuksuzca tecrit altında tutulan Öcalan müzakerenin tarafıdır. Silahların terk edilmesinin yolunun Sayın Öcalan ile müzakereye bağlı olduğu, devletin de bir çok defa hakkını teslim ettiği bir hakikattir. Sayın Öcalan çözüm için önemli rolü olmuş, bundan sonra da olacağına inandığım bir hakikattir. Kürtlerin politik taleplerini temsil eden parti meşru muhataptır, en etkili aktördür. Bu vesileyle Kürt sorununda demokratik çözümün inşa edilmesi için İmralı’daki tecride son verilmesi gerekmektedir. Açlık grevi yapanları da selamlıyorum. Ayrıca Kürt sorununa dair demokratik çözüm perspektifine sahip tüm Kürt siyasi partileri çözümde taraftır, muhataptır. Sorunun açıkça şeffafça tartışılacağı ve çözüleceği yer parlamentodur. Tüm partiler Kürt sorununun çözümünde taraftır. Bu gerekçelerle TC devletinin son Kürt isyanını barış içinde sonlandırmak için Sayın Öcalan ile görüşmesini destekliyor, savunuyorum. DEM Parti’nin halkı temsil etme hakkını ve meşru muhataplığını savunuyorum. DEM Parti’yi kabul etmeyen kim varsa ben de onları tanımıyorum. Benim irademi, halkı temsil hakkımı tanımayanı ben de tanımıyorum. Benim iradem bana aittir. Bizim de Kürt sorununun çözümü konusunda sunabileceğimiz ciddi katkılar vardır. Bunun için elimizden geleni yapmaya hazırız, elimizden geldiğince bunu yaparız, amacımız bir arada eşitçe yaşamaktır. Buna saygı duyulması da uğruna mücadele ettiğimiz radikal demokrasinin vazgeçilmezidir. Beni yok saymaya, yok etmeye, yalan kumpaslarla tasfiye etmeye çalışanlara şunu söylüyorum; ben demokrasi ve barışı savunan herkesin dostuyum ve yanındayım. Bunu kabul etmeyen hiç kimseyi tanımayacağımı açıkça ilan ediyorum. Savunmamın tamamını halka hitaben yapıyorum çünkü karşımızda tarafsız bağımsız bir yargılama heyeti yok. Maalesef bu yok, keşke bu olsaydı, hukuk yargılasaydı, gereğini yerine getirseydiniz. Nasıl yürüyor işler? MİT'in, sarayın talimatıyla İçişleri Bakanlığı eliyle hazırlanan dosya sizin önünüzde bir ceza dosyası olarak duruyor. Siz şunu yapsaydınız; “böyle bir dava, yargılama, suçlama olmaz, bu açık kumpasa alet olmayız” deseydiniz, Türkiye’de tarihin gidişatını değiştirirdiniz. Zerre kadar hukuk değerlerine, etik değerlerine sahip çıksaydınız iki tane protesto çağrısı tweetinden ve siyasi içerikli konuşmalardan dolayı, ‘bir partinin eş genel başkanlarını, milletvekillerini, MYK üyelerini 37 kez ağırlaştırılmış müebbet ve binlerce yıla varan hapis cezası ile yargılamayı hakaret sayarız’ deseydiniz, Türkiye’nin kaderini değiştirirdiniz. Bırakın iddianame hazırlamayı, soruşturma açmayı bile kabul etmemeniz gereken bir dosyada siz 7 yıl kesintisiz tutuklu yargıladınız. Talimatların nasıl geldiğini bilmiyoruz ama televizyonlardan mitinglerden açık açık yapıldığını gördük. Bir emsal var. Yakın zamanda gerçekleşti. Can Atalay Yargıtay AYM krizinde gerçekleşti. Neydi? Bir tane Cumhurbaşkanı başdanışmanı eski Prof.Dr İzzet Özgenç “sayın cumhurbaşkanı değerli ağabeyim” diye kaleme aldığı mektubu ve bilgi notunu kamuoyu ile paylaştı. Biz böylece bu tür davalara nasıl müdahale edildiğini de Prof.Dr. İzzet Özgenç’in mektubundan öğrenmiş olduk. Ne demiş İzzet Özgenç? Yıkama yağlama kısımlarını atlıyorum. AYM yetkileri Yargıtay'ın yetkileri ne yapılması gerektiğini cumhurbaşkanlığına anlatmış fakat bilgi notu ilginç. Diyor ki; ‘Can Atalay 14 Mayıs tarihinde milletvekili seçilmiştir, bu süreçte Yargıtay ilgilileri ile görüşerek milletvekili seçilmesi halinde bir dokunulmazlık tartışması yaşanacağından bahisle bu kişi hakkında verilen mahkûmiyetin, temyiz hükmünün bir an evvel gerçekleşmesi için görüş alışverişinde bulundum. Cumhurbaşkanı başdanışmanı, ‘Yargıtay ile görüştüm, temyiz hükmünün tamamlanmasını istedim’ diyor. Kendisi yazmış iddia değil, hâlen basında duruyor. ‘Yargıtay beni dinlemedi’ diyor. ‘Hükmünü hemen onaylamadı, o da milletvekili seçildi.’ Mealen anlatıyorum. Bu Yargıtay postunda oturan adam diyor, ona takmış, başka şeyler düşündü, dikkate almadı ve bu krize sürükledi. Bakın Yargıtay 3'üncü Ceza Dairesi kim? Bizim dosyamızın önüne gideceği, dosyamızı inceleyecek daire. Şimdi bu 3’üncü daire ile cumhurbaşkanı başdanışmanı rahatlıkla görüşme yapıyor. Yargıtay dosyayı oraya göndermiş. Sonra aynı günün akşamı Sayın Efkan Âlâ ve Hayati Yazıcı ile bir araya gelerek ‘durum değerlendirmesi yaptık’ diyor. Yazıcı ve Âlâ dosyanın avukatları mı? İktidar partisinin genel başkan yardımcıları. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yargıtay’ın verdiği Can Atalay kararını bir partinin iki genel başkan yardımcısı ile bir araya gelip değerlendirdik diyor. Sonra diyor; ‘şöyle bir intiba uyandı; bu kararın dairenin kendi inisiyatifi ile verilmiş bir karar olamayacağını ifade ettim. Yargıtay başkanı tarafından inisiyatif konularak bu kararın geri alınmasının sağlanmasını kendilerine izah ettim.’ Kime? Hayati Yazıcı ve Efkan Âlâ'ya. Hayati Yazıcı, Efkan Âlâ’nın Yargıtay kararını geri aldırma gücünden bahsediyor. Bu arada ‘Sayın Cemil Çiçek ile görüştüm’ diyor. Düşüncelerimi kendisine arz ettim. Sonra diyor Numan Kurtulmuş'a gönderdim bu notları, ‘düşürme’ dedim milletvekilliğini. Mehmet Uçum'dan da bahsediyor. Burada da bizim Memo’yu kastediyor, Mehmet Uçum. Kendisi hukukçu değil kendi aramızda öyle diyoruz. Saçmalıkla malul bir açıklama yapmış. ‘Yargıtay Başkanının başkanlık görevlerini yerine getirmemiştir, AYM'yi töhmet altında bırakan açıklamalar yapmıştır’ diyor. Mehmet Uçum ve Yargıtay Başkanı bilgisi dahilinde Yargıtay 3’üncü Dairesi, AYM kararını tanımama kararını vermiştir. İnsanın tüylerinin diken diken olması gerekiyor normal bir ülkede. Fakat Türkiye’de normal, çok kişinin haberi bile olmadı bundan. Ve ‘Yargıtay başkanlığı postuna oturan kişi bilimsel içeriği olduğuna bakılmaksızın muhabbet duyduğu kişilerin protokol dışı davetlerine intikal etmezken hukuk bilimi alanında düzenlenen toplantılara Yargıtay üyelerinin katılmasına müsaade etmemiştir’ diyor. Yani Yargıtay postuna oturan kişi Menzil cemaatinin toplantılarına katılırken Yargıtay üyelerinin bilimsel toplantılara katılmasını yasaklamıştır’ diyor. ‘Önümüzdeki aylarda yapılacak Yargıtay Başkanlığı seçimlerinde yeniden aday olmayı planlayan bu kişi siyasi içerikli de olsa bu toplantılara katılmaktan geri durmamaktadır’ diyor. Sonra uyarıyor ve ‘geçmişte Genelkurmay Başkanı’nı terör örgütü lideri olarak içeri attı devlet' diyor 'bunlara dikkat edin’ diyor. Bu karar Yargıtay üyelerinin kendilerinden menkul olarak verdiği bir karar değil. Yargıtay 3’üncü dairesinin talimatlandırılarak bu kararı aldığını ve bunu bildiğini bunu da Cumhurbaşkanlığı’na bildirdiğini söyledi. Şimdi, normalde bu belgeden sonra yargılamanın bitmesi hepimizin evlerine dağılması lazım. ‘Artık bu saatten sonra yargılama yapamayız. Zaten şaibeli bir heyettik. Yargıtay Dairesi de resmen siyasallaşmış bir kurum haline geldi. O nedenle biz ne karar verirsek verelim Yargıtay 3’üncü Dairesi sizi artık tarafsız yargılamayacak’. Çünkü Yargıtay 3’üncü Dairesi ile Efkan Âlâ, Hayati Yazıcı ve Cemil Çiçek ile rahatlıkla görüşebiliyor ve ‘şunu yap bunu yap’ diyebiliyor. Yargıtay 3’üncü Dairesi ve AYM üyeleri ile rahatlıkla görüşen bir zevat sizin gibi bir ACM (Ağır Ceza Mahkemesi) heyetiyle görüştü mü acaba? Yok canım. Koskoca ACM üyeleri. Bunlar ufak tefek yargıtay üyeleridir. Her halde öyle size talimat vermeleri mümkün değil. ‘Siz ACM üyeleri misiniz’ diyelim? Yoksa çok özür dileyerek, kişiliğinizi tenzih ederek bu heyeti zurnanın son deliği olarak bile görmeyen bir iktidara karşı siz direnebilecek misiniz? Direnebilecek idiyseniz bugüne kadar hukuksuzlukları ortadan kaldırmanız lazım. Diyor ki ‘Yargıtay postuna giren adam yeniden seçilmek için cemaatin toplantılarına katılıyor. Mesela beni ve Figen başkanı tutuklayan suç-ceza hâkimi işi bitince Yargıtay üyesi yapıldı. Arada Asliye hakimi, Ağır Ceza Üyeliği, İstinaf Üyeliği ve başkanlığı, sonra da Yargıtay’a doğrudan atadılar. Sulh Ceza Yargıtay üyeliği neden? Çünkü Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş'ı tutuklayan millî kahraman. Yüksel Kocaman ne yapıldı? Yargıtay Cumhuriyet Savcısı yapıldı. İrfan Fidan ne yapıldı? Hızla Yargıtay üyesi. Daha bir dosyanın kapağını açmadı, Yargıtay’da sıfır deneyimi var. Bizzat Yargıtay üyeleri tarafından Anayasa Mahkemesi üyesi seçildi. Neden, çünkü İrfan Fidan da İstanbul’daki bütün kumpas dosyalarının başsavcısıydı. Size ne teklif edildi bilmiyoruz ama şüpheleniyoruz. Siz de bu kadar hukuksuzluğu cesaretle yaptığınıza göre gerçekten bir şey vaat edilmiş olmalı. Size cumhurbaşkanlığı vaat edilmiş olmalı, bu kadar hukuksuzluğu, bu kadar ciddi suçu işlemeniz için Yargıtay üyeliğini kabul etmemelisiniz. Bu dosya ağır dosya, direkt cumhurbaşkanı olmalısınız. Bu dosya öyle bir dosya. Hakkınızı yedirmeyin. Akın Gürlek bana TC tarihinin en yüksek propaganda cezasını verdi. Kemiksiz 4 yıl 8 ay. Niye 4 yıl 8 ay? Hesaplıyorsun, Temmuz 2024 yılına geliyor. O zamana kadar siyasi yasaklı olacağım. Neden 5 yıl değil? 5 yıl olsa Yargıtay’a gidecek. İstinafta kesinleşsin diye 4 yıl 8 ay. Başka kime 4 yıl 8 ay verdi? Canan Kaftancıoğlu, Sırrı Süreyya Önder. Mobil ağır ceza reisi. Avukatlar artık işin trajikomik yanını yapıyorlar. Bunu da mahkeme mahkeme gezdirip ‘şuna ceza ver, buna ceza ver’. Peki bu hukuksuzluklara imza atan bu nezih hukukçu kardeşimiz ne oldu? Önce Adalet Bakan yardımcısı, sonra HSK başkanvekili oldu. Bütün yargı ona bağlı. Bir iddiayı söylemek istiyorum. Kesin yalan diyebileceğim bilgiler de var. Mesela Edirne’deki bir avukat arkadaşımız, ‘o cemaatçi olan mı? Biz 15 Temmuz sonrası nerede tutuklandı diye merak ettik’ dedi. HSK başkan vekili oldu. ‘İftira atma dedim’ kendisini uyardım. ‘Öyle olur mu’ dedim. Böyle bir iddiamız olamaz. Bunu asla kabul etmiyorum demek ki iyi ki hukukçu ki oraya gelmiş! Kimler bizi yargılıyor? Kimler istiyor ki biz süt dökmüş kedi gibi davranalım. Çok istiyorsunuz biliyorum ama olmuyor, içimizden gelmiyor. Mesela cübbelerinizi çıkarın sizinle kıran kırana siyasi tartışma yapalım bu saygılı olur. AKP’yi mi MHP’yi mi savunuyorsunuz, biz partili değiliz Türkiye’yi savunuyoruz diyor musunuz? Buna saygı duyarız. Bizim cübbemiz yok sizin var. Dolayısıyla tartışma hukuk zemininde yürüyormuş görüntüsünü kabul etmiyoruz. Nazi Almanyası'nda örgütlü kötülük ve kötülüğün parçası olan bütün yargı mensupları aynı zamanda vicdanlarını kaybettiler. Ama düşmanına saygı duyarsın. Cenazeler kurda kuşa yem olmasın diye ateşkes ilan edilirdi. Ortaçağdan bahsediyorum. Sene 2023 insan taleplere yanıt verir. İnsanın cezaevinde kardeşinin annesini yitirdiğini nasıldır? Allah hiçbirinize göstermesin diyelim. Şu kadar bir hücrede sıfır iletişiminiz varken, herhangi bir yakınınıza sarılma hakkınız sıfır iken bu arkadaşlarımız bu acıları yaşadılar ve suçsuzdular. O zaman bile tahliye etmediniz, Figen Başkan en son 7 yıldır tutukluydu yakınını kaybettiğinde. Diyemediniz düşmanlık bir yana burada bir insani trajedi var. Gültan Başkanımız, Figen Başkanımız jandarmalar eşliğinde 1 saat gidip yeniden aynı hücreye geri döndüler. Eğer, ‘efendim binlerce sivilimizin katili’ filan diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onların katilleri Meclis’te. Görebilseniz orada. Hepimizin servetini sayarsanız cebimizdeki paradan malınıza, mülkünüze hepimizinkini toplasanız bir tane AKP milletvekilinin servetinin yüzde biri yoktur. Ya da İYİ Partili, MHP’li. Biz böyle insanlarız. 3'ü büyükşehir 10'u il belediyesi olmak üzere 102 belediyenin eş başkanlığını yaptık. Sebahat Tuncel'in evi yok, Gültan başkan krediyle aldı. Ben krediyle aldım. Tek bir yakınımız belediyelerimizden ihale almadı, alamaz da. Biz öyle siyasetçileriz. Bize yapılan bu zulmü acıları vicdanen hissetmeniz lazım. Biz iyi insanlardık, insan kendini övmez, ama biz iyi insanlarız. Kimseye kötülük yapmadık ama siz yaptınız. Benim annem babam cezaevine 100 metre kala kaza geçirdi. Ölümden döndüler, günlerce hastanede kaldılar, sakat yattılar, 10 dakika telefonla görüşme hakkı verdiler. Hâlâ sakatlar. Edirne’ye koymasaydılar beni Ankara’ya koysalardı bu yolları çekmek zorunda kalmazdık. Ama ne yaptınız Osmanlı geleneği, Kürt beylerini Girit'e, Sino'ya, Orta Anadolu yaylalarına, Edirne'ye, İmralı'ya sürdüler. Şimdi de Edirne’ye Kandıra’ya sürüyorlar. Edirne bir sürgün yeri, cezaevi değil. Bize verilen, ‘Kürtleri sürgüne göndeririz’ mesajıdır. Çünkü burada sadece cezaevinde yatmıyoruz, sürgündeyiz aynı zamanda. Sizler Türkiye'de tek adam rejiminin inşasına bu dava vesilesiyle harç taşıdınız. Bunu da severek bilerek isteyerek yaptınız. Size kimse bir şey dayatmadı, 19’uncu Ağır Ceza ve 22. Ağır Ceza da dahil olmak üzere hepiniz yeni bir suç yaratmanın katkısını coşkusunu yaşadınız. Ne yaptınız, ülkenin ekonomik krize sürüklenmesine, yolsuzluğun, talanın normalleşmesine zemin sundunuz. Bir halkın moral ve ahlaki değerlerinin çökmesine neden oldunuz. İşin tuhafı ise bunu islamcı ve milliyetçiler yaptılar. Bu ülkenin pek çok şeyi gibi milliyetçiliği ve dindarlığı da çakmadır. Fakat Türkiye’nin milliyetçiliği ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ diye ahkâm keserken öte yandan kendi milletini ahlaken ve bütün değerleriyle çöktürüyorlar. Kürt düşmanlığı gözlerini öylesine karatmış ki kendilerinden olmayana düşmanlık öylesine karartmış ki Türk milletini de perişan etmekten çekinmiyorlar. Yunanlılar 1000 Euro'ya Türkiye'ye geliyor, yiyor, içiyor, geziyor. Edirneli Türk vatandaş ne yapıyor, o 1000 Euro’dan yararlanmak için Yunanlı turistin peşinden koşuyor. Türkiyeli milliyetçiler yaptıkları kepazelikten zerre kadar utanmayacak durumdadır. Sırf Kürdü hapiste tutmak için hukuksuzluğa yol verirken vatan millet uğruna caka satan Türk milliyetçisi Edirne’de Yunan’dan 10 Euro kazanmak için gecesini gündüzüne katan esnaftan utanmıyor. Fuhşun, uyuşturucunun on iki yaşa kadar inmesi, fındığının ürünlerinin talan edilmesi milliyetçinin umurunda olmadığı gibi bunun keyfini sürüyor. Yeter ki Kürt hapiste kalsın. Gerisi önemli değil. Türk’ün, milliyetçilerin devleti güya töreleridir ama devleti soyanlarla işbirliği yapmaktan, mafyayı devlet korumasına almaktan gurur duyan bir Türk milliyetçisi için önemli olan Kürdün hapiste olmasıdır, gerisi teferruattır. Dünyanın hiçbir milletinin milliyetçisi kendi milletine bu kadar kötülük yapmamıştır, düşmanlık yapmamıştır. Çünkü Türk milliyetçiliği sentetiktir, köksüzdür. Birazdan hepsini tek tek anlatacağım. Şüphesiz vatanını temiz bir şekilde seven Türk milliyetçileri vardır. Bu davadan herkesi mağdur ettiler, bu davanın en az zararı, en az mağdur olanları biziz. Bu davayı sürdürebilmek için Türk milliyetçileri on milyonlarca insanı açlığa, fuhşa, yoksulluğa sürdüler. Yetişmiş gençleri yurt dışına sürdüler. Genç kadınlar kolay para kazanmak için sosyal medyada bedenlerini pazarlamaya, bedenlerini sunmaya başladılar. Sosyal medya fenomenleri güzellik merkezleri ve Fatih Terim fonları ile dünyanın bütün kara paralarını aklayarak zenginleştiler. Dikkat edin Fatih Terim fonuna para yatıranların tamamı Türk milliyetçileridir. Kameraların önünde Türk milletinin asaletinden, reisin büyüklüğünden dem vuranların hepsi kendi milletinin, kendi para biriminin zararına yol açacak ne kadar tefecilik varsa yapmışlar. Reisleri ‘faiz haramdır, nas var' derken elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar paralarını faize yatırmaktan zerre kadar utanmıyorlar. Çünkü çakma milliyetçidirler. Çakma İslamcıdırlar. Fatih Terim fonundan milyon dolar kazananlar, kara para aklayanlar, mafyatik karikatürler, yolsuzlukla rüşvetle zengin olanlar, bizim hapiste olmamızı alkışlıyorlar. Neden? Çünkü bu düzen devam etmeli ki servetlerine servet elde etsinler çünkü bu ülkenin taşını toprağını Katarlı’ya satabilmek için. Türk milliyetçisinin beka dediği işte budur, kirli servetlerinin bekasıdır. Mafya bozuntusu uyuşturucu satıcısı bir katilin Türk polisine hakaret etmesi Türk milliyetçilerinin umurunda değildir. Bilakis mafya bozuntularına eskortluk yapmaları için görevlendirilir Türk polisi. Bu görevlendirmeyi yapanlar zerre kadar utanmaz bunlardan, zoruna gitmez, yeter ki Kürt hapiste kalmaya devam etsin belediyelerine kayyum atansın. İşte heyetiniz buna sebep olmuştur. Aldığınız hukuk dışı kararlarla bir toplumu bir devleti çökerttiniz. Eserinizle gurur duyabilirsiniz Yalnız bir zahmet bizi devleti, hükûmeti, Anayasa’yı ortadan kaldırmakla suçlamayın çünkü onu bizzat siz yaptınız. Ortada bir devlet kalmadı, ortada bizim kaldıracağımız bir Anayasal düzen kalmadı ki. Bir milleti ahlaken çöküşe götürdünüz. Nedir peki bizi bu davada yargılayan Türk milliyetçiliğinin, resmi Türkçülük tezinin temelleri? Niye biz Kürt deyince, Kürdistan deyince tüyler diken diken oluyor. Mesela Türkistan desen tüyler diken diken olur mu? Yok. Türk, Türkmen, Öztürk kimseyi rahatsız ediyor mu ama Kürt Kürdistan deyince tüyler diken diken oluyor. Niye? Türkiye-İran sınırı resmî olarak Kürdistan eyaletine komşudur. Kürdistan eyaleti Kürdistan’ın resmî komşusudur. Habur’dan öte yanı da Irak Anayasası’na göre Kürdistan Federe Bölgesi’dir. Bunları duyunca da tüyler diken diken oluyor. Cumhuriyet kurulurken yapılan hatalar bugün ortaya çıkan bütün sorunların temelidir. Kurtuluş Savaşı yürütülürken yapılan işbirlikleri esas alınırsa bugün yaşananların önüne geçilebilir. Yargılanmama neden olan açıklamaların çoğu bunlara dair söylediklerimdir. Osmanlı yıkılırken yeryüzünde özellikle Avrupa Merkezli determinizmin yükselmesi son derece popüler bir siyasi görüş olarak ırka dayalı millet oluşu Türkiye’deki İttihat Terakkicilerin gündemine alındı. Bugün sorgulamıyorum. Nedenini anlatıyorum. Mustafa Kemal Anadolu'ya çıktığında arkasında en diri ve dağılmamış güç Doğu ordularıdır. Mustafa Kemal, Datça’ya, Muğla’ya Edirne’ye gitmez, aklına gelmez. Gittiği yer Erzurum'dur. Yazdığı mektuplar Kürt ve Kürdistan beylerinedir. Mustafa Kemal, ne ‘siz Kürt değilsiniz’ der, ne ‘Kürtçe yoktur’ der. Kürtlerin desteğini arkasına alır. Kurtuluş Savaşı ordularının savaşmadığı tek yer Kürdistan coğrafyasıdır çünkü orada halk savaşmıştır. Antep’te savaşan Karayılan’dır. Ne demiştir peki: ‘Ey Kürt beyleri, Kürt şeyhleri…’ Seyit Rıza ile de Şeyh Sait ile de temastadır. ‘Sevgili Kürt şeyhleri, beyleri halifeliği kaldıracağız’ dememiştir. Arkasına aldığı güç laiklik değildir, Türkiye Cumhuriyeti değildir, İslam’ın gücüdür. Sözleşmeye ihanet eden Şeyh Sait değildir, Ankara yönetimidir. Yalan söylüyorlar, inkılap tarihi kitaplarını okuyup prof. olmuşlar, o ezberleri de çocuklara okutuyorlar. Yalan söylüyorlar. Şeyh niye isyan ediyor? Bize söz verdiniz, başardığınızda ilk yaptığınız şey halifeliği kaldırmak. ‘Kürtçeyi yasaklıyorsunuz’ diyor. İhanet eden Şeyh Sait değildir. Şeyh Sait’in İngilizlerle işbirliği yaptığına ilişkin tek bir bilgi yoktur. Türk aydınları biraz okusunlar aydınlansınlar. Evet bir isyan vardır ama Şeyh Sait bir ihanetçi değildir. Beni seven varsa bilsinler ben Şeyh Sait torunlarındanım. Kürdün sosyalisti de İslamcısı da Şeyh Sait’in ne olduğunu bilir. Şeyh Sait’i anmak ‘ihanetmiş’. Peki Topal Osman’ı anmak neymiş? Meral Akşener’e soruyorum? Topal Osman’ın yapmadığı isyan, işlemediği cinayet yok. Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekle suçlananlardan biri de Topal Osman. Ortak vatanda yaşıyoruz sen Topal Osman’ı anıyorsun. Bunun neyi kahraman? Orgeneral Mustafa Muğlalı’yı anıyorlar, Harp Akademisini bitirmiş bir subaydır. Özalp ilçesinde 33 kişiyi 30 temmuz 1943 günü yargılama yapmadan elleri kolları bağlı infaz eden kişidir. Mustafa Muğlalı bunlardan yargılanmış ceza almıştır. Sadece Google’a girin, Mustafa Muğlalı Caddesi var her yerde. Muğlalı’yı bu ülkede anmak, caddeye ismini vermek haklıyken. Ahmet Arif’in 33 kurşun şiiri onlar üzerine yazılmış. Muğlalı’yı anmakta sıkıntı yok ama Şeyh Sait’i anarken kıyamet kopuyor. Mesela Abdullah Alpdoğan her yerde anılabilir, binlerce Dersimli Alevi Kürdü katletmiştir. En meşhurlarını söyleyeyim, Sabiha Gökçen Dersim’i bombalayan uçağı kullanan kişidir. Bunlar anılırken Kürtler sesini çıkarmıyor, kerhen sessiz kalırken, Şeyh Sait derken niye kıyamet kopuyor? Atlamayalım. Nitekim en meşhuru Kenan Evren. Darbecilikten yargılandı. Hâlen Kenan Evran bulvarı, camisi, sokağı var. Kenan Evren quzulqurtu var yahu adam darbeci. Haydi haydi git evinde konuş diyor üç kelime Süryanice konuşuldu diye. İYİ Partili milletvekilleri söylüyor. Bunu söyleyen en zengin vekillerden biridir. Yahu senin atan deden yedi sülalen bu topraklarda yokken Süryaniler bu topraklarda vardı, en kadim halkıdır bu toprakların. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://www.gazeteduvar.com.tr/selahattin-demirtasin-savunmasinin-tam-metni-haber-1656655 | başlık = Selahattin Demirtaş'ın savunmasının tam metni | yayıncı = Duvar | tarih = 25 Aralık 2023 | erişimtarihi = 26 Aralık 2023 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} {{Cc-by-sa-4.0}} ==26 Aralık== Dün bize yönelik kumpas davasının, bu kadar hukuksuzluk ve iftiranın altında yatan ahlaki, ideolojik boyutları açıklamaya başladım. Ne zaman başladı, ne zaman karar verildi buna? Devlet blokunu oluşturan yapının ne zaman buna karar verdiğini, hangi mekanizmaları harekete geçirdiğini bugüne kadar algı operasyonları kapsamında neler yapıldığını anlatacağım. Kayda geçirilen çok şey var, hakkımızda atılan tweetleri okumaya çalışsak 3-4 gün bunların okuması sürer. Kobanî Kumpas Davası’na kadar götüren anlayış, zihniyet nerede tetiklendi, adım adım nasıl örüldü? İlk aşamasından başlayacağım. Okuyacağım rapor, AKP’nin düşünce kuruluşu olarak bilinen SETA’nın raporu. Hazırlayan Hüseyin Alptekin, biz tutuklandıktan sonra 3 yıl boyunca bizim neden tutuklanmamız gerektiğini kanal kanal gezerek anlatan psikolojik savaş görevlilerinden biriydi. O zaman SETA için bu raporu Hüseyin Alptekin’e hazırlattılar. Kobanî Kumpas Davası’nın kodları bu raporda yatıyor. Niye hazırlandı bu rapor, amaçları neydi? 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri hemen öncesinde partimiz beni aday gösterdiğinde neden bu rapor yayınlandı? O dönem çok yayılmadı, ama iktidar ve devlet için hazırlanan rapordu. Raporun başlığı şuydu: 'Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, adaylar ve Selahattin Demirtaş’ın Siyasal Anlamı.' Bu raporda benim adaylığımı nasıl değerlendirmişler, bu rapordan hemen sonra IŞİD’in Kobanî işgali ardından Kobanî eylemi konusunda da aynı bağımlı medyanın nasıl senkronize bir şekilde harekete geçtiğini anlatacağım. Önemli gördüğüm kısımları kayda geçmek istiyorum. Raporun içindekiler bölümünü okuyan Demirtaş, “Benim üzerimden tümüyle HDP’nin çizgisi, Kürt siyasi hareketinin amacı anlatılmaya çalışılmış” dedi. Rapordan ‘Bu kısımda Demirtaş’ın Türkiye’de ve uluslararası siyasette yüklendiği misyon ve taşıdığı anlam tartışılacaktır. Türkiye bağlamında sınıf temelli bir söylem benimseyerek bundan böyle sadece Kürtlerin değil, ezilmiş ve dışlanmış tüm kesimlerin savunucusu olacağını ilan eden Demirtaş bir bakıma ölçek büyütmüştür. Uluslararası bağlamda ise Irak’taki ve Suriye’deki gelişmeler sonucu bu ülkelerde yaşayan Kürtlerin geleceğine etki eden bir aktör olmak için çaba sarf eden Demirtaş, bugün itibariyle bu konuda Abdullah Öcalan ve Mesut Barzani gibi figürlerin etkisine erişebilmiş değildir' şeklinde pasajlar okuyan ve alıntılar yapan Demirtaş şöyle devam etti: “Yergi ya da övgü bir yana kendilerince böyle bir bilimsel çalışma yürüttüler. Bu şekilde siyasal yaşamımdaki dönüm noktaları diye başlık başlık anlatıyor. Bu gördüğünüz rapor AKP’nin araştırma kuruluşu SETA tarafından Cumhurbaşkanlığında özel olarak hazırlanmış bir rapor. Partimizi, beni, politikalarımızı övmek için hazırlanmamış. Nitekim Hüseyin Alptekin tutuklanmamız, katil olarak adlandırılmamız için neredeyse her gece televizyonlara çıkmış özel savaş elemanıdır. Bu raporla devlete ve iktidara ‘Demirtaş ve HDP geliyor tehlikenin farkında mısınız’ denilmiş. Bu davaya, mahkemelere, yargıya ve AKP medyasına zemin hazırlanmış. İddianame bu rapordur. 10 yıl önce hazırlanmış bu rapor partimize yönelik kumpasların ve çöktürme planlarının alt yapısıdır. AKP bizi tehdit olarak görüyor. Bu rapor odur. Bu raporla yetindiler mi bunun gereğini mi yaptılar? Hali hazırda sanık sıfatıyla karşınızda bulunmamızı sağlayan zihniyet, bu zihniyet olduğu için bakalım nasıl devam etmişler? O rapordan kısa süre sonra birkaç ay sonra da IŞİD’in Kobanî’yi işgali ardından gelen Kobanî katliamları, yaralanmalar, iddianameye konu suçlar işlendiğinde muhtemelen devletin karanlık dehlizlerinden bu rapor tekrar çıkarıldı ve büyük bir fırsatın ele geçirildiği düşünüldü. Nasıl düşünüldü? Önce size yaygın medyada nasıl algılanıyordu onu anlatayım. O dönemin amiral gemisi olarak adlandırılan Hürriyet’in yazarından Ahmet Hakan’dan okuyacağım. 6 Ekim’de HDP tweet atmış, 7 Ekim’de Ahmet Hakan’ın yazısından okuyacağım. Daha sonra diğer basının ve yazarların nasıl yaklaştığını anlatacağım. Ahmet Hakan diyor ki “araç yakmayı, öldürmeyi, şehirleri yakmayı meşru görmeyiz” diyor. “Ama eğer IŞİD’i bir öfke hareketi olarak düşünüyorsak bugün ortaya çıkan bu öfkeyi anlamak zorundayız. Olan barışa olacak, Kobanî ile bugün ortaya çıkan öfkeyi anlamadılar ya. Hükümete sesleniyorum bir şefkat çağrısı yapmak çok mu zor? Ne yapıyorlar? Korkutuyorlar, güç gösteriyorlar, anlayışsızlık yapıyorlar. Bir tane bile şefkat gösterisi yok, bir tane bile empati yok. Madem Tansu Çiller'e dönüşecektiniz, ne diye “Biz farklıyız” diye ortaya çıktınız” diyor. Devamla Ahmet Hakan, “bir hakkı teslim edelim. Bir kurşun atılmadan 3 katı olan Musul teslim oldu ama Musul’un 3’te biri olan Kobanî 22 gündür destansı bir direniş sergiliyor.” Bunu Salih Müslim söylerse “terörist” dersiniz ama bunu Ahmet Hakan diyor, Hürriyet yazısında. 10 Ekim 2014 bu yazının tarihi. O dönem böyle bir hava var. Devam ediyor Ahmet Hakan “kimse polis kurşunuyla öldürülmemiş diyor vali…” Bunun üzerinden Ahmet Hakan hakkında soruşturma açılmamış tabi ki açılmamalı. Ahmet Hakan 10 Ekim’de sormuş “yaşasın IŞİD diye slogan atan polis kim” ama bu soruyu tek bir savcı sormamış. O gün değildi ama bugün yandaştır Ahmet Hakan. O günlerde ciğer yemiş ve gerçekleri yazıyordu. Kobanî’nin Kürtlerle alakasını yazıyordu uzun uzun. Ahmet Hakan bilirkişi değil ama o dönemki algıyı anlatmak için bunları okuyorum. O dönem algı buydu ve siz (mahkeme) 10 yıl sonra tersi bir algı yaratmaya çalışıyorsunuz. O gün Kürtleri ve HDP’yi anlamaya yönelik bir hava vardı. 21 Ekim tarihli yazısı. ‘Kürtler Bijî Obama demesin de ne desin? Kobanî üzerine bombalar yağarken Türkiye ne yaptı? İzlemekle yetindi, düştü düşecek diye fal tuttu. İki terör örgütü bize ne dedi? Peki ABD ne yaptı? Bir Kobanî’nin düşmesini engellemek için havadan bomba yağdırdı. PYD ile işbirliği yaptı, PYD’ye silah desteği verdi. Kürtler Bijî Obama demesin de ne desin? Bijî Türkiye denilmesi için Türkiye’nin ne yapması gerekiyor’ diyor Ahmet Hakan ve ‘PYD terör örgütü değil’ diyor. YPG’nin terör örgütü olmadığı yıllarca yazıldı, çizildi bunları anlatacağım. Anlaşmalar yapıldı. 8 Ekim 2014’te Abdulkadir Selvi, “Çözüm Kandil’in insafına terk edilmeyecek kadar önemlidir” yazısı yazmıştı. Medya taraması yaptık 6-7-8 Ekim medya taraması yaptık hiç HDP ve Demirtaş eleştirisi yok. Sağduyu çağrıları var, birlikte çalışma yürüttüğümüze dair haberler var. Öcalan’dan gelen çağrıyı okuduğuma dair haberler var. 6 Ekim’de tweetler atıldıktan sonra da bu eleştiriler yok. Ama bu konuda ilk tetikçilik yapan Abdulkadir Selvi’dir. Abdulkadir Selvi 9 yıl önce benimle ilgili ilk fitili ateşledi ve arkasından bunlar geldi. Muhtemelen ‘bir fırsat yakalamışız hazır elimizde Demirtaş ve HDP’nin ne kadar büyük tehlike olduğuna ilişkin rapor da var.’ dediler ve 9 Ekim 2014’te Selvi yazısıyla ilk fitili ateşledi. Yazısında Demirtaş’ın gençleri sokağa ve savaşa davet ettiğini ileri sürdü. O yazıya kadar tek bir iddia yok. Bu cümle ilk kez düşkün tetikçi Abdulkadir Selvi tarafından kullanıldı ve arkasından bizi sorumlu tutan yazılar yazılmaya başlandı. Bunları dosyaya sunacağız. 10 Ekim’de 11 Ekim’de bu yazılarını sürdürdü Abdulkadir Selvi. Ahmet Davutoğlu ile görüşmüş ve bunu yazıyor. Abdulkadir Selvi benim insanları şiddete çağırdığımı savunuyor ve bu Demirtaş mı diye yazıyor. Abdulkadir Selvi özel savaşın tetikçiliğini yaptı. 14-15 Ekim’de yazdı Ekim ayı boyunca neredeyse her gün yazdı. İlginçtir, 28 Ekim’de Abdulkadir Selvi bizi hedef göstermekten vazgeçti ve “AKP ile HDP’nin işbirliğine ihtiyacı var” diye yazılar yazmaya başladı. Bu ne zamandır? Hükümetle yaptığımız anlaşmadan ve olayın sorumlularının açığa çıkarılması için anlaştığımız zaman. Muhtemelen Abdulkadir Selvi’nin kulağını çektiler. Kim yazdı? Cem Küçük yazdı, bugün TRT’nin yönetiminde olan Hilal Kaplan yazdı. İtirafçılar. Abdulkadir Selvi, Hilal Kaplan ve Mehmet Metiner'den öğrendikleri cümlelerle bizleri suçladılar. 26 Ekim’e kadar Hilal Kaplan yazmış ve sonrasında o da renk değiştirmiş. Muhtemelen onun da kulağı çekilmiş ve hatta beni öven yazılar yazmış. İbrahim Karagül ayın sonuna kadar kesintisiz yazmış. Erdoğan 9 yıl önce ‘Kobanî Davası’nın arkasında Pensilvanya var’ demiş ardından muhtemelen bundan vazgeçtiler, ‘bunların (HDP) üzerine yıkalım’ dediler. Ardından 9 yıl boyunca bize saldırdılar. Bununla Kürtleri durdurmaya çalıştılar. Bahçeli ve Erdoğan bunun bir beka sorunu olduğuna karar verip 2015’ten sonra aralarını düzelttiler ve ardından stratejik işbirliği yaptılar. Temel amaç Kürt düşmanlığıydı. Bütün bu yaşananların altında yaşanan zihniyet buydu. Kobanî’ye pêşmerge gitti, biz durumu normalleştirmeye çalıştık, hızlıca türbülansa giren Türkiye sosyolojisini toparlamaya başladık. O dönem savcılar bir soruşturma açtı mı, olaylar HDP twiti üzerine mi başladı buna ilişkin bir soruşturma başlatıldı. Açılan soruşturmalar da uzun yıllar sürüncemede bırakıldı. Soruşturmayı, çözüm süreci sürerken ellerinde tuttular. Devlet, iktidar ve Erdoğan bu sürecin sonunu görmek istediler. O dönem savcıların ellerinde delil belge yok, hiç bir şey olmadığı için MYK üyelerimiz ifade vermeye gittiğinde savcı ‘bugün git yarın gel’ diyordu. 7 yıldır tutuklu bulunduğumuz müebbet hapis cezasıyla yargılandığımız bu davada savcı o dönem ifade bile almıyordu. Ne zaman ki 7 Haziran seçimlerinde AKP iktidardan düştü HDP 80 milletvekili ile Türkiye siyasetini etkileyecek güce ulaşınca o zaman düğmeye bastılar. 2015 Haziran seçimlerinden hemen sonra daha önce durdurdukları soruşturmaları yeniden devreye sordular. Öyle büyük bir algı yarattılar aklınız hayaliniz durur. Bir ara eşim Başak bile 'gerçekten senin bir çağrın yok mu' diye sordu. Onu bile yanıltacak bir algı operasyonuna başladılar. Nasıl başladı bu algı operasyonu? 2014 Ekim’den sonra yandaş medya nasıl çalıştı? Buna rağmen bize soruşturma açılmadı. Sorumlu Demirtaş ve HDP’dir algısı yerleştirilmeye çalışırken 9 Ekim’den itibaren neler yapıldı. Sizin 1,5 milyon algı iddianamenize karşı bizim de bu yaşananları anlatmamız lazım. Bizi yargıyla değil algıyla yargılıyorsunuz. Daha sonra tekrar algı haberlerini, atılan manşetleri ve o dönem yazılan yazıları okuyan Demirtaş, “O dönemde devletin yaşanan ölümlerden haberi yoktu. Biz iki partilimizin öldürüldüğünden haberdardık. Bir canlı yayında bana mikrofon uzatıldı ben de şiddete karşı olduğumu, sizi şiddete iten kimse bunlar provokatördür dedim. Daha sonra Öcalan’dan gelen eylemler son bulsun mesajı okuduk. Hepimizin şiddetin durması için çağrılarımız oldu. Bu çağrılarımızdan sonra Yeni Şafak ‘sorumlusunuz’ diye manşet attı, bizim fotoğrafları kullandılar” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın 13 Ekim’de kendilerini sorumlu tuttuğuna işaret eden Demirtaş, “Yıllar sonra savcı Ahmet Altun’un aklına gelen fikri 9 yıl önce Mehmet Metiner söylemiş. Metiner o röportajında 'bu çağrı Demirtaş iradesiyle değil Kandil’in talimatıyla gerçekleşmiştir.' dedi. Mehmet Metiner bir iddiadan bahsetmiyor, tahminen söylemiyor. 'Demirtaş’a bu talimat iletildi' diyor. Metiner'in tanık olarak dinlenmesi gerek. Bu Ahmet Altun’a fikir veriyor. 'Biz bu davayı nasıl örgüt üyeliği kapsamına alırız' diye düşünüyor. Aklına gelmiyor. Çünkü Mehmet Metiner kadar kumpas konusunda zeki değilsiniz” diye konuştu. İtirafçıların bile “Kandil’den talimat geldiğine” ilişkin kesin bir dil kullanmadığını ama bunun Metiner tarafından kullanıldığını dile getirdi. “Hiçbir itirafçı ve tanık 'gözlerimle gördüm talimatın Kandil'den geldiğini' diye söyleyemiyor ama Metiner söylüyor. 'Talimat geldi' diyor. Bu dosyanın en önemli tanığı Mehmet Metiner’dir. Buraya gelmeli ve kendisini bu konuda sorgulamalıyız. Çünkü talimatın Kandil’den geldiğini ilk söyleyen Mehmet Metiner’dir. Mehmet Metiner bu iftirayı atabildi, 'yahu Demirtaş’ın böyle bir çağrısı yoktur' diyemedi. ''(Metiner’in ilgili röportajından alıntılara devam ediyor.)'' Demirtaş 'Türk ve Kürt gençlerini Kobanî’de savaşmaya çağırdı' diyor. Evet bunu yaptım, bu çağrıyı yaptım. Ama Metiner de 'pasaporta gerek yok, Kobanî oradadır gidip savaşsınlar' diyerek bu çağrıya destek veriyor. 9 Ekim’de Öcalan’dan gelen 'eylemleri durdurun' çağrısını yaptıktan sonra bunlar harekete geçiyor ve aile aile gezip insanlardan demeç alıyorlar, 'oğlumuzun katili Demirtaş'tır' diye. O güne kadar bize yönelik böyle bir itham ve suçlama yok. Demirtaş, Türk islamcılarının ve milliyetçilerinin çakma olduklarının altını tekrar çizerek, “Küçük bir ihale için her türlü hileyi yolsuzluğu yaparlar. Türkiye’deki milliyetçilerin veya siyasi islamcıların yaptıkları sonucu Türkiye’nin içine girdiği durum budur. Türkiye’nin bugün bu durumda olmasının sebebi cumhuriyetin kuruluşunda yapılan hatalardır ve ikincisi de bu çakma islamcı ve milliyetçilerin yaptıklarıdır. Biz bugün niye burdayız? Bu siyasal İslamcıların attığı iftiralardan dolayı. Biz Netanyahu'nun iftiraları sonucu burada değiliz. Dönüp Netenyahu’ya, “yalan atıyorsun, katliam yapıyorsun” diyorlar ama aynısını bize karşı uyguluyorlar” dedi. Ardından Yeni Şafak ve yandaş medyadan alıntılara devam eden Demirtaş devamla şunları söyledi: “Adnan Menderes ve arkadaşları iftiraya uğramış, başlarına gelmeyen kalmamış. Siyasal İslamcılar bunca yıl sonra iktidara geldikten sonra birden bire bir tehdit ortaya çıkmış. Kürtler. Kürtlerin, iktidarlarını alaşağı indirme ihtimali var. Onun da temsilcisi Demirtaş. Bunlar dün yiyecek bulamazken şimdi hepsi lüks içindeler. Bunu kaybetmemeleri gerekiyor. O yüzden bize saldırıyorlar. ‘Katil Demirtaş’ diye manşet atıyorlar, delil var mı? Hayır, aksine şiddeti durdurmaya çalıştık. Davutoğlu bunların sorumlusudur. “Vurun kırın diyen Demirtaş değil mi?” diyor. Gazeteci de demiyor, “Hayır efendim böyle bir çağrısı yok Demirtaş’ın.” Bunlar müslüman ve iftira atıyorlar. İktidarları uğruna her türlü günahı işlemekten geri durmuyorlar. Bülent Arınç bu açıklamaları yaptı. Cuma İçten. Şimdi sorsanız o dönem bizi hedef gösterdiği açıklamalarını “bunlar benim cahiliye dönemi açıklamalarımdır diyecek” şeklinde konuştu. İnsanların nasıl öldürüldüğünün hiçbir şekilde araştırılmadığını çünkü yaşananların HDP ve kendilerinin üzerine yıkılmaya çalışıldığını söyleyen Demirtaş, “Biz neyin tehdidiyi? Onların hırsızlığının, yolsuzluğunun rant düzenlerinin tehdidiyiz. Elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar o yüzden bize saldırıyorlar” dedi. Kobanî olaylarının yaşandığı Ekim ayında AKP yandaşı medyada bir haftada kendisini ve HDP’yi hedef alan onlarca manşet onlarca köşe yazı yazıldığının altını çizen Demirtaş, “O bir hafta önemliydi. Bu yaşananların sorumluluğunu kime yıkacaklardı. İktidarda biz olsaydık sorumlusu biz olurduk. Neden can kayıpları yaşandı neden olaylar yaşandı? Bunların sorumluluğunu üstlenebilirdik. Ama iktidarın sorumluluğunu örtmek için olayları bizim üzerimize yıkmaya çalıştılar. Allah billah aşkına CNN Türk’ü açın bakın tartışanlar, telefonlara gelen mesajlarla anında konu değiştiriyorlar, başka tartışmalar yürütüyorlar. Hiç utanmıyorlar. Bunlar, araştırmaya dayanarak haber ve yazı yazmış gazeteciler değil ki! Bunlar, gazeteci kılıklı tetikçilerdir. Burada rehin tutulmamızda hepsinin sorumluluğu var” dedi. Demirtaş, “O süre zarfında bunlar bize bu iftiraları atarlarken biz bunları sadece okumuyorduk, aynı zamanda bunların çoğunu tekzip ediyorduk. Birçoğu tekzibimizi yayınlamamıştı ama Hilal Kaplan tekzibimizi yayınlamıştı” diyerek ilgili tekzibi okudu. Demirtaş şöyle devam etti: “Sadece bir haftalık algı oyunları nedeniyle bugün, vurun kırın yakın yıkın çağrısı yapan Demirtaş, bir haftada kamuoyunun hafızasında yer edinmiş oldu. Sonra durdu, ondan sonra bunları bulamazsınız. Ondan sonra doğru dürüst ve sistematik bir algı operasyonu bulamazsınız. Ne zamana kadar? Biz 7 Haziran’da seçimlere parti olarak girme kararı alıncaya kadar. Durdular o zaman, Kobanî olayları yaşanmamış, Demirtaş katil değil! Niye parti olarak seçimlere girmemizi istemiyorlardı? Erdoğan doğrudan bunu söylüyordu, ‘yahu ne gerek var parti olarak giriyorsunuz’ diyordu ve bunu aracılarla bize iletti. Ondan sonra tekrar benim katil olduğumu HDP’den çağrı yapıldığını hatırlattılar. O zaman böyle dandik dunduk köşe yazarları eliyle değil, doğrudan bu kampanyayı Erdoğan yürüttü. Koca koca manşetlerle benim ve eylemcilerin fotoğraflarını montajladılar. Cuma İçten silah tüccarıdır, şimdi DEVA’da mı nerede siyaset yapıyor. ‘Demirtaş sokağa çocuğuyla çıksın’ başlığı atıyordu. Cuma İçten’e buradan söylüyorum, çok merak ediyorsa 6 Ekim günü kızlarım sokaktaydı. Hiçbir yeri yakıp yıkmadılar, ama IŞİD vahşetini protesto ettiler. Aleyhime açıklama yapanlar HÜDA-PAR Başkanı Zekeriya Yapıcı ve Mehmet Emin Ekmen. Mehmet Emin Ekmen o dönem AKP milletvekiliydi.” Kendisini hedef alan pek çok manşeti tek tek gösteren ve “sizin iddianameniz boş, asıl iddianame o zaman gazetelerde, manşetlerde yazıldı” diyen Demirtaş şöyle devam etti: “Bunları bilmiyorsunuz bu algıya yabancısınız demiyorum. Aksine siz bu algının ortağısınız bu algıyı beslediniz. ‘Yemedi Demirtaş’ diye manşet atmışlar, yaptığımız şiddet karşıtı çağrıları böyle görmüşler. Bu ölümlere sebep olan polisler ve panzerleri kullananlar kimdi? Neden bunlar yargılanmıyorlar? Çünkü bunların hırsızlık çarkına taş koyan HDP’dir, biziz. O yüzden bizimle uğraşıyorsunuz. Bülent Arınç, ‘kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsızlaştırıyorsunuz’ diyor. O zaman Arınç, Apocuydu ona göre biz Öcalan’ı itibarsızlaştırıyorduk. Bir süre sonra basın üzerinden yürütülen bu algı operasyonları durdu. Sonra arkasından tekrar başladı. 7 yıldır buradayız, yaratılan bu algıyı yıkmak öyle kolay mı? Bir yandan devletin imkanlarını kullanıyorlar 600’den fazla yerel ve ulusal televizyon kanalları var iktidarın. Devlet kanalları hariç TRT’nin 40’tan fazla kanalı var. Trollerden bahsetmiyorum bile. Biraz önce öğrendim. Devlet Bahçeli, Anayasa Mahkemesi'ni fırçalamış, “Bay Zühtü senin kumandan kimin elinde?” diye. Ben de soruyorum hakikaten senin kumandan kimin elinde? 5 yıldır benim davama ilişkin karar vermiyorsunuz. 4,5 yıldır haksız tutukluluk başvurusunu bekletiyorsunuz. 3 ayda karara bağlanır, değil mi? Can Atalay’da gördük. Bahçeli’nin derdi bu mu, asıl mesele bu mu? AYM karar verebilirdi ama ertediler. Asıl mesele AİHM kararının uygulanmamasını AYM nasıl karara bağlamaz. Çünkü sizin kararınızı bekliyorlar. AYM’ye karar verme baskısı yapıyorlar size de davada bir an önce karar verin diye baskı yapıyorlar. AİHM’e giden Türk yargıç ki AKP’li vekilin kız kardeşidir, orada da bazı şeyleri engellemeye çalışıyorlar. Biliyoruz ki AİHM’de de AYM’de de frene basılmış. Nerede gaza basılmış? Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi'nde gaza basılmış. Biz savunma yapmadan karar verebilirsiniz çok umrumuzda da değil. Yaklaşık 8 yıldır bizi hedef alan kampanyanın sözcülüğünü doğrudan Erdoğan yapıyor. 22 Mart 2015’tir bu konuda yaptığı ilk açıklamanın tarihi. Bizden umudunu kesmiş, biz parti olarak seçime girme kararı vermişiz. Ukrayna dönüşü uçakta konuşmuş. 'Halkı sokağa dökenler bunlar değil midir' diyerek bu konuda ilk sözü söylüyor.” Demirtaş daha sonra Erdoğan’ın kendilerini hedef alan pek çok konuşmasını kayda geçmek üzere okudu. Demirtaş, Erdoğan’ın hayatını kaybedenlerin sayısını 40-50 kişi şeklinde açıkladığını hatırlatarak, “Hayatını kaybedenler ve sayısı umurlarında değil, emin de değil o yüzden 40-50 kişinin katili diyor” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın o dönem yaptığı konuşmalarda “siz dağa gidip gelirsiniz, dağla iyi anlaşırsınız” sözlerini hatırlatarak, “O dönem de parti olarak dağ ile AKP arasında mesaj götürüyorduk” diyen Demirtaş “İlk açıklamaları daha makul daha mahçup. Doğrudan bizi hedef almıyor. Ama Yasin Börü’nün annesinden alınan demeç Erdoğan’ın isteği ile alındı onun üzerine miting meydanında kullanıldı. Erdoğan’ın sözlerine dikkat sayın heyet, demiyor ki 'bunlar tahrik ettiler, halkı galayana getirdiler.' Ne diyor? 'Yasin Börü’yü 5’inci kattan attılar.' Delil yok, suçlanan yok ama bunları söylüyor. Erdoğan bir algı ustasıdır, Goebbels’e şapka çıkartacak bir algı ustasıdır. Saatlerce sürebilir ama davanın iddianamesi de suçlamalar da budur. Bu iddianameyi Erdoğan yazmıştır” dedi. “Seçimlere bir hafta var anketlerde HDP yüzde 13-14’lerde. AKP tek başına iktidarı kaybediyor ve Erdoğan bizi tehdit ediyor. Bizi destekleyen aydınları tehdit ediyor. Ona göre elime saz tutuşturulmuş ve parlatılıyorum. Seçime iki gün kala bana cici çocuk diyor onun cici çocuk dediği bu (bu arada SETA’nın kendisiyle ilgili hazırladığı raporu ve kapağındaki fotoğrafları göstererek)” diyen Demirtaş Erdoğan’ın konuşmalarında yaşamını yitirenlerin sayısına ilişkin çelişkilerine dikkat çekerek, “Bu adam müslüman, namaz kılıyor ama yalan söylüyor. Günde kırk tane yalan söylüyor. Ona göre Yani Börü 3’üncü kattan 4’üncü kattan, 5inci kattan atılmış. Olaylarda 30 kişi 40 kişi 50 kişi hayatını kaybetmiş. Bu insanlar umrunda değil kimse de sorgulamıyor. 5 Haziran’da IŞİD katilleri tarafından mitingimiz de bomba patlattılar, o arada Erdoğan telefonla aradı, telefonuna çıkmadım. En çok ona koyan da budur. Söylemiş duydum ‘o kendini kim sanıyor da telefonlarıma cevap vermiyor’ demiş. 22 defa Davutoğlu aradı. Cevap vermek istemedim çünkü gözümün önünde insanlar hayatını kaybetti. 'Beni aramasınlar çıkıp halktan özür dilesinler' dedim. Diyarbakır tarihinin en kalabalık mitingini yaptık, o mitinge bombayla saldırdılar. Erdoğan ne diyor buna ilişkin, ‘dün Diyarbakır'da asla tasvip etmediğim bir olay oldu iki vatandaşımız hayatını kaybetti.' 5 kişi hayatını kaybetmiş 2 kişi diyor. Bir önceki gün Kobanî olaylarında benim 50 kişiyi öldürdüğümü söyleyen de budur. Bu adam ikiyüzlüdür. Bunlar siyasi islamcıdır. Alnı secdeye değiyor ama bütün bunları da yapıyor. Alnı secdeye değen, inanan bir insan neden bu yalanları atar, Allah'ı aldatmaya kalkar? Bir tek nedeni var; iktidara bulaşmak. Dün Hasan El Bena’yı okudum ya 'iktidara bulaştın mı inancını yitirirsin' diyordu. Şeyh uçmaz müritleri uçurur. Bunlar da böyle, etrafındaki şakşakçılar söylenen her yalanı alkışlıyor. Erdoğan 'elin Avrupalısı bütün dünya terörist diyor siz niye demiyorsunuz' diyor. Madem ölçü bu ise bütün dünya Hamas’a terörist diyor siz niye demiyorsunuz? Bunu ayrıca konuşuruz. Erdoğan, ‘kardeşi dağda yetişmiş’ diyor. Benim ağabeyim siyaset yapmak istedi, bunda ısrar etti ama buna izin vermediler. Hakkında o kadar çok dava açtılar ki 'seni burada yaşatmayacağız' dediler. Kürdistan Bölgesi'ne gitti Mahmur Kampı'nda insanlara okuma yazma eğitimleri vermeye başladı. Sonra IŞİD saldırıları olunca PKK’ye katıldı. Erdoğan diyor ki 'kardeşi dağda yetişmiş, kendisi fırsatı bulduğunda oraya kaçar.' Ne zaman fırsatı buldum? Çözüm sürecinde. Oraya gittiğimizde ağabeyimi gördüm 3 defa. Her döndüğümde birinde Beşir Atalay, birinde Sadullah Ergun 'abin nasıldı selam söyleyin' dediler. Ağabeyim Nurettin Demirtaş’a büyük saygı duyduklarını biliyorum. Haklılar da.” Erdoğan’ın kendilerini hedef alan açıklamalarını tek tek hatırlatan Demirtaş, Erdoğan’ın o dönem yaptığı “dokunulmazlıklar kaldırılmalı” sözlerini hatırlatarak, “Kendisi yürütmenin başında nasıl oluyor da yasamaya müdahale ediyor” diye tepki gösterdi. Demirtaş, Erdoğan’ın açıklamalarından sonra kendisiyle ilgili fezlekelerde büyük artış yaşandığını gösteren görselleri mahkeme heyetine gösterdi. Demirtaş, “Verdiği talimat savcılara da verdiği talimat olduğunda savcılar da bu konuda hevesli oldukları için yaptığımız açıklamaları anında fezlekeye dönüştürdüler. Bu talimattan sonra bazı konuşmalarıma 5 yıl sonra soruşturmalar açıldı. Bu konuda Erdoğan’ın verdiği en güçlü mesaj 2 Ocak 2016 tarihli açıklamasıdır. Orada da 'aman aman parti kapatma olmasın diyor' hatırlatmasında bulundu. Erdoğan’ın 28 Mayıs 2016 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada Yasin Börü üzerinden kendilerini hedef aldığını vurgulayan Demirtaş, 'İntikamı alınacaktır' diyor. Bunu söyleyen bu ülkenin Cumhurbaşkanıdır. Tekrar hatırlatıyorum. Bunlar siyasal islamcıdır alnı secdeye değiyor. Bu ülkedeki siyasal islamcılar yalancıdır, kumpasçıdır, iftiracıdır. 15 Temmuz sonrasında Bahçeli ile güç birliği yaparak bu kumpas için adım atmaya başladılar” diye konuştu. Erdoğan’ın “7 Haziran’da 80 milletvekili aldılar, hadi otur işine bak dedik, 80 milletvekili aldıklarının ertesi günü halkı sokağa döktüler. Bunlar böyledir” şeklindeki sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Bunu söyleyen alnı secdeye değen adamdır. 6 Ekim ne zaman 2014, 80 milletvekili çıkardığımız zaman ne zaman 7 Haziran 2015. Böyle çarpıtıyorlar. Bana bu cümlede tek bir doğru kelime gösterin. Dün boşuna konuşmadım, siyasal islamcılar yalancıdır, iftiracıdır, talancıdır. Bugün arkadaşlarım söyledi sosyal medyada Ermeniler gibi Kürtlerin de tehcir zamanının geldiğini yazıyormuş. Bunlar da siyasal İslamcı. Bu adama kim kafa tutabilir bizim dışımızda? Bir biz kafa tutuyoruz o yüzden HDP üzerinde bu baskı var. Yalanlarını soygunlarını talanlarını teşhir ettiğimiz için, bu ülkenin çocuklarını ölümü sürükleyip kanı üzerinde kurdukları iktidarı teşhir ettiğimiz için buradayız. Erdoğan kafası karışık, bu gerçekleri bilmeyen biri değil. Ama bilerek bu kronolojik hataları yapıyor, bütün söylemini 7 Haziran üzerine kuruyor. '7 Haziran’da başarı sağladılar sonra halkı sokağa çağırdılar' diyor. Buna göre 8 Haziran’da insanların sokağa çıkmış olması gerekiyor. Oysa 6 Ekim 7 Haziran’dan çok önce. Niye bu yalanı atıyor çünkü Allah’ı aldattığını sanıyor. O yüzden halkın çoğu bu yalanlara inanıyor. 'Bu adam namaz kılıyor yalan söyler mi, söylüyorsa doğrudur' diye düşünüyor. Ama kimsenin aklına bunların yalancı ve fırıldak olduğu gelmiyor” şeklinde konuştu. Demirtaş, “2014 yılından itibaren başladım anlatmaya bu algı operasyonu nasıl başladığını, 2018 yılında nereye geldi. Erdoğan 'parlamento idam kararını bana gönderirse onaylarım' diyor. Ben tutukluyum, Cumhurbaşkanı adayıyım daha yargılamam başlamamış doğru düzgün ama bunu yapıyor. Bunu kim yapıyor? Kendisini müslüman olarak pazarlayan zat yapıyor bunu. Neden? İktidarlarını kaybetmemek için. Bu kadar öfkeliler. Bugün utanmıyor olabilirler ama bunlar yarın öbür gün kitaplaşacak. Hitler'i nasıl okuyoruz kitaplardan bugün yaşananları da yarın herkes okuyacak. Biz hiç kimseyi meydanlarda böyle tahrik etmedik. Bizim bütün konuşmalarımız barışa dairdir, çözüme dairdir. Bu adam provokatörlüğün daniskasıydı. Bunu bir ateist yapmaz, bir başkası yapmaz ama Allah'ı kandırdığını sanan bir siyasal İslamcı çok kolay yapar. Bana daha sonra 'terörist başı' diyor. Hakkımda yargı kararı yok. Bu koşullarda yargı kararının bir karşılığı yok çünkü yargının içinde 5 bin terörist çıkmış. Ölürüz kalırız söylemiş olayım. Ben hakkımı ona helal etmiyorum. Bundan korkması lazım inanıyorsa. Recep Tayyip Erdoğan sen bizi suçsuz sebepsiz yere rehin aldın, gerçek katillerin peşine düşmedin. Bu dünyada da öbür dünyada da iki elimiz yakandadır senin. Yalancısın, iftiracısın, kumpascısın. Cumhurbaşkanı değil dünyanın başkanı da olsan bu gerçeği değiştiremeyeceksin. Öfken dinmiyor, için soğumuyor çünkü senin karşında boyun eğmedik ah vah etmedik. Karşısında ağlasaydık, biat etseydik bizi 3 ayda serbest bırakırdı. Ama ruhumuz özgür, sığmıyor 4 duvar arasına o yüzden Erdoğan’ın içi soğumuyor” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde kendisini hedef alan sözlerini ve “YSK ile konuştum bunların mağduriyet devşirmelerine izin vermeyin gidip kaydını çekip yayınlayım dedim” sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Hadi geçtim müslümanlığını bu sözlerde kaç tane yalan var, kaç tane görev suçu var? 7 Haziran’dan sonra insanları sokağa dökmüşüz, yalan! 53 kürt kardeşini öldürmüşüz, yalan! Yasin Börü'yü öldürmüşüz, yalan! Üstünden araba ile geçmişiz, yalan! YSK’ya talimat vermek görev suçu değil mi? Bu sırada ben 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanıyordum. Murat Bey vardı konuşa konuşa akraba olduk topu size attı ve kurtulduğu gün kurban kesecekti. İnsanın düşmanı rakibi mert olsun. Bunlardan tek bir mertlik görmedik. 7 yıldır içerideyiz hala bizden korkuyorlar. İddia ediyorum, Hüseyin Alptekin’e bu raporu tekrar hazırlatsınlar objektif bir şekilde yazarsa diyecek ki 'Demirtaş 1’di şimdi 3. O gün HDP 1’di şimdi 7' diyecek. O yüzden bu davayı bitiremiyorsunuz. Şimdi niye 'Yasin Börü, HDP ve Demirtaş katil' söylemleri yok? İstanbul seçimlerinde HDP’den beklentisi var. Ola ki aday çıkarmaya karar verdi arkadaşlarımız ve bu da onun işine yaradı göreceksiniz hiç söz etmeyecek bizden. Çünkü Türkiye’deki siyasal İslamcılar çıkarları için her türlü hileyi hurdayı yaparlar. Müslümanlar demiyorum siyasal İslamcılar. Bunların en ağababaları cemaatçilerin neler yaptıklarını gördük, halkın başına neler getirdiklerini gördük. Bazen diyorum ki çıkıp karşısına utanmıyor musun yalan söylemeye, ben ne zaman adam öldürdüm diyeceğim” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-biz-siddet-dursun-diye-ugrasirken-yandas-medya-bizi-sorumlu-gosteriyordu/17567/ | başlık = Demirtaş: Biz şiddet dursun diye uğraşırken yandaş medya bizi sorumlu gösteriyordu | yayıncı = HDP | tarih = 26 Aralık 2023 | erişimtarihi = 2 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==27 Aralık== Beyanlarına 3’üncü günde devam eden Demirtaş, davanın algı yaratmaya yönelik iktidar yetkililerinin açıklamalarını ve yandaş basının haberlerini hatırlattı. Erdoğan’ın konuya ilişkin en ilginç açıklaması olduğunu belirterek, “Sayın Demirtaş siyasetin acemisidir, nereden nereye geldiğini merak ediyorsa anket yaptırsın. İşi elinde silah olanlara bırakmasın” sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Beni terörist ilan eden Erdoğan bu kez anket yapmamızı istiyor” dedi. Erdoğan’ın “AİHM’in kararları bizi bağlamaz, biz karşı hamlemizi yaparız işi bitiririz” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Bu açıklamalar yapılırken duruşmam devam ediyordu. Halen bu açıklamaların etkilerini yaşıyoruz. AİHM kararı bizi bağlamaz diyor. Biz dediği kimdir? Devlettir, devleti bağlamaz diyor. Mesela “Erdoğan olarak beni bağlamaz” dese anlarız. Erdoğan’ı bağlayan bir karar değil. Erdoğan burada kendisini yargı yerine koyarak AİHM’in kararı bizi bağlamaz dedi. O günden beri AİHM kararları yargıyı bağlamaz hale geldi, bugün AYM kararlarının gereği yapılmıyor aksine AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulduğu bir döneme geldik. Nereden başladı bu cesaret? Tam da bu açıklama ile başladı. Siz hukuk fakültesi mezunusunuz AİHM kararlarının özellikle yargıyı bağladığını tartışmamıza gerek yok. Erdoğan tek başına bir anayasa hükmünün bağlayıcı olup olmadığına karar verdi ve gereği yerine getirildi” dedi. Hükümetleri yasadışı örgütlerden suç örgütlerinden ayıran şey yasayla bağlı olmasıdır” diyen Demirtaş, “İster suç olsun ister savaş olsun bütün bu mücadelesinde anayasa ve yasa hükmüyle bağlıdır. Eğer yargı erki anayasayı tanımadan ben bu mücadeleyi yürütürüm diyorsa orada devlet yoktur, suç örgütleriyle ve yasadışı örgütlerle aynı duruma gelmiş demektir. Anayasa yasa tanımıyor. ‘Biz terörle mücadele ediyoruz anayasa ve yasa askıya alınabilir bizler bunu yargı mensupları olarak yaparız bunlar devletin bekası için yapılması gereken vatanseverlik görevidir! Burada anayasanın çiğnenmiş olması önemli değil asıl olan vatandır gerisi teferruattır.’ Anlayış budur. İki gündür anlattığım anlayış böyle düşündüğü için 100 yıldır hiç bir sorun çözülmemiştir. Zulüm yapılarak katliam yapılarak suçların üstü örtülerek suçsuzlar cezalandırılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti Kurtuluş Savaşından daha ağır bedeller ödeyen bir noktaya gelmiştir. Bu anlayış Türkiye’yi kuruluşundan daha beter duruma getirmiştir. Bugün ekonomisi tarımı daha kötü durumdadır. Akademik açıdan insan hakları açısından daha kötü durumdadır. Savaş politikalarındaki yıkım açısından daha kötü durumdadır. Kurtuluş savaşında bile bu kadar can kaybı ağır kayıp yoktur” dedi. İlker Başbuğ’un “6 kez PKK’yi yendik ama askeri olarak sorunu çözemedik” sözlerini hatırlatan Demirtaş şöyle devam etti: Peki sorun çözüldü mü, bize ağır cezalar veriyorsun mesele bitiyor mu? Hayır. Ben genç bir milletvekili iken Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak, DEP Milletvekillerinin AİHM’in kararı nedeniyle yeniden yargılamaları başlamıştı. Onlar tutuklandığında öğrenciydim yeniden yargılandıklarında cübbe giydim avukat olarak davalarına girdim. Delilsiz yargılandılar hukuksuz cezalandırıldılar. O gün o davada avukatlık yapan Demirtaş yıllar sonra o partinin geleneğinin devamı olan partide eş başkan oldu milletvekili oldu ve 7 yıldır tutuklu. Bizler başka bir perspektifle Türkiye’nin sorunlarının çözümü için omuzlarımıza yük aldık aynı akıbetini bizler yaşadık. DEP’lileri yargılayanlar, mahkeme başkanı, Nuh Mete Yüksel çok kararlıydılar ‘bu işi bitireceğiz’ diyorlardı. Aradan onca yıl geçmiş aynı şeyi yaşıyoruz. Bizler dilimizden kültürümüzden vazgeçemeyiz vazgeçmesi gereken bu hataları yapanlardır. Düşünün bütün bu yarattıkları bu ülkeye zarar vermiyor mu? Silah var diyorlar biz de onu bıraktırmaya çalışıyoruz. Yıllarca İmralı’ya gittik, Kandil’e gittik. Erdoğan’ın Öcalan’ın çağrısı önemlidir sözleri manşet oldu. Tarih 11 Mart 2015. Çünkü görüşmelerimiz devam etti mesele silahlı çatışmaların dışına çıksın diye uğraştığımız bir dönem. Ne yaptılar, HDP Haziran’daki seçimlerde AKP’yi tek başına iktidar olmaktan çıkarınca işin rengi değişti. Çözüm süreci Kürtlere yarıyor diye yeniden silaha sarıldılar. O yüzden AİHM kararının sizler tarafından Erdoğan talimatı sonrasında uygulanmaması devlet sistemini tümden çökertmiştir. Erdoğan’ın kendilerini hedef alan açıklamalarını tekraren hatırlatan Demirtaş, “Her konuşmasından sonra oy çağrısı yapıyor. Oy uğruna bizleri içeride tutuyor. Açık söylüyorum; yalancı, iftiracı! Bizim bunları söylemediğimizi bilmiyor mu? Biliyor. Çözüm süreci başlamıştı. Öcalan’ın iki mektubu Erdoğan’ın elindeydi. Bunu Sadullah Ergin bize söyledi. “Bu defa iş ciddi Cumhurbaşkanı bu işi ciddiye alıyor, Öcalan kararlı gözüküyor iki ayrı mektup yazmış. Fakat o dönem bir sorun vardı, açlık grevleri başlamış 65’inci günlerine gelmiş. Biri yaşamını yitirirse süreç sıkıntıya girer o yüzden bu açlık grevlerinin bitmesi için sizden beklentimiz var. Lütfen bitirsinler açlık grevlerini ki süreç devam etsin.” Bu iktidarın bizden ricasıydı. O dönem yöneticilerimiz de açlık grevindeydi. Adalet Bakanı’nın kendisi Sincan Cezaevindeki arkadaşları ziyaret etti. Biz de Diyarbakır’da arkadaşlarımızı ziyaret ettik durumu anlattık. Onların da cevabı şu oldu. “Biz süreçten memnuniyet duyarız, barış olursa zaten biz bırakırız. Eğer Öcalan ile görüşme varsa adalet bakanının somut bir şey söylemesi lazım. Bunlar olursa açlık grevini bırakırız süreci tıkamak için değil çözümün önünü açmak için açlık grevi yapıyoruz.” Bunu Sincan’daki kadınlar da bizzat Sadullah Ergin’e söyledi. Ondan sonra bir kaç yerde büyük miting yapma kararı aldık. O mitinglerde de açlık grevinin bitirilmesinin çağrısını yapacağız sürecin sorumluluğunu biz alıyoruz diyeceğiz. Bunun sosyopsikolojik zeminini oluşturmaya çalışıyoruz. Bu çerçevede çok görkemli mitingler yaptık. Bunlardan birini de Kızıltepe’de yaptık. O zaman yöneticilerimiz geldi dediler ki Öcalan’ın posteri var diye gençlere işkence yapıldı gözaltına alındı. Sebebi de Öcalan’ın posteri. O sırada Hükümet Öcalan ile görüşme hazırlığı yapıyor biz açlık grevini bitirmek için yollara düşmüşüz. Biz de süreç aksamasın, kesintiye uğramasın diye uğraşıyoruz. Polis ise Öcalan posteri var diye on binlerce Kızıltepelinin buluştuğu mitingde gençlere işkence yapıyor. Neden? O dönem Fethullahçıların da bundan haberi var. Bu işkence haberleri basına düştü. Bu şu demekti “ey Kürtler devletin Öcalan’a yaklaşımı budur.” Yaklaşım bu. Ben de orada daha “Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz” dedim. Bunu Fethullahçı polislere dönerek söyledim. Kasıt barışı sağlayanın heykelini dikmektir. Bu açıklamanın tarihi 2012. Aradan 7 yıl geçiyor, Erdoğan seçim kazanmak bizi tutuklatmak için bunu kullanıyor. Öcalan’ın iki mektubu senin elinde değil miydi? Bunlara nasıl güvenilir. Figen Hanım’ın “sırtımızı YPG’ye dayadık” sözünü de kullandılar. Figen Hanım “sırtımızı IŞİD’e dayadık” sözlerine karşı söylüyor. IŞİD barbarlığını açıkça savunan köşe yazıları oldu. Mehmet Barlas’ın oğlu Cemil Barlas mıydı, Kobanî’de “IŞİDçiyim” diye twit atıyordu. Biz Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz derken ne oldu? Savcılar dava mı açtı, yandaş medya beni linç mi etti? Hayır! Aksine normal karşılandı aksine kendileri zaten Başkan Apo’nun heykelini diktiler. “Öcalan şanstır” diye manşet atıyorlardı. Ama buna rağmen hala bize karşı kullanıyorlar bunu. O zaman kendileri Öcalan’dan bize not getiriyorlardı. Bizi acilen cezaevlerine götürdüler gece yarısı hücrelere girdik arkadaşlar şaşırdı. Karşımızda kim vardı Tayip Temel, açlık grevinin 68’inci günündeydi. Dedik ki Öcalan’dan not var. Tayip Temel o zaman açlık grevlerinin anlamını anlattı. Öylesine etkileyici bir konuşma yaptı ki dinleyenlerin gözleri yaşardı. Cezaevi Müdürü neredeyse ağlayacaktı. “Barış olsun diye biz canlarımızı ortaya koyduk” dediler. Ondan sonra açlık grevleri bitti ve çözüm süreci başladı. Bunları bilmiyor mu Tayyip Erdoğan, Sadullah Ergin şimdi vekil değil ama bilmiyor mu, Hakan Fidan şimdi Dışişleri Bakanı bilmiyor mu bunları? Barış için uğraşıyorduk. Niye yaptılar bunu? İktidarlarının sürmesi için kan lazımdı bunu yaptılar.” Demirtaş Erdoğan’ın meydanlarda kullandığı İmralı ve Kandil fotoğraflarını anlattı: Cezaevine biz mi fotoğraf makinası koyduk? Erdoğan’ın “Bunlar Kürdistan diyor benim ülkemde Kürdistan diye bir yer yok bunlar bölücü” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Yeri geldiğinde arşivlere bakın orada Kürdistan Lazistan göreceksiniz. Böyle ilkesizdir” dedi. Erdoğan’ın “Delil olmazsa ben bunlara terörist der miyim” sözlerini de alıntılayan Demirtaş, “Siz niye yargılama yapıyorsunuz size ne gerek var. Adam hükmü vermiş. Benim fotoğraflarımı kullanıyor. İmralı ve Kandil’deki fotoğraflar nasıl çekildi? Cezaevine gizli makina mı soktuk, kim çekti fotoğrafları? Cezaevi müdürü fotoğraf makinasını kendisi getirmedi mi sizin talimatınızla? Fotoğrafçı da değil bizzat cezaevi müdürünün kendisi fotoğrafları çekmedi mi, tek tek bunlar olmuş mu diye bize göstermedi mi? Sonra o fotoğrafları size getiren müdür değil miydi, onları bize teslim eden Sadullah Ergin değil miydi? Kandil fotoları nasıl çekildi? Sorun çözülüyor, bunun alt yapısını oluşturmak için olur bunu sizinle tartışmadık mı? KCK yöneticilerinin silahsızlanmaya hazırız mektubunu getirdiğimizde bunlar önemli değil miydi? Çık bunları inkar et. Biz dönüşte çok yorgunduk, bir gece orada dinlensen diye düşündük. İmralı Ankara Kandil yüzbinlerce KM yol yaptık. Bunun için danışmandan da faydalanamıyoruz. Fakat Sadullah Ergin aradı o mektup çok önemli bir an önce getirmeniz gerekir. Beyefendi de dahil herkes çok heyecanlı. Sınırda kimliklerimize bile bakmadılar “silah bırakılacak mı” diye sordular biz evet dediğimizde neredeyse sınırdaki polisler halay çekecekti. Yıllar sonra Kandil’deki fotoğraflar vs diye bunu kullanıyor. Yıllardır yargılanıyoruz ‘yahu bari bundan yargılamayın bilgim var haberim var’ demiyor. Aksine sizi yönlendirmek için bu yalan ve iftiraları atıyor. Bütün bunların üzerinden ikiyüzlülüğün kitabı yazılır. 3 gün önce terör örgütü lideri dediğinden Tunceli'deki akademisyen aracılığıyla mektup getirtiyor. O mektubu avukatlara iletmeden istedikleri gibi yorumluyor. O mektup seçimlerle ve sandıkla ilgili bir mektup değil. Çağrı yapmıyor. Kendisini tanıyorum, Öcalan barış için iğne ile kuyu kazan biridir. Öcalan’ın mektubunu kim tercüme ediyor? Erdoğan tercüme ediyor. Tarafsız kalın diye mektup geldiğini söylüyor. O günden beri Öcalan-Demirtaş çatışması diye yandaş basında çarşaf çarşaf yazıyorlar. Maden bunları söylüyorsunuz neden Öcalan tecritte? Öcalan sıradan biri değil o yüzden ada cezaevine kapatmışsınız, İnfaz hukuku, görüş hukuku bunların hiçbiri Öcalan’a karşı uygulanmıyor. Madem bu kadar kıymetli sizin için niye gereğini yapmıyorsunuz? Abdullah Öcalan sıradan biri değildir, bunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de biliyor. O zaman sıradan yaklaşılmasın, halkımıza da partimize de sıradan yaklaşılmasın. Öcalan siyasi bir aktördür, CMK’ya vs göre hakları savunulmaz siyasi bir kişiliktir ve hakları da siyaseten savunulmalıdır. Bakın 12 gencin cenazesi geldi eminim ki ‘bunu engellemek için niye önümü açmıyorlar’ diye saçını başını yoluyordur. Niye izin vermiyorlar buna, çünkü ölümlerin bitmesini istemiyorlar. Ben de dahil hepimiz görüşmeye (Öcalan’la) talibiz. Buradan SEGBİS’le görüşmek dahil görüşmek istiyoruz. Milletvekillerimizin tamamı görüşme için başvurdu izin verin. Barış fekadarlık ister, yürek ister. Bu ülkenin İçişleri Bakanı twitterdan “kardeşini sarı torbaya koyup getireceğim Demirtaş” dedi. Buna rağmen barış diyorum silahla olmaz diyorum. Normalde çıldırmamız lazım ama sağduyumuzu koruyorsak aldığımız siyasi terbiyeden dolayıdır. Demirtaş, hakkında çıkan tahliye kararına karşı “Erdoğan size diyor 'ben inanıyorum ki bizim yargımız Selahattin Demirtaş’a böyle bir hakkı varsa sözde bir hakkı, onu da bizim yargımız koruyacak değil' diyor. Bununla talimat veriyor. Bunların mülkiyet hakkı yok ki demiş. Yanlış mı alınmış bilmiyorum. Bizim mülkiyet hakkımız da mı yokmuş? Adil yargılanma hakkımız yok, siyaset yapma hakkımız yok, konuşma hakkımız yok, mülkiyet hakkımız da yokmuş!” dedi. Demirtaş, “Hakkımızda sizin kafanızda en az örgüt üyeliği var. Bu kararı ne zaman verdiniz? Biz daha savunmamızı yapmadık, ben yeni yapıyorum, Gülten Başkan yapmadı bazı arkadaşlar yapmadı, sorgumuzu yapmadınız. Söz hakkımızı engellediniz. Peki ne zaman bu kararı verdiniz? İşte bu anlattığım Erdoğan’ın talimatlarıyla bu kararı verdiniz” dedi. Erdoğan’ın 6 yıl boyunca Kobanî olaylarına ilişkin ilk kez 23 Aralık 2020 tarihinde “Terör örgütünün emriyle onlarca kişinin ölümüne neden olan kişi” diyerek kendisini hedef aldığını belirterek, “6 yıl boyunca 'Demirtaş talimatıyla' diyor. İlk kez 'Kandil’in talimatıyla' diyor. Biz henüz bilmiyoruz, dosya gizli ama beyefendi biliyor. Çalışılmış dosyada ona brifing verilmiş ve diyor ki “örgütün emriyle onlarca kişinin öldüğü”. Kimin kumpas kurduğunu şimdi anlıyor muyuz? Kimin bilgisi dahilinde itirafçıların konuşturulduğunu anlıyor muyuz?” diye tepki gösterdi. Demirtaş, Erdoğan’ın bir konuşmasında “Seçimlerde seni başkan yaptırmayacağız diye ortalığı inletenlerin Yasin Börü’nün hesabını verdiğini gördünüz mü…” sözlerini de alıntılayarak, “Freudcu bakış açısıyla söyleyelim burada zihninin altındaki öfkeyi dışa vuruyor. Ortalığı inlettiğimizi kabul ediyor. Doğru ortalığı inlettiğimizi hatırlıyorum doğru. Seni başkan yaptırmadığımızı da biliyorum. Hani bir mesel vardır ya, babası oğluna der ki sen adam olamazsın oğlum der. Oğlu çalışır, okur atıyorum kaymakam olur sonra babasını ayağına çağırır baba bak ben kaymakam oldum der. Babası da oğluna der ki oğlum ben kaymakam olamazsın demedim adam olamazsın dedim. Ben de söyleyeyim, biz de sana başkan olamazsın dedik. Onun dışında maşallah her şey oldun, tek adam oldun, devleti ele geçirdim ama hâlâ başkan olabilmiş değilsin. Erdoğan’ın bir grup toplantısında “Edirne’deki en büyük hesabı İmralı’dakine hesap verecek, onların da kendi içlerinde bir hesaplaşmaları var bu hesaplaşmayı kendi içlerinde yapacaklar” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Defalarca çağrı yaptım. İmralı’da Öcalan ile görüştürün beni. Bildiğim ne varsa anlatayım. Hatta sen de gel ülkenin cumhurbaşkanı olarak sen de gel. Buyurun Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Öcalan ben. 3’ümüz bir araya gelelim, kim kime hesap veriyor konuşalım. Çağrı yaptım, iki yıl geçti bu çağrımın üzerinden. Halen bekliyorum. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı bunu yaptı. Seçim kazanabilmek için cumhurbaşkanı bu cümleyi de kurdu. Ben hala bekliyorum. Çözüm sürecinde kim neyi bitirdi, akan kandan kim sorumlu hep birlikte tartışalım. Buyurun ben hazırım. Öcalan ile görüşmeyi başlatın, hesap soracaksa da benden de halktan da siyasetçiden de senden de, kim kimden hesap soracak tartışalım. Gerçekleri İmralı’da tartışalım istersen. Ben hazırım bakalım kim suçlu kim güçlü. Yalanlarınızı iftiralarınızı hep birlikte İmralı’da tartışalım” diye konuştu. Erdoğan’ın yargıya talimatlarına da “Bir ülkenin cumhurbaşkanı 7 yıl boyunca neden hergün bunları konuşur. Size güvenmiyor mu siz güven vermiyor musunuz” sözleriyle tepki gösteren Demirtaş “Lütfen susturun kendisini deyin ki "biz gereğini yapacağız, talimatı aldık başgöz üstüne zaten gereğini yapıyoruz, 7 yıldır suçsuz yere tutuyoruz" deyin” dedi. Erdoğan’ın 2022 açıklamasında “bunlar 50 küsur yurttaşımızı katletmedi mi” sözlerine de tepki gösteren Demirtaş, “Bunlar sözde Yaradan'ı yaradılandan ötürü seviyor. Hangileri, küsurları da mı? 50 küsur… İnsan canından bahsediyor. Onları biz öldürmüşüz o da buna üzülüyor!" ifadeleriyle tepki gösterdi. Erdoğan’ın kendisini hedef alarak “Bunlar Kürt değil, bunların Kürtlükle derdi yok şimdi Eş Genel Başkanı var bunun Kürtlükle alakası var mı” sözlerine de Demirtaş, “Bunu yorumlamaya gerek bile yok, ırkçı kafatasçı!” dedi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-ocalan-ile-segbisle-gorusmek-istiyoruz-ocalana-siradan-yaklasmayin/17568// | başlık = Demirtaş: Öcalan ile SEGBİS’le görüşmek istiyoruz, Öcalan’a sıradan yaklaşmayın | yayıncı = HDP | tarih = 27 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} Erdoğan’ın konuşmalarında Kobanî eylemlerinde hayatını kaybedenlerin sayısını 30, 40, 50, 51 ve 53 kişi olarak verdiğini ancak sadece Yasin Börü ismini kullandığını belirten Demirtaş, “Derdi Yasin Börü mü, hayır sadece oy istiyor. Başka isim bilmiyor. Onun için önemli değil. Zaten verdiği bilgiler yalan yanlış. U da umurunda değil” dedi. Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun “Ben gelince Demirtaş’ı bırakacağım” şeklindeki sözlerinin hukuk devletine uygun olmadığını söylemesine tepki gösteren Demirtaş, “Serbest bırakacağım sözü hukuk devletine uygun değilmiş ama kendisinin ‘Selo’yu asla bırakmayacağım’ demesi hukuka uygunmuş!” dedi. Erdoğan’ın, “Selo Kürt değil Zaza, Zaza!” sözlerini de anımsatan Demirtaş, “Kurmanc olsaydım herhalde beni bırakacaktı. Ama burada Kurmanc arkadaşlarımı da tutuyorlar. Bari Kurmancları bırakın, biz Zazalar kalırız. Suçum Zaza olmakmış! Tarihler ve rakamlar değişiyor ama yalanlar değişmiyor. Bir başka iftar programında orucunu açmış, namazını kılmış, iftar sonrasında konuşuyor. ‘Gezi’de bunlar katliam yaptı. Selo’yu çıkaracağız diyorlar. Bu teröristi nasıl çıkarırsınız?’ diyor. Bakın hemen bağladığı yer seçim kampanyası” dedi. Yine Erdoğan’ın “AKP ve Erdoğan yönettiği müddetçe siz Selo’yu meloyu çıkaramazsınız” sözlerinin altını çizen Demirtaş, mahkeme heyetine dönerek, “Bu talimat size verilmiş. Selo’yu çıkaramazsınız. Bu konuşmaların tamamında Erdoğan elini kolunu bağladığı birine meydanlarda hakaret ediyor. Sadece yalan söylemiyor aynı zamanda hakaret ediyor. Kem sözlerinin tamamını sahibine iade ediyorum” diye konuştu. Erdoğan’ın sadece benim adımı anarak yaptığı konuşmalarının sadece bir kısmı. Sadece seçim meydanlarında, televizyonda yaptığı konuşmalar bunlar. Bu bir kısmı okumam bile bir günden uzun sürdü. Bunları kamuoyunun beynine çivi gibi çaktılar. Bir algı mekanizması var. Adalet Bakanlığı, İletişim Başkanlığı, medya ayağı bunların hepsi bu algı operasyonunu büyüterek, yargının her aşamasını etki altına alarak, doğrudan yargıçları talimatlandırarak ve diğerlerini de etkileyerek 8 yıldır böyle çalışıyorlar. Bütün bunlar bu yargılamanın siyasi bir yargılama olduğunu gösteriyor. Bunu sadece biz iddia etmiyoruz, bunu AİHM Büyük Daire kararı da söylüyor. Bütün bu konuşmalara dayanarak söylüyor bunu. Sanırım Büyük Dairenin kararı açıklanacak. AİHM’deki görüşmeler bitti. AYM’deki yargılama da bitti, kararın yazıldığını biliyoruz. Bahçeli’nin AYM’yi baskı altına almasının nedeni budur. Can Atalay elbette serbest bırakılmalıdır. Ancak AYM üzerindeki baskı Can Atalay kararı nedeniyle değildir, Demirtaş hakkında vereceği olası kararla ilgilidir. AYM üyeleri benim akrabam değil ama önlerine bir dosya gelmiş. İyi ya da kötü verdiği kararı değiştirmeye ya da ertelemeye çalışıyorlar. Siz de bu yüzden kararı bir an önce vermeye çalışıyorsunuz. Çok da önemli değil. Esas olan benim vicdanımdır. Ben vicdanlarda çoktan aklandım. Bunu toplum da biliyor. Bunu AKP seçmenleri bile biliyor. Yüzlerce binlerce AKP’li ‘suçsuzluğunuzu biliyoruz’ diye mesaj gönderiyor. Benimle ilgili bu suçlamaları Süleyman Soylu, İletişim Bakanı Fahrettin, bakanlar, sosyal medyadaki troller televizyonlarda binlerce defa tekrarladılar. Bu algıyı diri tutmaları lazımdı. Öyle ki ota böceğe ilişkin tweet atan kimi AKP’li vekiller, söze ‘terörist Demirtaş’ demeden başlamıyor. Bunları burada tekrarlamaya kalksak aylarca sürer. Bunlar yeniden benim ağzımdan kayıtlara geçsin. Yarın öbür gün bu dosya açıldığında kumpas nasıl kurulmuş bunu herkes görsün. Dokunulmazlıkların kaldırılması sürecine ilişkin AİHM tarafından alınan ihlal kararının da ilgili mahkeme tarafından tanınmadığını dile getiren Demirtaş, “Bu kararları görmezden geldiniz, çünkü Erdoğan tarafından talimatlandırıldınız” dedi. Demirtaş, dokunulmazlıkların yasal olarak nasıl kaldırılacağına ilişkin teknik bilgileri de paylaşarak, “30 ayrı fezlekem varsa bunların her biri için ayrı ayrı savunma yapma hakkım var. Zaman sınırı olmadan. Bizim dokunulmazlıklarımız kaldırıldığında benim 142 konuşmamdan dolayı fezlekem vardı. Arkadaşlarımın da fezlekeleri vardı. O zaman tartıştılar, her bir fezleke için bu usul üzerine tartışmalar yürüttüler. Çağın büyük hukukçusu mucit Prof. Dr. Mustafa Şentop bunu ortaya attı, onlar da ikna oldular. ‘Anayasa’ya aykırı ama deneyelim’ dediler. Formül neydi? ‘Bir defaya mahsus anayasaya geçici bir madde koyarız ve bütün vekillerin dokunulmazlıklarını geçici olarak kaldırırız’ dediler. Bir defaya mahsus. AİHM’in de tespit ettiği gibi bir tek kişiye ve bir tek olaya ilişkin anayasayı değiştiremezsiniz. Ancak bir kanun değişikliği ile anayasa değişikliği yapıldı. Anayasa’ya ek 20'nci maddesi böyle değiştirildi. Dokunulmazlıkların da Erdoğan’ın talimatıyla kaldırıldığını belirten ve Erdoğan’ın bu konudaki pek çok açıklamasını hatırlatan Demirtaş, “Yine bir algı operasyonu ile mikrofon bulduğu her yerde açıklamalar yapmış. Fezlekeler tozlu raflarda kalmamalı demiş. Sonra ne oldu? CHP’nin ‘Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz’ demesiyle birlikte Meclis bunları hızla işleme almaya başladı. Bizim her bir fezlekeyle ilgili kendimizi savunma hakkımız varken, bunların hiçbiri tanınmadan dokunulmazlıklarımız düşürüldü” diye konuştu. “Bu karardan sonra algı operasyonları hemen başladı, ‘zırh düştü’ manşetleri atıldı” diyen Demirtaş, Anayasaya aykırı yapılan bu işleme rağmen o dönem dokunulmazlıklarının sürdüğünü söyledi. Yapılan değişiklikle o tarihe kadarki fezlekelerle ilgili dokunulmazlıkların kaldırıldığını ve yasada başka bir cümle olmadığı için o tarihten sonra dokunulmazlıkların devam ettiğini belirten Demirtaş, devamla şunları söyledi: Anayasa değişikliği hatalıydı. Dokunulmazlıklar geriye doğru kaldırıldı. O tarihten sonra bütün vekillerin dokunulmazlığı devam etti. O yüzden ifade vermeye gitmeyiz dedim. Dokunulmazlığımız devam etmesine rağmen bakın ne oldu? Türkiye’de bir koordinatör savcılık, bölge savcılığı yoktur. Fakat 4 Kasım 2016 gece 01:00’de Türkiye’nin 4 ilinde 10 milletvekili evlerinin kapıları çalınarak gözaltına alındı. Soruşturmayı yürüten Diyarbakır Savcısı. Niye Diyarbakır Savcılığı bu soruşturmayı yürütüyor bilen yok. Diyarbakır Savcısı hangi yetkiyle İstanbul’dan, Ankara’dan milletvekili gözaltına aldırıp Diyarbakır’a getiriyor? Usulde zerre kadar yeri olmayan bir şey yaptılar. Bütün savcılar tutuklanmamıza bir iki gün kala yetkisizlik kararı verip dosyayı Diyarbakır’a göndermişler. Örneğin Bingöl’deki soruşturmamda tutuklanmaya 4 gün kala yetkisizlik kararı verilip Diyarbakır’a gönderilmiş. Gerekçe yok. Konuşma senin ilinde yapılmış, niye yetkisizsin? Batman’daki bir dosyada mitingde yaptığım bir konuşma var. Bakın Batman ne yapmış? Sadece bu bile kumpasın boyutunu gösterecek dehşet bir şeydir. Batman Savcılığı soruşturmayı bitirmiş, dava açmışlar. Ama Demirtaş’ın bütün dosyaları Diyarbakır’a gönderilecek talimatı gelince Ağır Ceza Mahkemesi kendisine gelen iddianameyi gerekçesiz iade etmiş. Savcı iade gelen dosyayı ne yapar, ya tamamlar ya da soruşturmayı düşürür. Ama Batman Savcısı bu dosyayı Diyarbakır’a göndermiş. Batman Savcısı ‘Sanığın Diyarbakır Milletvekili olması nedeniyle’ diyerek dosyayı Diyarbakır’a göndermiş. Ama ben İstanbul Milletvekiliyim, Batman Savcısı bunu bilmiyor. Kim yaptı bu organizasyonu? Savcılar birbirini arayıp ‘kardeş bu dosyaları Diyarbakır’a gönderelim’ demediğine göre, bir koordinatör savcı ya da Türkiye savcısı olmadığına göre kim yaptı bu organizasyonu? Biraz önce Erdoğan’ın açıklamalarını okuduk. Niye bu dosyaları Diyarbakır’a gönderiyorlar? Tek bir fezleke ile tutuklama yapamazlar, o yüzden bütün dosyaları bir araya getirmişler. Gece 01:00’de kapımızı çaldılar, bekliyorduk zaten. Kızlarımız uyanmasın diye rica ettim, kapıyı kıracaklarını söylediler. Küçük kızım büyüdü, şimdi hukuk fakültesinde okuyor. Bütün siteyi kar maskeli polisler sarmış, gözaltına almaya gelmişler. Kar maskeli polisleri binadan boşalttırdım. İnsanları korkutmaya hakkınız yok dedim. Valizim hazırdı, okuyacağım kitaplar hazırdı. Bir an önce geri dönmek üzere söz verdim. Döneceğim kızım, sözümden dönmüş değilim. Emniyet’te işlemlerim sürerken televizyonda izledim. Yayınlar başlamıştı, programcılar hazırdı. Manşetler de hazırdı. AKP’li vekiller söylüyordu şu şu isimler alınacak diye. 6 Ekim’de yapacaklardı operasyonu, biraz sarkıtmak zorunda kaldılar. Diyarbakır Savcılığında 3 genç savcı vardı karşımda. Arkalarında Osmanlı Ocakları armalı takvim vardı. O sırada şiddetli bir bomba patladı. Diyarbakır Emniyeti önünde araç patlatmışlar. Savcılara döndüm dedim ki ‘İnşallah kimseye bir şey olmamıştır ama bu isterseniz Demirtaş’ı tutuklamayın bombasıdır. Gözdağıdır’. Benim oradan geçeceğimi mi düşünüyorlardı bilmiyorum ama bu patlamanın failleri hâlâ ortada yok. Önce PKK dediler, sonra IŞİD dediler, sonra bilmem kim dediler ama failler yok. Bir katliamı o gece yaptılar. Kurtça Eker’e hazırlattılar iddianameyi. Tanımam etmem Kurtça Eker’i ama Şamil Tayyar yazdı Demirtaş’ın iddianamesini bir Fethullahçıya hazırlattılar diye. O gece savcılara, ‘Kimsiniz, beni nasıl aldırırsınız, milletvekilinin evini bastırıp tutuklanmak sizin haddinize mi?’ dedim. 3 tane tıfıl savcı önüme koymuşlar. Onlara ifade vermeyeceğimi söyledim. Ondan dolayı da hakkımda soruşturmalar açıldı. Beni alıp havaalanına götürdüler, bir küçük özel jet bir tane de THY'ye ait uçak apronda bekliyordu. Figen Başkan ‘Üzerinde para var mı?’ dedi, hayır deyince, ‘Sana lazım olur’ dedi ve cebinden çıkardı 200 TL’yi, 100 TL’sini bana verdi. O zaman 100 TL iyi paraydı. Şimdiki gibi 5 kuruş değildi. Sonra anladım Figen Başkanın bana nasıl bir iyilik yaptığını. Benle Figen Başkanı özel jetle, diğer arkadaşlarımızı da THY uçağıyla götürdüler. Her şey hazırlanmıştı. Bizi Kandıra’ya götüreceklerdi. Sonra sivil giyimli biri geldi ve dosyamın üzerine Edirne yazdılar. Buradaki (Edirne) cezaevindekiler şaşırdılar. Yalnız kalmayayım diye Abdullah Zeydan’ı da buraya getirmişler. Her şey o kadar hukuksuz, ahlaksız ve namertçe yürüdü ki. Edirne Cezaevi evime, aileme 1700 km uzakta. Her hafta gelmeyin dememe rağmen ailem her hafta geliyor 3400 km. Avukat arkadaşlar -minnet duyuyorum- her gün geliyorlar. Bu sıkıntıları yaşatabilmek için Yunanistan sınırındaki cezaevine koydular beni. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumun ardından Türkiye’de bir yıkım sürecinin başladığını söyleyen Demirtaş, “Bunu kimseye anlatamadık. Kritik seçmen bizdik. Biz içeride olmasaydık bu yıkımın önünü alabilirdik. Ekonomi çöktü. ‘Yanlış yapıyorsunuz, bir sistem getiriyorsunuz ama bu Türkiye gerçeğine uygun değil’ demiştik. ‘Devlet yapısı tek kişi tarafından yönetilecek bir devlet değil. Yapısı buna uygun değil’ demiştik. Devletini tanımıyor bu Türkler. Depremde enkaza gidemediler. Sosyolojik olarak mümkün değil. İstediğiniz kadar inkar edin. Türkiye çok kültürlü bir ülke. Böyle bir ülkeyi tek kişi temsil edemez. Bunları uyardık ama bizi yargının önüne atıp 2017 referandumunu hileyle hurdayla geçirdiler. O zaman partimizin eş genel başkanıydık, uyardık. O dönem partimizin yapması gereken tek şey kampanya yapılamaz kampanyası yürütmekti. Arkadaşlarımız hayır kampanyası yürüttüler. Yanlış yaptılar. Bu da her şeyi, tutuklanmamızı normalleştirdi. Kobanî soruşturmasında ilk olarak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” ve “2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet” suçlamalarıyla karşı karşıya kaldıklarını ancak Erdoğan’ın “cinayet” suçlamasını öne sürdüğünü belirten Demirtaş, “Asliye Cezalık suçlar. O dönem ‘Cinayetten yargılanmıyoruz. Bunu ispatla, senin lehine adaylıktan çekilirim’ dedim. Bu tweeti attığım gün Savcı Ahmet Altun tarafından hakkımızda ikinci Kobanî Davası başlatıldı. Erdoğan’ın talimatıyla açıldı. Ben mertçe çağrı yapıyorum, o arkamdan dümen çeviriyor. Ahmet Altun kim? O dönem yargılandığımız davanın duruşma savcısı. Duruşmada beni dinliyor, sonra arkadan gidip gizli soruşturma yürütüyor. AİHM o esnada kararını açıklayacak. Uygulanmamış bir tahliye kararı var, avukat arkadaşlarımız Brüksel’e gitmişler. Avukatlar olmadığı için duruşmaya mazeret sundum. 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi avukatlarım olmamasına rağmen ısrarla beni duruşmaya çağırıyor. Gide gide akraba olmuştuk. Allah korusun heyetin başına bir şey mi geldi gidip bakayım dedim. Gittim, Murat Bey ‘Hakkında tahliye kararı verdik’ dedi. ‘Bu karar AİHM Büyük Daire kararı öncesinde oradaki avukatlara bir koz olsun diye verdiğiniz bir karardır’ dedim. Çünkü bu karara rağmen bırakılmazdım. Akın Gürlek Davasında hüküm giymiştim. Günlerce bu hukuksuzlukları anlatabilirim anlatacağım da çünkü dava budur, zaten başka bir şey yok ki. Akın Gürlek Davasında hakkında verilen 4 yıl 8 ay hapis cezasını ve bunun hızlandırılmasına dair yapılan hesaplamaları da anlatan Demirtaş, “Bu konuşma Kazlıçeşme’de yaptığım bir barış konuşmasıydı. Yandaş medya bile ‘Demirtaş’tan barış çağrısı’ diye verirken, bu konuşma hakkında propaganda soruşturması açıldı. Diğer propaganda dosyaları ile birleştirilmedi. Bu dosyadan Türkiye tarihinde propagandadan verilen en yüksek ceza verildi. Peki, niye 5 yıl vermediler, 4 yıl 6 ay vermediler de 4 yıl 8 ay ceza verdiler? 5 yıl ceza verseler o dönemki düzenlemelere göre Yargıtay’a gidecek. 4 yıl 8 ay ceza ile beni 2023 seçimlerine kadar siyasi yasaklı hale getirdiler. Bu kararı siparişle verdiler” şeklinde konuştu. Kardeşim Avukat Aygül ile görüşüyorduk cezaevinde. Görevliler geldi ve dediler ki ‘Ankara’da savcı seni SEGBİS’e istiyor’. Hakkımda bir dava yok, bir dosya yok. Sonra bağlandık SEGBİS’e. Savcı Ahmet Altun bugün suçlandığımız suçlamaları sıralayarak şüpheli sıfatıyla ifade almak istediğini söyledi. Ben de ‘Tamam ifademizi verelim ama avukatlarımla görüşelim. Gerekli dosyaları alsınlar biz de bir hazırlık yapalım, ifade verelim’ dedik. Savcı, ‘Tamam avukatlarınız bizimle iletişime geçsin, sonra ifadenizi alalım’ dedi. Ama SEGBİS’i kapatır kapatmaz savcı beni tutuklamaya sevk etmiş. Kumpasa bakar mısınız?” AYM’nin, kendisi hakkında “uzun tutukluluk ve seçme ve seçilme hakkının ihlali”ne ilişkin yapılan başvuruda ihlal kararı verdiğini hatırlatan Demirtaş, “AYM kararı pratikte bir işe yaramadı ama şunu teyit etti. Benim cumhurbaşkanı adayı olarak içeride olmamın hak ihlali olduğuna hükmetti. Dolayısıyla 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi gayrimeşrudur” dedi. AYM’nin ikinci tutukluluk başvurusuna ilişkin 4,5 yıldır karar vermediğini ifade eden Demirtaş, “AYM de kumpasın bir parçasıdır. 4,5 yıldır başvuruma ilişkin karar vermedi. İki kez gündeme aldılar ama karar vermediler ya da kararı açıklamadılar. Ne zaman karar verecek onu da bilmiyoruz” dedi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-erdogan-in-derdi-yasin-boru-degil-sadece-oy-istiyor/17569/// | başlık = Demirtaş: Erdoğan'ın derdi Yasin Börü değil sadece oy istiyor | yayıncı = HDP | tarih = 27 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==28 Aralık== 2015 Haziran seçimlerinin Türkiye’nin en kritik seçimlerinden biri olduğunu ifade eden Demirtaş, “Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan Kürtler başta olmak üzere tüm kimlik ve inançların devlet ideolojisi dışında hep birlikte örgütlendikleri HDP yüzde 13,2 oyla parlamentoya girerek herhangi bir partinin tek başına çoğunluğu elde etmesini önlemişti. O dönemde Türkiye siyasetini etkileyen yeni bir uzlaşı imkanı gerçekleşti. Toplumsal uzlaşı ve barış için gerekli olan bütün demokratikleşme adımlarının savunulduğu bir hat karşısında milliyetçi dinci AKP-MHP bloğunun neden kurulduğunu anlatmaya devam edeceğim çünkü hala iktidar davaya müdahale oluyor, algı yaratıyor.” dedi. 2012 yılındaki açlık grevlerinin PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın mektubuyla sonlandığının ve sonrasında başlatılan Çözüm Süreci ile Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğinin altını çizen Demirtaş, “Biz de HDP olarak bütün bu süreci destekleyen, görüşmeleri destekleyen bir partiydik” dedi. Çözüm Süreci devam ederken Erdoğan’ın yaptığı kimi açıklamaları hatırlatan Demirtaş, çözüm sürecini destekleyen Erdoğan’ın, “Çatışma uzlaşmadan ve öldürme yaşatmaktan daha kolaydır, biz zora talibiz’, ‘barış istemeyenlerin oyununu milletimizle bozacağız’, ‘her yıl belli sayıda şehit vermeyi büyük bedeller ödemeyi sineye çeken, kabullenen bir anlayış ne insanidir, ne de vicdanidir’, ‘Kirli bir savaşın kazananı şerefli bir barışın kaybedeni olmaz” şeklindeki sözlerini hatırlattı. Demirtaş, şöyle devam etti: Bu mesajları paylaşan Erdoğan aynı zamanda İmralı’daki görüşmeleri sıklaştırdı. 2014 yılındaki Kobanî olaylarının yaşanmasından sonra görüşmeler sıklaşmış ve benim de içimde olduğum heyetler görüşmelere devam ediyordu. Biz elimizden gelen gayreti sürdürüyorduk. Bir protokol üzerinde ısrar ediyorduk. İstanbul Dolmabahçe Sarayı"nda hükümet yetkilileriyle bizim de katılacağımız bir protokoldü. Bu protokol Türkiye’nin bir daha silahla, çatışmayla anılmayacağına dair bir protokoldü. O protokole bir kısım tepkiler gelirken, Türkiye genelinde olumlu karşılandı. 1984’ten beri Türkiye’de acılara neden olan süreç kapanırken, siyaset öne çıkacak diye herkes seviniyordu. Bu süreçte HDP’nin çağrısı olmuş, hedef gösterilmiş ama buna rağmen bir komplo kimsenin aklına gelmemişti. Meclise ait bir sarayda açıklama yapıldı, bu öyle sıradan bir şey değil. Bugün terörist olarak suçladıkları bir parti ile hükümet ortak bir deklarasyon yayınladı. Biz tarafı değildik ama bütün o süreçte yer aldığımız için deklarasyonu Sırrı Süreyya Önder okudu. O toplantının ardından iktidar medyasında büyük bir coşku vardı, barışın kutlamaları yapılıyordu. Aynı gün yaptığım açıklamada, ‘Bundan sonra atılması gereken adım, bir akil insanlar heyetinin İmralı’ya gidip nihai olarak kendisinden (Öcalan) bir mektup almasıdır. Akil insanlar önünde Öcalan, PKK’ye silahları bırakmaları ve bu çatışmaların bitmesi yönünde bir çağrı yapacak. HDP heyeti de olacak. Bütün o toplantı sonucunda çıkan tutanak da akil insanlar, devlet ve bizim tarafımızdan imzalanacak. Atılması gereken adım buydu. Ben de o gün bu açıklamayı yaptım. Hazırlıklarını tamamlayan herkese çağrı yapıyoruz’ dedim. Çünkü provokasyonlar var, süreç bozulabilir tedirginliği vardı. Bu işi hızlandırmak istedik. Ancak mutabakatın açıklanmasından bir kaç gün sonra 22 Mart 2015’te Erdoğan şöyle bir açıklama yaptı: Ben oradaki toplantıyı doğru bulmuyorum. Yaklaşık 22 gün sonra bu açıklamayı yaptı. Oysa 28 Şubat’ta Erdoğan, ‘Bu hasretle beklediğimiz bir çağrıdır’ açıklaması yapmıştı. Tabi ki bu çelişki kamuoyunun, hükümetin dikkatini çekti. Ne oldu da Erdoğan 22 günde fikrini değiştirdi? 7 Mart’ta Erdoğan'ın bir açıklaması daha var: '400 vekil verin bu iş huzurla çözülsün.' 11 Mart’ta Erdoğan bir demecinde, ‘Öcalan’ın çağrısı önemlidir’ diyor. Hala mutabakatı reddetmiş değil. Bu arada 17 Mart’ta benim de ‘Seni başkan yaptırmayacağız' açıklamam olmuştu. Erdoğan’a da bizden önce Bülent Arınç cevap verdi ve ‘Erdoğan’ın haberi olmaması imkansız, kendisinin bilgisi dahilinde bu mutabakat yapıldı’ demişti. Erdoğan bu isimlerin üzerinde çalışmış, kimilerini reddetmiş, karşılıklı çalışmalar yürütülmüş ve en nihayetinde Erdoğan 'uygundur' demiş. Fakat Erdoğan’ın sadece bir hamle kalmış olan süreci neden bitirdiğini biz hala bilmiyoruz. Deniyor ya ‘Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ açıklamasıyla süreç bitti’. Bunda haklılık payı yok. Çözüm süreci Erdoğan’ı başkan yaptırmak üzerine başlatılan bir süreç değil ki! Erdoğan ‘Biz zora talibiz’ demişti. Çözüm Süreci’nde Erdoğan’a başkanlık sözünün verilmediğini, kendisinin de HDP’den bu yönde bir talebi olmadığını dile getiren Demirtaş, “AKP’nin önerdiği teklife karşı çıktık ve Meclis’te tıkandı ama bu daha önceki bir çalışmaydı. Çözüm sürecinde böyle bir çalışma olmadı” dedi. HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararının ardından Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatı’nı ve Akil İnsanlar Heyeti'ni tanımadığını ifade eden Demirtaş, “O tarihten sonra Türkiye bir daha huzura kavuşmadı. Keşke cesur bir gazeteci çıksa da kendisine, ‘Bu kadar insanı içeri attırdınız, her gün cenazeler geliyor. Acaba Akil İnsanlar Heyeti'ni İmralı’ya gönderseydiniz Türkiye bambaşka bir yer olmayacak mıydı?’ diye sorsaydı. Haziran seçimleri daha biz kazanmadan Erdoğan’ın fikrinin değiştiği bir döneme tekabül ediyor. '7 Haziran seçimlerinde HDP rahat rahat çalışma yürüttü’ diyor bazıları. Hatta bazıları, ‘Bu devletin size verdiği imkanı doğru kullanamadınız’ diyor. Sanki devlet bize KPSS ile 80 vekil verdi, biz de doğru kullanamadık.” sözlerine yer verdi. Sonrasında yaşanan provokasyonları anlatan Demirtaş, devamla şunları söyledi: “15 Mayıs 2015’te Tekirdağ’daki seçim irtibat büromuz 80 kişilik ırkçının saldırısına uğradı, polisler hiçbir şey yapmadı. 18 Mayıs’ta Adana’da il binamıza bombalı saldırı düzenlendi. 4 partilimiz yaralandı. Aynı günde Mersin’de il binamıza bombalı saldırı düzenlendi. Şans eseri ölen ve yararlı olmadı. Benim miting yapacağım kentti o günlerde Mersin. Toplantı yapacaktık, iptal oldu. Benim de toplantıda olacağım yerde bir gün önceden konulmuş bomba patlatıldı. Buna karşın hiç bir şekilde sağduyuyu elden bırakmadan insanlar galeyana gelmesin diye mitingte barış, kardeşlik çağrısı yaptık. Kitle çok öfkeliydi çünkü benim de dahil olacağım toplantıya suikast denemesi yapılmıştı. Ancak ben ‘geçtiğiniz her yerde herkese selam verin, uygunsa gidin çayını için ama en küçük bir tatsızlığa, provokasyona izin vermeyin. Bu bombayı patlatanlar bunu istiyor’ dedim. 3 Haziran günü Karlıova’dan gelirken uzun namlulu silahlarla saldırıya uğrayan seçim arabamızın şoförü saldırıya uğradı, failleri hala bulunamadı. 4 Haziran’da Erzurum mitingi öncesinde mitinge gelenlerin araçları ateşe verildi, seçim minibüsünün içerisindeki arkadaşımız diri diri yakılmaktan kurtuldu. 38 kişi yaralandı. Buna rağmen yine sağduyulu davrandık. Biz Erzurum’dan çıkana kadar tüm araçlarımız taşlandı. Tarih 4 Haziran, seçimlere 3 gün var. Neden oluyor bunlar? Erdoğan’ın ‘terörist, Yasin Börü'nün katili’ açıklamaları nedeniyle oluyor. Biz de barış çağrıları yapıyoruz. 5 Haziran’da Diyarbakır mitingimiz vardı. DAİŞ’in bombalı saldırısı oldu, ne çabuk unutuluyor? O gün ben sahnenin arkasında bekliyordum, konuşmak için çıkmak üzereyim. O sırada İdris Baluken sahnede konuşuyor. İçinde bulunduğum zırhlı aracı yerinden zıplatacak kadar büyük bir patlama sesi duyduk. İlk olarak kitleyi izdihama sürüklemeden ‘trafo patlamış’ denildi. Bir an önce beni oradan çıkarmaya çalıştılar, kabul etmedim. ‘Yüz binlerce insan oradayken nasıl gideceğim?’ dedim. Araçtan indim, bir yandan da polis gaz atıyor. Nefes alamıyoruz, gazın etkisiyle yaralılar nefes alamıyor. Tam bir vahşet ortamı. Benim bütün ailem miting alanında. Biz o ortamda en küçük bir taşkınlık olmasın diye sağduyu çağrısı yaptık. Kitleyi parti binasının önüne çağrıdık ve orada açıklama yaptım. ‘Asla provokasyonlara gelmeyeceğiz’ dedim. Bombayı patlatan DAİŞ’ten araması olan ve bir gece öncesinde asker kaçağı olduğu belirlenen kişi. Bir gece öncesinde Diyarbakır'da bir otelde gözaltına alındığı ve serbest bırakıldığı öğrenildi. Bombayı patlatan kişi daha sonra Gar Katliamı’nı gerçekleştiren arkadaşlarıyla buluştu. ‘Mitinglerimizi iptal etmiyoruz, kitlemizi sandığa götüreceğiz’ dedik. Bir gün sonra İstanbul ve Van mitinglerimizi yaptık. O bombalı saldırılarla bir 2 puan oy kaybettik. Seçime 2-3 gün kala patlayan bombalarla bizi yanyana göstermeye çalıştılar. ‘Oylarını artırmak için mitinglerinde bomba patlattılar’ dedi iktidar medyası. Esra Elönü, ‘Demirtaş’ın sazı mı patladı’ diye tweet attı. Neler neler yapmadılar! Bizi bugün provokatör olarak yargılıyorsunuz da kimler neler yapmış bir bakın.” ''(Demirtaş, 7 Haziran 2015 tarihli seçimlerin ardından HDP’ye dönük gerçekleşen diğer provokatif eylemleri de hatırlattı.)'' Provokasyonların Erdoğan’ın kışkırtmaları sonucu gerçekleştiğini ifade eden Demirtaş, “Böyle bir ortamdan sonra dokunulmazlıklarımız kaldırıldı, böyle bir ortamda seçimlere girdik. Devletin bizzat organize ettiği bir süreçti. Aynı Çorum, Gezi, Maraş ve Kobanî gibi. Hepsi devlet ve devlet içerisindeki provokatörler tarafından planlandı. Faillerin hiçbiri yargılanmadı. Bize uygulanan hukuk buydu. Orman kanunlarıyla seçime girdik biz. 'HDP tahrik etti' demesin kimse, tahrik edenler bugün ülkeyi yönetiyor. Hesap vermesi gereken iktidar, bizden hesap soruyor. Bütün bunlara rağmen hukuktan vazgeçmedik, hukuku savunduk” diye konuştu. Demirtaş, hakkında çeşitli tarihlerdeki farklı konuşmalarıyla ilgili hazırlanan ve 31’i dava dosyasında toplanan 122 adet fezleke hakkında değerlendirmelerde bulundu. Parti yöneticilerinin birbiriyle yaptıkları telefon görüşmelerinin illegalize edildiğine dikkat çeken Demirtaş, “Hasta bir yurttaş için bir belediyemizin ambulansını Hakkari’ye göndermemize dair yaptığımız görüşme örgütsel iletişim sayılmış. Yine Kamuran Yüksek ve Nadir Yıldırım kendi aralarında konuşmuşlar. Erzurum Cezaevi’nde açlık grevleri varmış. ‘Milletvekilleri orayı ziyaret etse iyi olur' gibi şeyler söylemiş yanlış hatırlamıyorsam. Ben de Grup Başkanvekili olduğum için kendi aralarında konuşurken ‘onu arayıp söyleyelim’ demişler. Kamuran Yüksek Genel Başkan Yardımcımız. Nadir Yıldırım da Parti Meclis Üyemiz. Osman Baydemir beni aramış. Murat Karayılan çözüm sürecine dair bir açıklama yapmış Osman Bey de bunu önemsediğini belirtmiş ve beni arayarak ‘sen okuyabildin mi önemli bir açıklama’ diye bana söylemiş. Osman Baydemir Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı. Onu da KCK üst düzey yöneticisi olarak yaptığım görüşmeler arasında saymışlar.” diye konuştu. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) kuruluş ve örgütlenme sürecine dair 2 No'lu fezlekedeki iddialara cevap veren Demirtaş, “DTK’nin önünden geçmiş olmak örgüt üyeliği olarak kabul ediliyor” dedi. Osmanlı yönetiminin merkezi olarak Kürdistan eyaletinin özerk statüsüne müdahale etmeye başladığından beri bu coğrafyada Kürt sorununun devam ettiğini ifade eden Demirtaş, “Bana sorsanız Kürt sorunu 1071’den sonra başladı. Bin yıldır sadece kazık yiyoruz. Kürtlere, kendi anavatanında bir türlü kendini yönetme hakkı tanınmadı. Herkes Zagros halkını sınır bölgesinin jandarması olarak düşünmüş. Zaman zaman o taraftan, zaman zaman bu taraftan vurmuş bu halkı” dedi. Demirtaş, şöyle devam etti: 2010’lu yıllardan itibaren ise Kürtler, bir arada yaşamanın bir tecellisi olarak sivil örgütlenmeye gittiler. Benim partimin çizgisi Türkiye’de birlikte yaşamanın ve Kürtlerin bu coğrafyasında kendisini ifade etmesinin mücadelesini yürüttü. Bütün Türkiye genelinde yönetim modelinin değişmesi gerektiğini savunduk. Kürtlere has toprağa veya bölgeye bağlı bir eyalet sistemindense bütün Türkiye’de yerelden yönetimin güçlendirilmesini savunduk. Türkiye’nin genelinde yerelden yönetim güçlendirilirse Kürtler de kendi kaderini tayin hakkını bölünmeden kazanmış olur. Neden her yerde yerel yönetim diyoruz? Türkiye’nin her yerinde farklı kimlikte insanlar yaşıyor. Bir bölgeye has federatif yapı, Türkiye’nin geri kalanıyla bu bölge arasındaki farklılıklar gerilimlere yol açabilir. Bir ülkede bütünlüklü demokrasi oluşmuyorsa bir bölgenin federatif yapısı o halkın sorunsuz yaşamasına yol açmıyor. Bizim savunduğumuz demokratikleşme programındaki idari model işin resmi tarafındadır. Yerel yönetimlere verilen yetki arttıkça devlet demokratikleşir. Türkiye yerinden yönetimi uygulamayan istisnai bir ülkedir. Uzaktan yönetmek artık çok zor. DTK bunun neresinde yer alıyor peki? Resmi olarak idarenin demokratikleşmesi dışında toplumun demokrasiyle buluşması ayağı var. Devlet demokratikleşince otomatik olarak toplumdaki demokrasi anlayışı benimsenmiyor. 1071’den itibaren Kürt sorununu yaşayan Kürtler bin yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti ile parlamentosunda, Oslo’da, İmralı’da bunu açıktan konuştu. ‘Bin yıldır hem kardeşiz hem sorun yaşıyoruz’ denildi. Bölünme olmayacak, şiddet olmayacak, devlet operasyonu olmayacak. Tamam nasıl çözeceğiz o zaman? Türkiye Cumhuriyeti’nin de 600 yıllık Osmanlı geleneği var. Elmalı şeker verip kandıramazsınız. Bu görüşmelerden biri de İmralı’da oldu. Aynı zamanda Oslo’da devam ediyor. Bu bahsettiğim konular görüşülüyor işte. Ortaklaştıkları nokta ne? Şiddet, terör olmayacak. Bölünme olmayacak. Kürtler inkar edilmeyecek. Kürtlerin yönetime katılma hakkı tanınacak. Devlet gitmiş konuşmuş bizzat. Savcı diyor ki 'DTK Öcalan’ın emir ve talimatlarıyla kurulmuş', hayır! Halkın talepleriyle kuruldu. Orada yürüyen tartışmalarla sivil hayattaki tartışmalar birbirini beslemezse barışın hayata geçme şansı yok. DTK işte toplumun demokratikleşeceği sivil bir yapı olarak hayata geçti. DTK’nin içerisinde bazı AKP ve CHP temsilcileri de vardı. Bütün inanç temsilcileri de vardı. Hayatı boyunca birbirine selam vermemiş insanlar DTK’de kaynaştı. Hayvan hakları savunucuları da orda, kasaplar da orada. Herkes kendi sorunlarını, beklentilerini açıkça konuşurken herkes duysun amacıyla toplandı. Bu kültürün gelişmesi lazım. İnsanlar kararların inşa süreçlerinin içerisinde oldukça demokrasiyi anlarlar. DTK toplumun demokrasi kültürüne kavuşması, toplumun sorunlarını resmi kurumlara taşıması için kurulmuştur. DTK hakkındaki tüm iddiaların tamamı konferanslar, toplantılar. Nerede bombalı saldırı düzenledi DTK? Şimdi TC’nin bir karar vermesi gerekiyor artık. Kürtler kararını verdi. ‘Çözüm yöntemimiz budur’ dedi. Bütün Türkiye için lazım. TC de buna karşı beklentilerinde haklıdır. 'Şiddet olmayacak, savaş olmayacak' diyor. Olmaması lazım tabii. Bunun yolu müzakere. Film nerede koptuysa oradan tekrar başlamak gerek. Türkiye’nin 81 kentinde de demokrasinin konuşulduğu bir yöntemin konuşulması gerek. Ne yapmayı düşünüyorsunuz? Kürtlere 1915’te Ermenilere yapılanı yapmayı düşünüyorsanız aklınızdan bile geçirmeyin. Yapılacak tek şey barıştır. Türkiye Suriye Kürdistan’ını bombalasın, içeride soykırımı dayatan anlayışlara yol versin, siyasetçilerini tutuklasın! Kürtler ne yapacak? Suriye’deki, Irak’taki Kürtler ne yapacak? Buldukları ilk fırsatta devletlerini kuracak. Kim onlara hain diyebilir? Yazık değil mi, sırf Kürt anasını görmesin diye Türkiye felakete sürükleniyor. DTK’yi terör örgütü olarak görüyorsun ama aynı zamanda Filistin’de 'HAMAS ile görüşülsün' diyorsun, güzel. Yahudi halkının da Filistin halkının da devlet hakkı var. Doğru. Peki kendi ülkene dönüp bakınca neden bunları söyleyemiyorsun. Biz düşman ya da vatan haini değiliz ya. Biz kendi vatanımızdayız. Kürdün vatanına ihanet ediliyor. Bizim dilimize hakaret ediyor. Küçük bir sivil toplum platformu denemesi bile yıllar sonra Kürtlerin yıllarca cezaevine girmesine yol açıyor. DTK’nin sadece sivil toplum örgütleri tarafından değil, Meclis tarafından da muhatap olarak kabul edildiğini aktaran Demirtaş, Meclis Anayasa Uzlaşı Komisyonu’nun DTK’nin gerçekleşen kongresi öncesi yazdığı resmi yazıyı okudu. Demirtaş, “Eğer Cemil Çiçek’i DTK’den tutuklayıp yanımıza getirirseniz, o zaman kabul ederim. Meclis Başkanı kendisi muhatap almış. Çağırmış, dinlemiş. DTK de gitmiş Meclis’te komisyona sunum yapmış. Ki devlet muhatap almasa da DTK meşrudur” dedi. Türkiye ve Kürdistan halklarının geleceği için diyalog kanallarının açılması gerektiğini dile getiren Demirtaş, “Bizimle, İmralı’daki Abdullah Öcalan ile, partilerle görüşülmesi gerekiyor. Bunlar sağlanırsa gelen fırtınadan Türkiye kendini korumayı başarır. Her açıdan bu coğrafya dünyanın merkezidir. Dünyanın merkezini yöneten insanların aklının başında olması lazım. Her gün yalanlarla, kumpaslarla, küfürlerle yönetilecek bir ülke değil burası. Çok kıymetli bir coğrafya burası ama bu kadar rezil hale getiren yönetim daha ne kadar ülkeyi yönetecek bilmiyoruz. Biz elimizden geleni yapıyoruz. 2007’den beri DTK konusunda aynı şeyleri söylüyoruz ama iktidarda istikrarsızlık var. Bir gün Öcalan ile görüşülebilir, diğer gün yasak. Bir gün öyleler, bir gün böyleler. Kumpası yapanlar da algıları yaratanlar da bunlardır” dedi. İddianamede yer alan suçlamaların tamamını reddettiğini dile getiren Demirtaş, “Biz de bilirdik Erdoğan’a bir özür mektubuyla serbest kalmayı. Yapanlar olmadı mı? İşte Nazlı Ilıcak’ları görüyoruz. Bu duruşma salonunda dahi oldu. Ama bunun barışa bir faydası olmaz. Biz barış için bu bedelleri ödüyoruz. İki halka da çok yazık. Biz savunduğumuz barışçıl, insani, ahlaki, hukuki fikirlerimizden vazgeçmeyeceğiz. Bu düşüncemiz hangi dinden olursanız olun ona uygundur. Hiç kimseyi dışlamadan, birleştiren bir anlayışı savunuyoruz. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneteceğiz. Bitti o iş. Türkiye’yi bu zihniyet yönetmelidir. Bizim zihniyetimizde kimse zulüm görmez. Herkesin dili, inancı özgürdür. Doğaya, cinsiyetlere saygılıdır. Biz bundan geri adım atarsak insanlığımızdan, onurumuzdan taviz vermiş oluruz. Biz cesaretimizi haklılığımızdan alıyoruz. Başka bir gücümüz yok. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kurtler-cozumden-yana-kararini-verdi-devletin-de-karar-vermesi-lazim/17570/ | başlık = Demirtaş: Kürtler çözümden yana kararını verdi, devletin de karar vermesi lazım | yayıncı = HDP | tarih = 28 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==29 Aralık== “13 Kasım 2012’de Mardin’de yaptığım bir konuşma mütalaada suç olan lanse edilmiş. Konuşmam Kürtçe ve açlık grevleriyle ilgili. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü, açlık grevinde bulunan tutsakların talebi ve ben de buna vurgu yaptım. Bu konuşmam suçlama konusu olmuş ve 6 yıl sonra fezleke hazırlanmış. Fezlekede Ahmet Türk’ün konuşması ile benim konuşmamı karıştırmışlar.” Sayın demek suçsa Türkiye’nin yarısı suçludur Çözüm sürecinin ilk adımlarının nasıl atıldığını anımsatan Demirtaş, “Konuşma içeriğinden anlaşıldığı gibi “suçlu suçluyu övme” yok. AİHM, AYM kararlarını hatırlatmak istemiyorum ama suç ve suçluyu övmek bu değildir. Bir kişi yaptığı suçtan dolayı övülürse suç olur. Örneğin Ankaragücü’nün yumruk atan başkanını alkışlayanlar suçu ve suçluyu övmüştür. Sayın Öcalan’a sayın demek suç ve suçlu övmek ise Türkiye’nin yarısı suçludur. Sayın demek suç ise Bahçeli'nin Alaattin Çakıcı için sayın demesi de suçtur. Peki burada bir terör örgütü propagandası var mıdır? Mesela hangi örgütün propagandası var? Ne fezlekede ne iddianamede böyle bir şey yok. Ya da Demirtaş Kürt olduğu için akla PKK mi geliyor deyip yazmaya gerek duymamışlar mı? Yazma gereği duyulmamış bir suçlamanın savunmasını nasıl yapabilirim? Şimdi hangi örgüt olduğunu bilmediğim için savunma yapmasam yerindedir. Fezleke iş olsun dostlar alışverişte görsün diye hazırlanmış bir fezlekedir. Hukuki olmayan bir fezleke ile karşı karşıyayız Elle tutulur bir yanı olmayan ve hukuki olmayan bir fezleke ile karşı karşıyayız. O dönem devam eden açlık grevlerine ilişkin taleplerinin yerine getirilmesi için yapılan bir konuşma var. O dönem hükümetine yönelik eleştiriler var. Bir konuşmanın propaganda sayılabilmesi için açık ve yakın bir tehlike oluşturması gerekir. Bir şiddet çağrısı bir övgü varsa bu tek başına propaganda sayılmaz, açık ve yakın bir tehlike olması lazım. Ayrıca yerel makamların yapması gereken de şudur; o gün o konuşma nedeniyle bir şiddet dalgası var mı ona da bakması lazım. Yargıtay kararları var. Örneğin ‘Yaşasın PKK’ ‘Yaşasın Apo’ ve ‘Yaşasın Gerilla’ propaganda olarak değerlendirilmemiş. Bizzat bir şiddeti teşvik etmesi lazım. Konuşmada da böyle bir şey yok. Yeni bir sürecin sosyopsikolojik alt yapısını hazırlamak üzerine yaptığımız bir mitingden bir konuşmadır. Aralık sonu itibari ile bir heyet PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmüştür ve sonrasında süreç resmi olarak başlamıştır.” Demirtaş, Meclis Grup toplantılarında, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümü için muhatap alınması gerektiğine ve sorunun böyle çözülebileceğine işaret ettiğini hatırlattı. Demirtaş’ın konuşmasını kesen mahkeme başkanı, bu bilgileri yazılı olarak mahkemeye sunmasını istedi. Demirtaş şöyle devam etti: Konuşmalarımın ne amaçla yapıldığı bellidir “Yeni bir sürece doğru adım atıldı ve bu süreçte konuşmalar yaptım. Bir bütün olarak yaptığımız her şey ve konuşma siyasi faaliyettir. Hangi amaç ile yaptığım bellidir. Dönem itibari ile de bellidir. Ortada bir şiddet yoktur. Şunun altını da çizeyim; biz bunları söylerken diğer arkadaşlarımız da bunları yürütmek ile görevlidirler. Aynı suçlamalar onlara yönelik de var. Onlar da bizim gibi siyasi faaliyette bulunmuşlardır. Amed’te 27 Kasım 2012’de yapılan bir mitingde yaptığım konuşma fezlekeye dönüştü. Bu fezlekede de PKK lideri Abdullah Öcalan’a ilişkin ifadeler, poster ve sloganlar suçlama konusu olarak fezlekede yer almış. Konuşmamda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt halkının özgürlüğü için yaptığı fedakarlığa ve çözüm rolüne işaret etmişim. Fezlekenin de bilirkişi raporunun da sağlıklı hazırlanmadığı görülüyor. Burada her ne kadar anlaşılmasa da buradaki konuşma bana aittir. Açlık grevinin bitmesi için hükümete, halka yaptığım duyarlılık çağrısıdır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin Sincan’da bulunan arkadaşlarımızı ziyaret etmişti. Bu adımın devam edilmesi gerektiğini işaret etmiştim. Bu konuşmalar ve atılan adımların ardından PKK lideri Abdullah Öcalan açlık grevlerinin son bulması için not gönderdi ve bunun üzerine açlık grevleri bitti. Yeni sürecin adımları atıldı. Toplumsal bir sorunun siyasi çözümü için elinde mekanizmalar var. Parlamenterler ise İç Tüzüğün kendisine tanıdığı hakları kullanır. Soru önergesi, araştırma önergesi verebilir, gündem dışı konuşabilir. Bu konuşmalar tabanımızın bize oy verme gerekçesi olarak siyasi faaliyettir. Fezlekeyi hazırlayanlar bile içinin boş olduğunu biliyordu Arkadaşlarımız o dönem yargılanırken KCK Ana Davası olarak bilinen ve Diyarbakır’da görülen davada mahkeme başkanı cemaatten alındı. Sizler de o dönemde büyük ihtimalle yargıçtınız. Bu salon gibi büyük bir salon yapıldı. Tutukluların hepsi bizim parti üyemizdi. Biz de duruşmaları izlemeye gidiyorduk. Üç buçuk yıl sadece bu yaşandı. Çeşitli cezaevlerinden getiriliyor, yoklama yapılırken arkadaşlarımız Kürtçe buradayım diyordu. Mahkeme başkanı “kapat mikrofonu” deyip konuşmayı kesiyordu. O kadar büyük bir krize dönüştü ki avukatlar çevirme yapmak istiyorlardı “yeminli olarak biz çevirmen getirelim” dediler hiçbir şey kabul edilmedi. Beş yıl boyunca tutuklu kaldılar. Cemaatin yargıçlarından ancak uzun tutukluluk süresinin dolması ile kurtuldular. O sırada partimin eş başkanıyım. Arkadaşlarımızın bir kısmı açlık grevi yapıyordu. Bir kısım milletvekili seçildi. Kendileri için de bir şey istemiyorlar. Onların sesini duyurabilmek ve kamuoyu ile paylaşmak en azından arkadaşlarımızın ölümünün önüne geçmek için yaptığımız şeyler. Biri açlık grevine başlamışsa onu çeviremezsin. Kendi kendine karar verip bunu yapan birini döndürmek. Bu faaliyetlerimiz doğrudan barışla ilgilidir. Şimdi cemaatin yaptıkları unutuluyor. Bu davalara bakan başkan, darbe girişimini gerçekleştiren kişi, cezasını yattı çıktı. Bizden kısa bir süre önce tutuklandı hüküm aldı infazını çekti ve çıktı. Biz hala savunma yapıyoruz. Bu nasıl bir adalet duygusu, bu nasıl bir vicdan anlamış değiliz. Siyasi konuşmalarımız, bölücü terör örgütü, anayasa, cinayet, bayrak yakma, her şeyden yargılanıyoruz. Değişen ne oldu bu süreçte? Cemaat gitti ortaklar değişti. MHP geldi. Ortak düşman Kürtler, kadınlar, Aleviler düşman olarak görülmeye devam ediliyor. Bu fezlekeyi en başta hazırlayanlar da içinin boş olduğunu biliyordu. Müzakere ederken bile rakibimizi eleştiririz Cemaatin o dönemdeki kapasitesini düşünerek, açlık grevini bitirme nedenimizi çok iyi biliyorlardı. Çözüm sürecinin başlayacağını biliyorlardı. Bu nedenle siyasi faaliyetlerimizi engellemeye çalışıyorlardı. Suç olarak görüp fezlekeler hazırlıyorlardı. Burada barış için miting, yürüyüş yapıyoruz. Emniyet ve valilik bunları engelliyorsa demek ki barışı engellemek istiyorlardı. Bunu Batman’da yaptığımız mitinglerde de gördük. Bizim bakan ile görüştüğümüzü biliyorlar. Buna rağmen bunu yapıyorlardı. Müzakere ederken bile rakibimizi eleştiririz. Karşımızdakilerin tavrı ise “sizinle müzakere ediyorsak biat edeceksiniz.” Bu gün “hem görüşüyor hem Erdoğan’ı eleştiriyorsunuz hem de yolsuzluk yaptığını söylüyorsunuz” diye biz eleştirenler var. Ama burada engel olmaya çalışıyorlar. O dönemde kimlerin mülki idare amiri olduğunu, tutuklanıp tutuklanmadığını tek tek anlatacağım. Bu bölgede cemaatin bürokrasisi baskındı. Kürdistan’da hiçbir zaman bir cemaat bu kadar baskın değildi. 2004’le başlayan süreçte bölge tamamiyle Fetullah Gülen cemaatine teslim edildi. İstihbaratı, medya temsilcileri, adliye, emniyet, yargı, özel okullar, Nil Kolejleri açıldı. Bölgede taban bulamadı ama bürokraside çok etkindi. Ben Diyarbakır’da avukat iken bisikletli bir gazete dağıtımcısı Zaman gazetesi dağıtırdı. Her sabah adliyeye gelirdi. Ve her hakimle savcının odasına dağıtırdı. Yaka kartı Gigi. Savcı ve hakimlerin masalarında dururdu. Bunu yapmayan fişlenirdi. Yapmayan üç beş kişi vardı onlar da daha sonra sürüldü. Kürtleri Fetullah Gülen’e teslim etmenin nedeni ideolojikti. Bize düşmanca davrandılar. Said-i Kurdî’yi referans alanlar en çok Kürt düşmanlığı yapanlara dönüştüler. Onlara biat etmediğimiz ve Türkleşmediğimiz, Kürt olduğumuz içi siyasal İslam Kürtler arasında örgütlenememiştir. Hüda-Par, tarikatlar ve cemaatler ile girmek istiyorlar ama giremiyorlar. Siyasal İslamı içine alamayacak kadar İslam dini yaşamın her alanına girmiştir. Kürtler kendi dilini kültürünü korumuştur Kemalizmin 70-80 yıllık kuşatması ile Kürtler teslim alınmadı. Bu nedenle cemaat ile teslim alınmak istendi. Amerika’nın operasyonuna teslim olmadıkları için günah keçisi seçildirler. Kürt halkı bu bölgede ilk İslam’a geçen halklardan biridir. Hep özerk yaşamıştır. Kendi dili kültürünü bu nedenle korumuştur. Türkiye cumhuriyeti devleti Türk dili kurumu ile ilan ettiği resmi ideolojisini pratikte uygulayamamıştır. Bunun nedenleri arasında medreselerde kendi dilinde aldıkları eğitim. Burada İslam eğitimi de almışlar. Coğrafi olarak mümkün değildir. Zagroslar, Silopi’den başlayarak dağ silsilesinin ortasında. Coğrafyayı ikiye ayıran yok. İletişim bu teknolojiye rağmen hakim olunması güç bir alandır. Dağlı halk olarak bilinirler. Dağların eteğinde yaşıyorlar. Zagrosların güneyi ve eteğinde yerleşik yaşam kurmuşlardır. Bunları niçin anlatıyoruz. Selçuklu yapamıyor, Bizans yapamıyor. Hiç kimse feth edemiyor. İslamı kültür olarak almışlar. IŞİD’ten, cüppeli hocadan, TRT veya diyanetten öğrenmemişler. İlk dönemlerden ne öğrenmişler ise o saf hali ile korumayı başarmışlar. Arkasında Erdoğan vardı İslamı çarpıtan, rant, güç kullanan hiç kimse kendi islam anlayışını bu topraklarda egemen kıllamamıştır. Fethullah Gülen’e de devlet de göz yummuştur. Yeter ki Kürtleri fethetsin. Ne yaptılar ettiler edemediler, bu sefer dini satmaya geldiler. Sonra Fethullahçılar da defolup gittiler. Ayırca başaramazlar. Oraya damgasını vuran bir dayanışma, dürüstlük, doğruluk kültürü vardır. Bu kültüre göre Kürdistan coğrafyasında kadın erkek yan yana olur. Halayda yan yana olur. Orada İslamın formu ile Kürt kültürü ile bir sentez oluşturulmuş. Bir yaşam formu oluşturulmuş. O yüzden Gülen ve ekibi saldırı ve tehditleri yaparken arkasında Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti vardı. Ergenekon davası gibi pek çok dava bozuldu ancak Kürtlere yönelik açılan davalar devam etti. Bu davaları açanlar darbeci olsa bile devam eder. Şimdi “ne olmuş? Kürtlere dava açmış, o kadar da olsun” diyorlardır. İşkenceci Esat Oktay Yıldıran’ın ismi bir okula verilmiş. Yıldıran tarafından işkence gören pek çok Kürt siyasetçinin görüntüleri paylaşıldı. Ayrıca partimizin genel merkezinin önüne de sarı torba atıldı. Bizim arkadaşları teröristlikle suçluyorlar. Allah billah aşkına burada hepsini dinlediniz hiçbiri ötekine düşmanlık yaptı mı? Tek bir kelime duydunuz mu? Ama algı yaratılıyor. Bu davayı ilgilendiren en önemli kısım budur. Algı. Algı, İletişim Başkanlığı binasında yürütülüyor Algı ise iletişim Başkanlığı binasında 7/24 üç vardiya olarak yürütülüyor. 24 saat binlerce personel, bakanlık bütçesi kadar bütçe ne yapıyorlar? Ben söyleyeyim bu dava başta olmak üzere algı yaratmak için bir operasyon ekibi var. Çıksın inkar etsin Erzurumlu Kürt Fahrettin. Senin istihbaratçılarla, sosyologlarla, beden dili uzmanları dahil olmak üzere pek çok işin erbabı kişi ile emniyetten, istihbarattan gelen verileri derleyip toplayıp algı yarattığını biliyoruz. Hatta hangi spot ile linc edilecek kişi üst katta belirleniyor. Bunları biliyoruz. CNN Türk, Habertürk ve diğer TV’lileri kontrol eden masanın olduğunu biliyoruz ve en güçlü bilgisayar sisteminleri de burada. Türkiye’nin de içinde olduğu bir proje kapsamında Barcelona’da bilgisayarlar inşa edildi. Bu bilgisayarlar normal bir bilgisayarın 42 yılda yaptığı bir işi bir saniyede yapıyor. Sosyal medyada paylaştığımız sağlığımız, cinsiyetimiz, attığımız tweetler, doğum günümüz, taziyelerimiz, yediğimiz içtiğimiz, alışveriş her şeyi ama her şeyi bu bilgisayara yüklediğiniz zaman örneğin deseniz ki ‘bu akşam mahkeme başkanı ne yiyecek’ yüzde 99,9 ne yiyeceğini bilir. Çünkü elindeki veri ile bunu biliyor. Eşinizin yaptığı alışverişi biliyor. Dün ne yaptığınızı biliyor. Eşiniz bir yemek paylaşımı yapmışsa biliyor. Hatta daha da korkuncu gelecekteki olası davranışlarınızı biliyor. İşin ürkütücü yanı ne yapacağını yönlendirebiliyor. Öyle ki kuru fasulye yapmak istiyorsanız bu bilgisayar bamya yemeğini size yaptırabilir. Gün içerisinde bamya bamya önüne çıkarıp durur. Ya da çocuğunuzun önüne çıkarıp çocuk ‘anne bamya bamya’ der. Eşiniz de bunu yapmak zorunda kalır. Toplumu algı ile yönetiyorlar Fahrettin Altun da günün konusuna bakarak, kimin linç edileceğine karar veriyor. Her şeyin ayrı bir birimi var. Bir toplum farkında olmadan algı ile yönetiliyor. Şimdi biz bu davada yargılanıyor ve anlatmaya çalışıyoruz. Herkesin hesabını iyi yapması lazım. Çağ algı çağıdır. Eski tarz ve yöntemler ile faşizme karşı mücadele edilemiyor. Bu fezlekeleri cemaatler yazdı. Cemaatçi polisler tutanak tuttu. İddianameyi hazırlayan savcı cemaatçi çıktı. Şu anda bir mahkemede yargılanıyoruz, hakimler cemaatçi değil herhalde sanırım olsa ortaya çıkardı. Adalet yok, algı ve siyasi çıkarlar var İçinde şiddet olmayan bu konuşmalar nedeniyle savcı bizim cezalandırılmamızı istiyor. Belki rahatsız olduğunuz şeyler vardır. Öyle bir algı oluştu ki belki bundan dolayı rahat da değilsiniz. Belki de Fahrettin iyi çalıştı deyip ‘işimiz kolaylaştı’ diyorsunuz. Adalet falan yok algı var. Siyasi çıkarlar var. İktidarın kendi iktidarını sürdürebilme beklentisi var. Bunu da her gün söylüyorlar zaten. Örneğin Bahçeli açık açık söylüyor. AYM’ye ‘Kandil’in arka bahçesi’ diyor. Ben onların yerinde olmak istemezdim. AYM’ye nasıl der bunu Bahçeli? Bunu yaparak tam olarak neye hizmet ediyor? AYM’yi gözden çıkarıyorlar. Şimdi Türklerde devlet töredir. Töre önce gelir. Türkün tanrısı devletir. Türkün Allahları da devlettir. Peki niye devletin Anayasa Mahkemesi’ni bu hale getiriyorlar? AYM’yi gözden çıkardıklarına göre daha büyük bir şey kazanıyor olmalılar.” Kürtler, Türkiye’yi demokratikleştirme iddiası ile yürümeye başladı Demirtaş, bu durumun nedenleri arasında Kürtlerin verdiği mücadele olduğuna işaret etti. Demirtaş, “Kürtler binlerce yıl sonra Anadolu coğrafyasında merkeze oynuyorlar. Merkez siyaseti yapıyorlar. Onların belirlediği çeperden çıktılar. Bütün Türkiye’yi demokratikleşme iddiası ile yürümeye başladılar. Onlar (devlet) açısından tehdit büyüktür. Bu nedenle AYM de parlamento da gözden çıkarılır. Yeter ki bu HDP merkezi olmasın. Arkadaşlarımıza uyarımdır; HDP’den sapma bunlara hizmet eder. Beklentileri bu yöndedir. Öyle yaparsak bize karışamazlar. ‘Kendi mahallende oyna arada bir bomba atar, döveriz ama mahallende oyna’ diyorlar. Ama herkesi yönetmeye talibiz dersen Türk devlet aklı devreye girer. Sen devleti soyup soğana çeviriyorsun. Bırakın bir on yıl yönetelim halk görsün. Çünkü biliyorlar ki gelsek bir daha esameleri okunmayacak. Halk demokrasinin tadına varsa bir daha vazgeçmez. Biz devlete karşı hükümete karşı en büyük demokrasi savaşını içimizde yaptık hala yapıyoruz. Demokrasi için bedel ödüyoruz Bizim partimizde kimse kimsenin önünde eğilmez. Ben partide eş başkan iken yaptığım her hata arkadaşlarım tarafından eleştirildi. Biz demokrasi için bedel ödüyoruz. Onun bunun kara kaşı, kızıl sakalı için bedel ödemiyoruz. Bir başka konuşmamda sarf ettiğim gerilla kelimesi suçlama konusu yapıldı. Bu bir suç değildir ve gerilla gerilladır. Güney Amerika’da da burada da anlamı aynıdır. Bir kişi yaptığı terör eylemi nedeniyle terörist olarak görülür. Bu bir polis de olabilir bir sivil de olabilir. Aynı zamanda bir devlet de terör eyleminde bulanabilir. Bir de Kürdistan ifadesi var. Açıkçası buna dair suçlamanın olmasından utanıyoruz. ‘Kürdistan yok’ diyenler var. Bu utanç verici bir durum. İnsan vatanını, dilini savunur bu milliyetçilik değildir. Eğer dilini ve milletini birinden daha üstün görürsen bu milliyetçiliktir. Biz sokakta biz Kürdüz deyip bağırmıyoruz. Biri Kürt, Kürdistan olmadığını söylediğinde varız diyoruz. Yüz yıldır bunun için çalışılıyor. Şu anda İletişim Başkanlığı bunu sürdürüyor. Yıllardır burada kendimi paralamamın nedeni budur. Daracık hücreden bunu görüyoruz. Gelinen süreç ortada. Bazı arkadaşlar ‘popülist’ deyip duruyor, ‘Partinin önüne geçti’ diyor ama gelinen süreç ortada.” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-biz-turkiye-yi-yonetmeye-baslarsak-demokrasi-gelisir-zulum-iktidari-biter/17571// | başlık = Demirtaş: Biz Türkiye'yi yönetmeye başlarsak demokrasi gelişir, zulüm iktidarı biter | yayıncı = HDP | tarih = 29 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==2 Ocak== ''(Duruşma başlamadan önce avukatlar ve katılımcılar SEGBİS'le Demirtaş’a başsağlığı dileğinde bulundu. Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş Diyarbakır’dan SEGBİS ile bağlanarak Demirtaş’a başsağlığında bulundu ve “Binlerce insanla babayı son yolculuğuna uğurladık. Binlerce kişi katıldı, herkesin sana selamı var, taziyelerini bildirdiler” dedi. Demirtaş da herkese teşekkür ederek taziyeleri kabul etti. Mahkeme başkanı da başsağlığı dileğinde bulundu.)'' ''(Paul Auster’in, “Yalanı geri alamazsın, gerçek bile yetmez bile buna” sözlerine atıfta bulundu.)'' Bu kumpas davasında saf katışıksız bir yalan var. Biz yıllardır gerçekleri anlatarak yalanı anlatmaya çalışıyoruz. Yalanın geri alınamayacağını biliyoruz. Bu yalanın sahiplerinin mazoşistçe bir haz aldıklarını biliyoruz. Biz de boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız. Tarihi yalanları bir kez daha ifşa edeceğiz. Savunmamı, okuma yazması olmadan alın teriyle 7 çocuk yetiştiren babama, Tahir ustaya ve bütün anne babalara ithaf ediyorum. Türkiye’de ve dünyada siyasetin etkisi azaldığı. Bizler siyasetçiyiz, siyasetin değiştirici gücünü öne çıkarmaya çalışıyoruz. Polonyalı düşünür Bolman şöyle der: ‘İnsan ilişkilerinin kırılgan olduğu günümüz dünyasındaki ilişkileri tanımlayacak gerçek kavram likit modernliktir.’ Siyasetin eli kolu bağlı, insanlar siyasete güvenmiyor, çünkü siyaset insanlara beklediğini veremiyor. Türkiye’de siyaset neden çöktü, güç kimin elinde, bizi hapiste tutan kimdir, hangi güçtür? Biz tarihi gerçekleri ne unutacağız ne de unutturacağız. Bu dava vesilesiyle gerek insanlık tarihinin gerek halklarımızın tarihinin bir kez daha gün yüzüne çıkması için elimizden geleni yapacağız. Binlerce insan elmanın düştüğünü gördü ama sadece Newton nedenini sordu. Newton'un yerçekimi kuramına ulaşana kadar sorduğu soru “Neden?”dir. Biz de soruyoruz; neden bize bu kötülükler yapılıyor, neden bu kadar saf ari kötülük yapılıyor? Yıllardır bunları anlatıyoruz. ‘Pantolonu kazak gibi başınızdan çıkaramazsınız’. Bu da Murat Menteş romanından bir alıntı. Bu kumpas da pantolonu başından çıkarmaya çalışanlar gibi ayaklarına dolaştı. Karmaşayı yaratan biz değiliz, ters yüz olan her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Öyle ki bu mücadele bizi demokrasi ve insan hakları uzmanı haline getirdi. Tabiri caizse bu yargılama süreci bilgeleştirdi bizi. Biz işe yarasın diye uğraşıyoruz. İnsanlar da toplumlarda devletler de olgunlaşma çağını yaşarlar, esas bilgiliğe o zaman ulaşırlar ama çoğu zaman işe yaramaz. Ama çoğu zaman toplumlar da bireyler de ergenlikten çıkmadan, haddini bilmeden ölürler. Hiç değilse biz bu dava nedeniyle insan hakları ve barış konusunda ulaştığımız bilgeliğimiz bir işe yarasın istiyoruz. O yüzden susmuyoruz, o yüzden inatla konuşmaya devam ediyoruz. ''(İnsanlık tarihine ilişkin tespitlerde bulunan Demirtaş, tarihteki belirsizliklerin yine tarih aracılığıyla netleştirilebileceğine dikkati çekerek, “Yaşadığımız anın bir gün tarihe dönüşeceğini bilerek yaşayabiliriz” dedi. Tarih boyunca en büyük düşünürlerin, “kendini bil ya da haddini bil” düsturunu benimsediklerini belirten Demirtaş, “Biz de kendimizi, haddimizi bilerek başlayalım. Bugün yaptığım konuşmaları bir ağır ceza mahkemesinde yapmak trajik olsa da bu benim tarihe ve topluma borcumdur. Bugün kötülüğün kaynaklarını anlatmaya çalışırken, saf kötülüğün kaynaklarına dikkat çekeceğim” dedi. Dünya genelinde 4200 farklı dini grubu olduğunun ve bunların başka inanç ve mezhebin kötülüğünü vaaz etmediğinin altını çizen Demirtaş, bütün düşünce akımlarının, sanatın, kültürün de iyilik iddiasında olduğunu belirterek, “Peki, bütün bunlara rağmen neden bu kadar kötülük var? Ya biri bize yalan söylüyor ya da başka bir durum var” dedi.)'' ''(Demirtaş kimi tarihi kaynaklardan alıntılar yaptı.)'' Gezegenin asıl tarihi insanın ortaya çıkışıyla başlar. İlk insanlar hayvanlar gibi açıkta çiftleşiyor ama yavaş yavaş insanın zekası gelişiyor. Avcıyı çoban, yaban sürülerini kabile, kabileleri millet haline getiriyor. Ama insan savaşmak, daima savaşmak, sonsuza kadar savaşmak zorundadır. İlk savaşı doğaya, vahşi hayvanlara karşıdır. İnsan hep bir savaşçı olacak ve kahraman olacaktır. Nihayet kralları ve tanrıları ile savaşacaktır. Ölülerin ve tanrıların resimlerini taşlara oyacaktır ama insan ve insanlar arasındaki savaş hiçbir zaman son bulmayacaktır. Krallıklar kendileri arasında savaşacaktır, güçlenecek, zayıflayacak ve son bulacaktır. Doğu batıya, Afrika Avrupa’ya, kıtalar kıtalara karşı savaşacaktır. Çöken, yıkılan şehirlerin yerlerine yenileri kurulacak. Gömülmüş şaheserler ışığa kavuşacak. Şairler gariplerin, mağlupların destanlarını yazacak. Filozoflar Pîrsus kıyılarında, Atina temelleri altında dünyanın özünü arayacaklar. Akdeniz'in güzel köklerine bakan açık hava tiyatrolarında bakireler ve ihtiyarlar korosu amansız kaderden şikayet edecekler. Katedraller, amfiler, adalet sarayları yükselecek ve bütün bu dağınık mucizeler üzerinde zaman zaman saz şairlerinin şarkıları duyulacak. İnsanlığın gelişim süreci dünyanın farklı coğrafyalarında benzer ilerler. Birçok yerde benzer süreçlerden geçerken birbirimizden haberimiz bile olmaz. Farklı diller, farklı kültürler ve farklı diller geliştirirken de birbirimizden haberdar değildik. Ne zamanki nüfus doyamayacağımız kadar kalabalıklaştı ve yakınlıkla karşılaştık işte o zaman başka topluluklarla ticarete ve savaşa başladık. Ancak hep bir aynı motivasyonla, aynı amaç doğrultusunda savaştık. Başka toplumların mallarına ve topraklarına el koymak için. Bizi birleştirecek daha güçlü moral değerlere ihtiyaç duyduk. İşte o zaman etnik kimlikleri, halkları ve ulusları icat ettik. Sonra bu kimlikleri dinle, bayrakla, şanlı tarihlerle, devletle, zaferlerle yücelttik. Öyle abarttık ki bir noktadan sonra kendi icadımız olan kimliklerimizin tutsağı haline geldik. Tıpkı parayı icadımızda olduğu gibi. Biz onu kullanmak için icat ettik ama bir süre sonra o bizi kullanır hale geldi. Bütün bu hengame, savaş, kan, gözyaşı, kıyım ve korkunç acıların; kimliklerimiz, inançlarımız, onurumuz için yaşamamız için gerektiğine sadece 5 bin yıl içinde iman edercesine kesin ve geri dönülmesi imkânsız şekilde inandık. Oysa biyolojik 15-20 bin yılda ancak bir milim evrimleştik. Biyolojimiz son 5 milyon yıldır olduğu gibi son 5 bin yılda da aynı kaldı: Karnını doyur, üre, yaşa ve bunun için savaş. İnsanlık doğadaki her şeyin hâkimi olduğuna inandı ve inandırıldı. Biz kendi etik değerlerimizi yitirdik. Kendi icat ettiğimiz kötülüğü büyüttük. Gramsci’nin dediği gibi: Ey ahkâm bir tek sen kötüsün. Barbarlık, vahşilik diyoruz ya yanlış, biz barbarken, vahşiyken bunları yaşamıyorduk. Medeni olduğumuz için bunları yaşıyoruz. Bugün Kürdistan’da, Rojava’da yaşanan kıyım vahşilik barbarlık değil. Medenileştiğimiz için bunlar yaşanıyor. Kötülüğü yaratıp başka bir şeyi keşfettik. Erdemi, etik değerleri keşfettik. Çünkü hiçbir güç içimizdeki özgür ruhu engelleyemez. Modernitenin bize dayattığı şey toplumsallıksa, bunun da yolu etik değerlerdir. Bizi bir arada tutan şey anayasa değil yasalar değil. Bugün Van Bahçesaray’da yolların 6 ay kapalı olduğu bir köyde insanlar birbirini boğazlamıyorsa, malını mülkünü gasp etmiyorsa, bunun nedeni TCK değil evrensel erdemliliktir. Medeniyetin var olduğu günden beri bir yandan da erdemlilik akar ve gelişir. Bu davada medeniyetin iki ayrı nehri birbiriyle çatışıyor: Kötülük ve erdemlilik. Bütün bu kötülüklerle baş etmenin yolu olarak bizi özgürlüğe zorlayan, doğal halimize zorlayan, öte yandan kültür olarak bizi sınırlayan dine ve ideolojiye karşı beynimiz sürekli isyan eder. Bütün yarattığımız çatışmanın altında yatan neden budur. Bedenimiz ve kültürümüz çatışır. Bütün bunlar edebiyata, sanata dönüştü. Başka türlü ruhlarımızı iyileştiremiyoruz. Geri dönüp edebiyata, sanata ve müziğe sığınıyoruz. Çünkü ruhumuzun yarattığı gerilim başka türlü dinecek gibi değil. Biz barbar vahşi halimizden çıkmadan, şu anda uzaya gidebilecek teknolojiyi yarattık. Biyolojimiz milyonlarca yıl önceki biyolojidir. Bir lokantanın önünden geçerken biyolojimiz, ‘o kebabı al ye’ der ama medeniyet ‘paranız yoksa yiyemezsiniz’ der. Halkımız anavatanımızda karnını doyurmak ve yaşamak istiyor. Türkler de bin yıl önce geldi. Onlar da karnını doyurmak ve yaşamlarını sürdürmek istiyor. Tıpkı Fransızlar, Almanlar, Yahudiler, Aborijinler ve Afrikalılar gibi. Hepimiz karnımızı doyurmak ve neslimizi sürdürmek isteriz. Herkes haklıdır ama güçlü değildir. Doğada sadece güçlüler ayakta kalıyor. Hani kültür icat etmiştik, ona ne oldu? Ahlak ve erdeme ne oldu? Kültüre göre haklı olan biziz. Sizin ve benim mensup olduğumuz devlet, bizim anavatanımızı zorla işgal etmiş. Erdemlilik anlaşmasını bozan devlettir. Burada bir suçlu aranacaksa o biz değiliz, biz bunun mağduruyuz. Bizim de hatalarımız oldu. O da doğrudan ve hakikatin peşinden gitmeme gibi hatalarımızdır; erdemlilik sözleşmesini ihlal ederek binlerce yıllık bir arada yaşama akdini bozanlara karşı direnmemizdir. Bugün yargılanmamızın nedeni budur” şeklinde konuştu. Erdemlilik sözleşmesinin bozulmasıyla insanların binlerce kez isyan ettiğini hatırlatan Demirtaş, “Dünyanın her yeri sömürgeleştirildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa’nın zenginliğinin, Kanada’nın zenginliğinin temelinde Asya ve Ortadoğu’nun sömürülmesi yatar. Bu sözleşmeyi bozanlar suçludur. Afrikalılar, Asyalılar, Mezopotamyalılar suçlu değil” diye konuştu. Daha genç bir avukatken Lizbon'da bir sempozyuma konuşmacı olarak katıldım ve oradaki parlamentoyu gezdim. Görkemli bir parlamentoları var. Beni gezdirdiklerinde bir yandan da anlatıyorlardı. Şu mermerler, sütunlar Afrika’dan, şuradan, buradan vs. diyorlardı. Bunu anlatan sosyalist bir milletvekiliydi. ‘Size ait bir şey var mı?’ diye sordum. ‘Hepsi bizim’ diye baktı. 'Çalmadığınız, size ait olan bir şey var mı' diye sordum tekrar. Adamın kafasına dank etti. Dünyanın her yerinden çalıp getirmişler, bizim diye övüne övüne anlatıyorlar. Çünkü etik sözleşmesini bozdu İspanyollar ve diğer ülkeler. Bugün göç dediğiniz, zorunlu göç dediğiniz şeyde de çaldıklarınızın peşinden geliyor insanlar. Çünkü zenginlik dediğiniz şeyler zaten o insanlara ait. Biz buna emperyalist sömürü diyoruz. Konuşmalarımızda bunlar var. İspanya Batı Sahra’dan çekilirken arkasından bir avukat, bir doktor bıraktı. Avrupa oradan sömürdüğü altın, petrol ve madenle zenginleşirken dünyanın doğusu geri bırakıldı. Güç sizin elinizde değil, iktidarın da elinde değil, güç uluslararası güçlerin elinde. Bu dosyada da bizim tutuklu kalmamız lazım ki Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün. Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün ki bu uluslararası güçlerle işbirliğini sürdürsün. Avrupa Konseyi, Avrupa burada olup bitenlerin farkında. ''(Demirtaş Batılıların sömürge tarihine ilişkin anlatımlarını sürdürdü ve dünyadaki inançların ve dinlerin iyilik vaaz etmesine rağmen kötülüğün devam etmesine bir kez daha işaret etti.)'' O zaman neden bu kadar kötülük var? Siyasal İslam’ın bu konudaki rolünü anlatmıştım. Bunları anlatmaya devam edeceğim. Birbirini boğazlayan İrlandalı Katolik ve Protestanların çoğu İncilin 10 emrini bilmiyor. Yalanın üzerine kurulu bir düzen var. Din uğruna, inanç uğruna birbirini kesmeyen kalmadı. IŞİD’lilere sorun bakalım İslam adına tam olarak neyi biliyorlar. Ya da sokağa dökülen linç güruhlarına, Genel Merkezimizin önüne gidip sarı torba bırakan gruplara bir sorun bakalım uğruna uğraştıkları dinin ve kimliğin ne kadar farkındalar. Farkında değiller. Bunlar sadece karnını doyuran, neslini sürdürmeye çalışan gruplardır. Homo Sapiens bunlar. Kültürle alakaları yoktur. Erdemlilik sözleşmesi bozulmuşsa bir arada yaşamanın imkânı yoktur ki onu bozan da biz değiliz. ''(Psikolojik olarak insanların şartlanmışlığına da işaret eden Demirtaş, “Binlerce kez insanların beynine tehdit uyarısı gönderildiyse onu tehdit olarak algılar” dedi.)'' Binlerce kez Kürtler tehdit olarak gösterildiyse, o artık tehdittir. Komünistler tehdit olarak gösterildiyse, onlar tehdittir artık. Erdoğan, AKP’li yetkililer, İletişim Başkanlığı seçim sürecinde binlerce kez bunu yaptılar. ‘Demirtaş, Kürtler tehdittir’ mesajı verildi. Yaptığım alıntıda da olduğu gibi yalanı geri alamazsın, gerçek bile buna yetmez. İktidarın kötülüğüne işaret eden ve “Bunların medeniyetle ilişkisi var mı? Evet, var. Medeniyet tam da budur” diyen Demirtaş, “Neyi paylaşamıyoruz? Biyolojik olarak ihtiyaçlarımız bellidir; karnımızı doyurmak, neslimizi sürdürmek ve hayatta kalmak” dedi. “Ermişler ve bilgeler neden az konuşur? Çünkü her şey açıktır, susarak bile anlatabilirsiniz” diyen Demirtaş “Haddini bilmek her şeyi bilmektir. Cahiller o nedenle dünyanın en tehlikelileridir. Kimiz, neyiz, nereden geliyoruz bunu bilmek yeterli. İnsanlık bunun üzerine düşünmüyor bile. Bu dava vesilesiyle o yüzden bunu tekrar tekrar hatırlatıyoruz. Neden bu kadar saf, katışıksız kötülük yapılabiliyor? Yeryüzüne hiçbir zaman iyilik hakim olamıyor ama kötülük de hakim olamıyor. Yaşam iyilik ve kötülüğün savaşıdır. Vazgeçtiğimiz an kötülüğün çağı başlar. Vazgeçmemek o nedenle çok önemlidir. Erdemi savunan biri olmalı ki bir sonraki nesle devredebilelim. Bizi ekmeğe muhtaç edip bize ekmeği çalmayı yasaklayanlar tarlayı, fırını çalmış. Hatta ülkemi, anavatanımı çalmışsın. İşte buna itiraz edemezsin diyor. Kürdistan diyemezsin diyor” diyen Demirtaş, “Çünkü erdemlilik sözleşmesinin kuralları geçerli değil, güç geçerlidir. Biz erdemliliği savunuyoruz ve daha ilk günden erdemliliği savunduğumuz için kazandık zaten. Davanın sonucu belirlemeyecek kazananı. Biz iyiliği ve doğruluğu savunduğumuz için daha ilk günden kazandık. Bunun da bir bedeli var ve bunu ödemeye devam ediyoruz. En büyük hırsızlar bankacılardır ya en büyük hırsızlar o yüzden her zaman devleti yönetenlerdir. Cezaevlerinde büyük hırsız bulamazsınız, onlar küçük hırsızlardır. Karnını doyurmak için, ailesini geçindirmek için çalmıştır. Kendisine ait olanı almak için yanlış bir yol seçmiştir. Hırsızlığı meşrulaştırmayalım ama gerçek budur. Dünyanın en büyük teröristleri emperyalistlerdir. ‘Ben bu teröristi bırakmam’ diyenler emperyalistlerle sarmaş dolaş değil mi? Amerika’nın, İsrail’in yaptıklarını saymayalım. Sonra bunlar kameraların karşısına geçip masum halkı terörist olarak ilan ederler. G-20 katiller zirvesidir, BM öyledir, Netanyahu katildir, HAMAS katildir ama Filistin halkı, İsrail halkı, Kürt halkı mazlumdur. Halkların diline ve kültürüne el koyanlardır katil olanlar, biz değiliz. Biz sadece halkımızın onurunu ve kimliğini savunduk, halkımızın kendi topraklarında insanca yaşama hakkını savunduk. Buradaki hangi Türk ve Kürt arkadaş kimin hakkına el koydu? Devleti de yönetmedik. Gültan ablayı yolsuzlukla, Türkçe tabelaları belediyeden sökmekle suçlayabilir misiniz? Burada Türkçe konuşulamaz diye suçlayabilir misiniz? Hayır ama ben size binlerce böyle faşist belediye başkanı sayabilirim. Kesk u sor u zeri söktüler, trafik lambalarını yasakladılar. Kim suçlu? Kimin tavuğuna kış dedik? Vatan bizim, toprak bizim, emek bizim. Ankara’yı mı işgal ettik? Gelip orada halkın dilini, kültürünü, inancı mı yasakladık? Türkler işgale karşı çıktılar mı? Yunanlılar, İngilizler vardı ve Türkler buna karşı direndiler. Kürtler direnince neden terörist oluyor? Üstelik siyasetle, lafla direnmiş. ‘Bu kadarı bile senin için ölüm fermanıdır’ denildiği an erdemlilik sözleşmesi bitmiştir. Yalan, iftira budur. Bize yönelik tarihi ve güncel yalanların kaynağı budur, saf kötülüğün kaynağı budur. Daha büyük kötülük nasıl yapılabilir dediğimiz an devreye giren budur. Arkadaşlarımız suçsuz yere tutuklu, bunu bilmeyen mi var? Dini sömürenler, Allah’ı kandırdığını düşünenler secdeye giderken Allah’ı düşünmüyorlar. İddia ediyorum; secdeye giderken ihale düşünüyor. İşte bunu sağlayabilmesi için de hepimizin içeride kalması lazım. Gezi Direnişi tutuklularının içeride kalması lazım. Çünkü sözleşmenin ihlal edildiğini, buna karşın kıyamet kopmadığını göstermek istiyorlar. Neden AİHM kararı uygulanmıyor, neden AYM kararları uygulanmıyor? Niye arkadaşımız (Can Atalay) bırakılmaz? Çünkü AYM kararı uygulanmayınca kıyamet kopmaz. ‘Biz daha çok yapacağız bunu, yani erdemlilik sözleşmesini bozuyoruz, size bir şey olmaz yandaşlarımız’ diyorlar. ‘İhale almaya, 5 maaş almaya devam edeceksiniz. Kıyamet kopuyor mu, hayır. Sizinle aramızdaki bağ Anayasa değil, para akışı devam ediyor. Anayasa ihlal edildi diye isyana paniğe gerek yok. Bunları yapmaya devam edeceğiz, haberiniz olsun’ diyorlar. Mesele Can Atalay değil. Daha çok ihlal yapacaklar. Yasalarla, Anayasaya aykırı ihlaller yapmaya hazırlanıyorlar. İşte Gültan Kışanak 7 yıldan fazla tutuklu. CMK’da yazıyor en fazla 7 yıl kalabilir. Kalabilir, isyan mı edilecek, aman. İslam inancına göre ölen kişi, cemaatle cenazeye gider ve cemaat dağıldıktan sonra başı taşa değdiğinde öldüğünü anlar. O günkü toplum da sıra kendisine gelince öldüğünü anlayacak. Ama günü gelince mutlaka iyilik hakim gelecek ve hep denildi ya dünya iyiliğin yüzü suyu hürmetine dönüyor, biz de iyilik kazansın diye burada direniyoruz. Demirtaş hukukçu tanımı yaparak, “Adaleti çıkarırsanız sizden hukukçu olmaz, kasap olur kasap” diyerek şunları söyledi: “Hepimiz yoksul çocuğu olarak okuduk ve hakim, savcı, avukat olduk. Zenginlerin çocuğu hakim, savcı olmaz. Bakın babam 7 çocuğunu okuma yazma bilmemesine rağmen okuttu. Hepinizin babası, annesi öyle. Annem gece yarısına kadar başkalarının elbiselerini dikti. Bizi okutmak için yaptı bunu” şeklinde konuştu. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-boyun-egmeden-acilarimizi-bal-eyleyerek-durusumuzu-koruyacagiz/17572/// | başlık = Demirtaş: Boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız | yayıncı = HDP | tarih = 2 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} İki ayrı halkın tarihinden, iki ayrı halkın sosyolojisinden bahsediyoruz. Son 100 yılda Kürtler ne yaşıyordu, Türkler ne yaşıyordu, neden tarihlerimiz birbiriyle çatışıyor, bugün nasıl bunları çatıştırmadan düzenleyebiliriz bunları anlatacağım. Kürtlerin tarihi anlatılmıyor. Kürtlerin tarihi, yaşadığı acıları bilinmez. Bir Kürtler bir de onları yakından takip eden dostları bilir. İnkılap tarihi kitaplarında birkaç yerde Kürtlerden bahsedilir, o da zararlı cemiyetler olarak. Kürtlerden hiçbir yerde iyi bir şekilde bahsedilmez” dedi. 1514’teki Çaldıran Savaşı ile birlikte Kürtlerin coğrafyasının ikiye bölündüğünü anımsatan Demirtaş, “Kürt tarihinde de tartışmalı bir kişilik olan İdris-i Bitlisi hem Yavuz Selim’e danışmanlık yapar hem de savaşın akıl hocalığını yapar. Çaldıran Savaşı Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanır ve Kürdistan coğrafyası de facto olarak ikiye bölünür. Daha sonra bunun resmileşmesini 1639’daki Kasrı Şirin Anlaşmasıyla görürüz. Ama aşağı yukarı 1514 yılından beri Kürdistan coğrafyasının 3’te biri İran Safevi Devleti’nin sınırları içerisindedir. Daha sonra Kürdistan tarihinin yazılmaya başladığını vurgulayan Demirtaş, sonrasında yaşanan Kürt isyanlarına dikkat çekti. Demirtaş, Abdülhamit döneminde Kürdistan madalyası bastırıldığını belirterek Osmanlı döneminden beri Kürtlerin özerklik ve otonom örgütlenmelere sahip olduğunu söyledi. Demirtaş, “Kürtler bütün yaşadıklarını yazılı tarihle değil ama sözlü tarih ve dengbejler yoluyla bugüne taşımıştır. Kürtlerin hafızalarında o dönemler dahil her şey canlıdır. Mir Bedirxan, Osmanlı tarafından baskıya uğrar. Mir Bedirxan ihanete uğrayarak yenilgiye uğrar. Mir Bedirxan dönemi Kürt-Kürdistan tarihi açısından önemlidir ve kimi fezlekelerde geçtiği için değineceğim. Bedirxan Beyliği ortadan kaldırılırken Kürtçe, Kürdistan yasaklanmıyor” diyerek Kürdistan’ın emirliğinin Osmanlı tarafından kabul edildiğini söyledi. Hamidiye Alaylarına da dikkat çeken Demirtaş, “Bununla Kürtler kendi örgütlenmelerini korur ama verdikleri zarar çok daha büyüktür. Bugünkü koruculuk sistemine benzer. Kürt aşiretleri Hamidiye Alayları eliyle birbirine zulüm uygular. Hamidiye Alayları Kürdistan tarihinde olumsuz bir role sahiptir ama bunu olumlu bulan Kürt İslamcılar da vardır. Ben olumlu bulmuyorum. Kürdistan tarihine ilişkin anlatımlarını sürdüren ve Sykes-Picot Antlaşmasına da değinen Demirtaş, bugün çizilen sınırların büyük oranda Sykes-Picot Antlaşmasıyla belirlenen sınırlar olduğunu vurguladı ve “1514’te fiilen ikiye bölünen Kürdistan coğrafyası 1916’daki Sykes-Picot Anlaşması ile dörde bölünür. Kürdistan’ın bölünmesi emperyalistlerin bize armağanıdır ki daha sonra kendi hatalarımızla bu sorunu büyüttük” diye konuştu. Demirtaş, 1925’teki Şeyh Said İsyanına da dikkat çekerek, “Kürtler Türklerle birlikte hareket etmemiş olsaydı kaderimiz nasıl olurdu bilemiyorum. Birlikte hareket etmeyi seçtiğimiz için bugün bu trajedi yaşanıyor” şeklinde konuştu. Lozan Antlaşmasına da işaret eden Demirtaş, “Bu anlaşmada Kürtlere yönelik hükümler yer almaz, Kürtlere dair herhangi bir hüküm yoktur. Çünkü İsmet İnönü ‘Ben Kürt ve Türk halkının temsilciyim’ der. Kürt mebuslar bunu teyit ederler. Lozan Anlaşması bir başarı olarak görülür” bilgilerini paylaştı. Şeyh Said’in kafasında büyük bir isyan fikri olmadığını ancak Azadi Örgütünün teşvikiyle ve yanlış anlaşılma sonucu isyanın patlak verdiğini dile getiren Demirtaş, “1925 çok önemlidir, Türk-Kürt ilişkilerinin önemli bir kırılma noktasıdır. Yeni tarih yazımında Kürtler arkadan vurdu yazımına kadar giderler. Burada kandırılan Ankara değil Şeyh Said ve arkadaşlarıdır. Hepsi halifeliğin devamı için savaştılar, hepsine özerklik sözü verildi. Bunlar tarihi gerçekler. İki ayrı anlatı ve iki ayrı duygu kırılması var. Biri için vatana ihanetle suçlanan, öteki için kahramandır. Sabah anlattığım tehlike kodları Kürtler için başka, Türkler için başkadır. Ağrı İsyanı da kanlı bir şekilde bastırıldı. Zilan Deresinde Kürtler katledilir ve orası uzun süre yerleşime kapatılır. 1930’da Ağrı İsyanı başlatılırken Barzani öncülüğünde Irak’a karşı isyan başlar” diye anlatımlarına devam etti. Dersim Katliamının da Kürtler için büyük bir kırılma olduğuna işaret eden Demirtaş, “Şeyh Said İsyanına karşı yapılan katliam Sünni Kürtler için, Dersim Katliamı Alevi Kürtler için kırılma noktasıdır. Dersim bir isyan değildir, orada bir isyan hazırlığı da yoktur. Dersim bir ilin ismi değildir, bir bölge adıdır. Kürt Aleviliğinin yaygın olduğu bir bölgedir. Dersim Kürtler için de Aleviler için de özgündür. Dersim bölgesi özerktir ve oradaki katliamın nedeni bu özerkliği dağıtmaktır. Ocak örgütlenmesiyle toplumsal sorunlar çözülür. Dersim Katliamı ile ocak sistemi dağıtılmaya çalışılır. Katliam emri İsmet İnönü tarafından verilir” diye kaydetti. ''(Demirtaş savunmasında 3’üncü Barzani isyanını ve bu isyanın İngilizlerin desteğiyle nasıl yenilgiye uğradığını, 1946’da ilan edilen Mahabat Cumhuriyetini de anlatarak Kürt tarihine ilişkin bilgileri paylaştı.)'' Demirtaş 49’lar Davasına da dikkat çekerek şunları söyledi: “Musul’da içinde Kürtlerin de olduğu bir grup tarafından Türklerin katledilmesi duyulunca, Ankara’da siyasetin havası gerilir ve orada öldürülen Türkmen kadar Kürt öldürülmesi CHP’li bir milletvekili tarafından teklif edilir. Orada katledilen Türkmen kadar Türkiye’de Kürt’ün katledilmesi teklif edilir. Bütün o sessizlikten sonra Kürtler o dönemde Türkiye Kürtleri olarak imza toplar. Bu, uzun yıllar yaşanan sessizlikten sonra Kürtler adına atılan ilk imzadır. Çünkü Dersim ve Ağrı katliamlarından sonra Kürtlerin asimile edildiğine inanılır. Ankara’da tartışmalara sebep olan bu dilekçe sonrasında aralarında Ape Musa’nın da olduğu 50 Kürt ileri geleni, öğrenci, aydın tutuklanır. Biri yargılama başlamadan hayatını kaybeder ve olay 49’lar Davası olarak tarihte yer alır. Yargılamalar uzun sürer. En son zamanaşımından dava düşer. Bu dava Kürtlerin hafızasında önemli yer bırakır. Onların tek suçu imzaladıkları dilekçeye ‘Türkiye Kürtleri’ yazmalarıdır. Ankara’nın tüylerini diken diken etmiştir bu tabir. PKK’nin kuruluşuna, aynı yıl gerçekleştirilen Maraş Katliamına ve daha sonra yaşananlara kronolojik olarak dikkat çeken Demirtaş, “90’da HEP kurulur ve Kürtler haklarını demokratik mücadele yoluyla kazanacaklarına inanır. Bu, Kürtlerde büyük coşku yaratır” dedi. Demirtaş, Vedat Aydın’ın katledilmesine de dikkat çekerek, “18-19 yaşındaydık, Vedat Aydın’ın katledilmesi benim politize olmama neden oldu. Vedat Aydın’ın cenazesinde ben de vardım. Vedat Aydın’ın katledilmesi benim ve Kürtlerin hafızasında önemli bir başka kırılmadır” dedi. Öcalan tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkeslere, bunların boşa çıkarılmasına, parti kapatmalara, failli meçhul cinayetlere, özel savaş politikalarına da konuşmasında dikkat çeken Demirtaş, devletin Öcalan ile İmralı’daki görüşmelerinin de 2000 yılında başladığını belirtti. Daha sonra Türk tarihine değinen ve Jön Türklerin faşizmden sosyalizme, komünizmden siyasal İslam’a kadar her düşünce akımını takip ettiklerini belirten Demirtaş, “Bütün bunlar karışınca ortaya çorba çıktı” dedi. Demirtaş, Kemalizm’in bütün bu akımlar arasında bocaladığını belirterek, “Yaşasaydı bugünkü Kemalizm’i herhalde Mustafa Kemal’in kendisi bile tanımlayamazdı” diye konuştu. Demirtaş Cumhuriyetin kuruluş döneminde faşizmin ve komünizmin revaçta olduğunu ve Türklüğün de o mertebeye çıkarılmak istenildiğinin altını çizerek, “O yüzden hep İtalya ve Sovyet Rusya’ya ziyaretler yapılır. Kadro diye bir doktriner dergi çıkarılır ve o dergide faşizm övülür. Demirtaş, Türklüğün tanımının koşullara göre değiştiğini belirterek “Bazen herkes Türk’tür, bazen sadece Türkler Türk’tür, bazen Kürtler Türk’tür, bazen Kürtler Kürt’tür, bazen Kürtler yoktur. Bazen bütün dünya Türk’tür, bazen Kıbrıs ve Azerbaycan Türk’tür. Duruma göre, ihtiyaca göre değişen pragmatist bir Türklük tanımdan bahsediyoruz” dedi. Demirtaş, Kemalizm’in hiçbir şekilde toplumda tam olarak yer edinemediğini ve ordunun da bu nedenle on yılda bir darbe yaptığını söyledi. Solun da vatan haini olarak beyinlere pompalandığını söyleyen Demirtaş, “Ama bu büyük bir yalandır. Solun hataları vardır ama hiçbir zaman vatan haini değildir. Bu halk için her zaman en büyük bedeli ödemiştir. 1980 Darbesinin asıl hedefi soldur. Kemalist devrim yaptığını iddia eden Kenan Evren, Alevi köylerine camiler inşa ederek ve pek çok benzer uygulamalarla solun yerine İslamcı bir anlayışı yerleştirmiştir. Bu darbe Kemalist bir darbe değil yeşil İslamcı bir anlayışın sonucudur. Bu darbe henüz bitmiş değildir. 1980 Darbesi bütün kurum kuruluşları ve zihniyeti ile devam ediyor. Kürtler sindirilir, Aleviler sindirilir, solcular sindirilir. Cumhuriyetin 3 temel tehdidi sindirilir. Ne zamana kadar, 68’e kadar, öğrenci hareketleri başlayana kadar” şeklinde konuşan Demirtaş, “CHP’nin kafası Cumhuriyetin başından beri karışıktır. Halen de böyledir. Ortanın solundan ortanın sağına kadar savrulur durur” dedi. Demirtaş sol sosyalist mücadele tarihine de değinerek şunları söyledi: Deniz Gezmiş ve arkadaşları Hüseyin ve Yusuf vardır, Mahir Çayan vardır. Kürt hareketinde Mazlum Doğan 24 yaşındadır. İbrahim Kaypakkaya 24 yaşındadır. Bunların hepsi büyük teoriler yazarlar. O yıllarda Türkiye’nin 20’li yaşlarındaki gençleri dünyayı sarsacak teoriler yazdılar ve bunları hayata geçirmek için pratiğe geçtiler. Sonrasında sol kendi içerisinde fraksiyonlara ayrıldı, paramparça oldu. Ancak o döneme damgasını vuran gençler bugün halen Türkiye sol sosyalist hareketinin öncülüğünü yapıyorlar. TİP’in varlığı Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, bunların Kürt hareketiyle ilişkileri kendi içlerinde kıpır kıpır bir tartışma yürütürler. Belki iktidara gelemiyorlardı ama Türkiye’deki vicdanı bozulan erdem sözleşmesini yeniden kurmaya çalışan en önemli düşünce akımlarıydı bunlar. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli yeniden sol ve sosyalist tartışmaları topluma taşımaya çalışmanın yanı sıra Cumhuriyetin hatalarıyla yüzleşmeye de çalıştı. Bu Türkler için ilkti. Mahir Çayan, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını en net ifade eden öncülerden biridir. İbrahim Kaypakkaya aynı şekilde. Bunlar Türk halkının değerleridir. Bunları bugün terör örgütleri diye anıyorlar. Asıl bunlara kıymet vermelidirler. Topal Osman’ı anacağınıza bunları anın diyeceğim ama nereden anlayacaklar. Bunlar anti-emperyalistçilerdi, Kürt halkının dostlarıydılar. Kürt halkı olarak geri dönüp baktığımızda o dönemde anlaşılmayan şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyoruz. Kaypakkaya 24 yaşında Kürtlerin tarihini Kürtlerden daha cesur sahiplenebiliyordu. Deniz Gezmişler idam sehpasına giderken “Yaşasın Kürt ve Türk halkının kardeşliği” diye slogan atabiliyorlardı. Onların takipçileri bugün bizimle HDP’de siyaset yürütüyorlar. Maalesef sol, 1980 Darbesinden sonra uzun yıllar kendisine gelemedi. Nasıl ki Kürtler demokratik siyaset yapmaya çalıştıysa, sosyalistler de bu yolda çok sayıda parti kurdu. Örneğin ESP İslamcılardan çok daha sert ve net bir şekilde 28 Şubat Darbesine karşı tavır sergiledi demokrasiyi savunmak adına. Bütün bu onurlu insanlar bu mahkemelerde yargılandılar, işkencelerde katledildiler ama geri adım atmadılar. Bugün bizimle birlikte hareket ediyorlar, çünkü ortak ve onurlu yaşamın ancak böyle mümkün olduğuna inanıyorlar. Bu bizim için büyük bir onur ve gururdur. Onlar bizi gururlandırdılar, biz de ortak mücadeleden vazgeçmeyerek onların emeğine ve tarihsel mirasına saygılıyız. Demirtaş daha sonra hakkında hazırlanan fezlekelere ilişkin beyanlarda bulunarak, bu fezlekelerin tamamının siyaset yapma hakkına yönelik olduğunu söyledi. 10 no’lu fezlekede, “Kandil’de örgüt yöneticileri ile fotoğraf çekme” suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını belirten Demirtaş, “Propaganda amaçlı değildi. Barış sürecinin ciddiyetini, olabilirliğini göstermek amacıyla yapılan sosyo-psikolojik bir çalışmaydı. Türkiye’de artık silahların susacağını göstermek için çekilmiş bir fotoğraftı. Bir diğer fezleke demokratik çözüm çadırıdır. Bir halk çözüm istiyorum diyor diye nasıl suçlama konusu olur. Bu sabahtan beri anlattığım trajedinin bir başka örneğidir. Ortada bir suç yok, hakkı ihlal edilenler Kürtler. Hakkında hazırlanan fezlekelerin tamamının yürüyüş ve konuşmalardan ibaret olduğunu ve tamamının Kürt sorununun çözümünü içeren konuşma ve eylemlerden oluştuğunu dile getiren Demirtaş, “Bu fezlekeler ifade özgürlüğüne, demokratik eylem hakkına müdahaledir. Bir diğer fezleke gerilla cenazesine ilişkin. Katılmadığım bir eylem ama kumpasın bir parçası olarak buraya sıkıştırılmış” dedi. Demirtaş, “Bu fezlekelerde direniş dediğimiz her şeyin altını çizmişler. Direniş eşittir terör. Bizim jargonumuz farklı, tarih bilincimiz farklı, kullandığımız kavramlar farklı. ‘Barış için direniyoruz. Bu savaşı bitireceğiz, bunun için direneceğiz’ demişiz bunun altını çizmişler. Ben Diyarbakır İHD Başkanı iken İl İnsan Hakları Kurulu kurulmuştu. Vali kurulun temsilcisiydi. Orada yaptığım konuşmada İHD örgütleri dedim diye sözümü kesti Vali, ‘Örgüt demeyin, başka bir şey deyin’ dedi. Abdülhamit’ten beri böyle. Burun kelimesini bile yasaklamıştı kendisi. Biz direniyoruz, hapiste direniyoruz, parlamentoda direniyoruz. Zulme karşı direniş haklıdır, meşrudur. Sen gece gündüz Gazze için direniş çağrısı yapıyorsun, hilafet çağrısı yapıyorsun. O niye suç değil? Biz özerklik isteyince niye suç? Onlarınki barışçıl ise bizimki de barışçıl. Türklerin ve Kürtlerin hafızası başka aktı. Yüz yılda iki ayrı korku ve travmaya sahip halk, aynı ülkenin çatısı altında mecburlar, mahkumlar ve aynı zamanlarda cezalılar. Bizim için ceza gibi ama Türkler için de ceza gibi. Başka bir çaremiz de yok. Türk Devletinin Kürtlere bakışı şöyle: Ya benimsin ya kara topraksın. Slogan yasak, pankart yasak, siyaset yasak, sivil toplum örgütü yasak. Dağa gidince terörist. E siz dik alasını yapıyorsunuz. Şeriatı da hilafeti de savunanınız oluyor. Biz de hakkımızı kullanıyoruz. Bize izin verseniz ölümleri engelleyeceğiz. Parlamento’da Kürtçe konuşmaların engellenmesine de tepki gösteren Demirtaş, “Yahu Süryanice bile konuşturmadılar. 2023 yılından söz ediyoruz, utanç verici bir şey. Özür dilenip el üstünde tutulması gereken inançlar, halklar bunlar ama utanmadan hala onlara hakaret ediyorlar. Yahu bunu alkışlamanız gerekiyor. Bunu yapması gereken adam, ırkçı faşist hezeyanlarla Süryanice konuşanı kovmaya çalışıyor. Anlattığım şey 1800’lerden değil. 1800’lerden anlatmaya başladım. Bitmiyor aynı zihniyet, devam ediyor. Bunu yapan kim, en zengin milletvekili. Kürtçe, Süryanice iki kelime tahammül edememenin adı faşizmdir, ırkçılıktır. Bu fezlekeler işte bu zihniyetle hazırlanmış. Savcının bu fezlekeyi fırlatıp atması lazım. Ama ne yapıyor, kabul ediyor. Ey Savcı, sen kimsin ya! Ben anavatanımda, Kürdistan'ın kalbi Amed’de bunları konuşmuşum, sen fezleke hazırlamışsın! Hepimiz Erdoğan’ın hayranı mı olacağız? O zaman biz biz olmayız, onurumuzu kaybederiz. Kürt sorununun bir tek çözüm yolu var o da Kürt’ün olduğu gibi kabul edilmesi. Türk neyse o, biz Türk’e şekil vermeye çalışıyor muyuz? Bunu yapma hakkımız da yok, böyle bir zihniyetimiz de yok. Türk, Fatih Sultan’ı anmasın, anarsa savcı soruşturma açar. İstanbul Fethi’ni anmayın. Biz tarihteki büyüklerimizi andık diye yargılanıyoruz. Qazi Muhammed’i andık diye suçlama yapılmış. Kürtler kutuplarda halk elde etse bile ona karşı çıkarlar. Bir iglo yapsa Kürtler ve Kürtlerin evidir dese, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kutuplara nota verir. Bahçeli der ki ‘Derhal tuzla buz edilmeli. Omuz üstünde baş konulmamalı. Türk’ün gücü gösterilmelidir’. Yapılmadı mı? Daha sonra Kürdistan’da yapılan katliamların, kolluk güçlerinin yaptığı yazılamaların fotoğraflarını gösteren Demirtaş, “Bunları ben yazmadım. Bunu bir Kürt yapsa lanetleriz” dedi. Bir yazılamadaki “Türk’sen övün, değilsen itaat et" yazısını gösteren Demirtaş, "Yüzyılın özeti budur. Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz” dedi. Demirtaş son olarak taziyeye katılan herkese teşekkür ederek, “Allah herkesten razı olsun”. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-birlikte-yasama-variz-ama-bize-itaati-dayatan-zihniyete-sonuna-kadar-direnecegiz/17573//// | başlık = Demirtaş: Birlikte yaşama varız ama bize itaati dayatan zihniyete sonuna kadar direneceğiz | yayıncı = HDP | tarih = 2 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} == 3 Ocak== Dün savunmamı ‘kendini bil’ desturu üzerine kurmuştum. Bugün yine savunmamı ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ temeli üzerine oturtmak istiyorum. Çok kısaca gerçekliğin göründüğü gibi olmadığını size açıklayayım. Öncelikle duyularımız ile elde ettiğimiz veriler beynimize ulaşır ama dış dünyada olan biten her şeyi ne alabilecek duyularımız ne de beynimiz var. Yüzde yüz çalışsa bile bir saniyelik temasta bize dönük akan verilerin bir saniyesinin tamamını alamaz. O nedenle dış dünyaya dair gerçeklik algımız son derece sınırlıdır. Birey olarak iç dünyamıza ve kainata dair bilgimiz sınırlıdır. Biz kendimizi kralı olarak görürüz, insan kendini dünyanın merkezi olarak düşünür ama dış dünya, veriler, bilgiler ve bilimsel işleyiş göz önünde bulundurulduğunda bir noktadan ibaretiz. Çoğu zaman sosyal ve toplumsal olayları incelerken çoğu şeyi algılayamayız. Şöyle tarif edeyim. Herhangi bir nesneye bakıyoruz, ısısını hissediyoruz, nano saniyede bile veri akıyor beynimize. Şu anda heyete bakarken, ekrana bakarken gerçek bilgilerin trilyonda biri bile değildir.” Ben savunmaya başlarken bile edindiğim bilgi şurada gördüğüm bilgi ile sınırlı kaldı. Çok sınırlı bilgi beynime ulaştı. Bu sınırlı bilginin tamamını da alamadım. Bu ortamın fiziki koşulları, kimliğim, yetiştirilme tarzım hepsi bir elek görevi gördü ve gerçek bilginin çok az bir kısmının beyne ulaşmasını sağladı. Bizim, ‘kainat bilgisine sahibiz’ gibi bir iddiamızın olmaması lazım. Bilgi akışkandır, değişkendir. Biz bu verilere asla tamamıyla hakim olamayız. Gördüğümüz şeye hakikat deriz, bilgi deriz ama mutlak değildir. Doğada renk sadece ışıkta var. Ama biz dünyayı renkli görürüz. Şu anda biz renk görebiliyoruz çünkü ışık var. Her elementin ışığın frekansına göre yansıması farklıdır ve bu şekilde oluşan rengi görürüz. Biz her şeyi renkli görürüz, oysa hiçbir şey renkli değildir. Her şey renksizdir. Sadece ışık renk oluşturur. Bu iki bilgiden yola çıkalım şimdi. Sosyal ve toplumsal olaylara ışıksız bakarsanız gördüğünüz her şey yanlıştır. Bugün savunmada değineceğim meseleler de böyledir, gerçeğin çarpıtılmış halidir. Herkes kendi çapında ulaştığı kanaattir. Hendek meselelerinde de böyledir. Bu davada da böyledir. Heyetinizin, bizi yargılayan devletin, hükümetin ve medyanın gördüğü gerçeklik gerçeklik değildir. Barikatlar, hendekler kazıldı, çatışmalar yaşandı. Bunları Demirtaş da savundu, öyle mi? Değil. Biz kendi iddiamızı, iddianamemizi ortaya çıkaralım. Biz suçlu değiliz. Başka suçlular var. En başta suçlama konusu yapılan demokratik özerklik nedir onu anlatarak başlayalım. Biz kafadan mı uydurduk bunu? Seçim beyannamelerimizi hatırlatmak istiyorum. Örneğin Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2010 yılında bir tutum belgesi yayınladı. Başlıklardan bir tanesi demokratik özerklikti. Uzun uzun okuyayım size ama temelinde halkın karar sürecine katılımını savunur. Kapatılan veya değişen tüm partilerimizin savunduğu ve programlarında yer alan hususlardandır. Partimiz kapatıldı ama bu hususlar kapatılma gerekçesi olmadı. Barış ve Demokrasi Partisi sonra kuruldu. DTP’nin seçim beyannamesini köy köy, mahalle mahalle dağıttık 2014 seçimlerinde. Kampanyamızın sloganı bile ‘Demokratik Özerklik ile Özgür Kentlere’ idi. Bu sloganımız yasaklanmadı, yasaklanamaz. Ne de illegalize edilmiş. HDP’yi kurduk. Programını açıp size okuyayım. Bu partimizde de demokratik özerklik kısmı var. Kadın çalışmaları da özgün bir başlıkta yer alıyor. 7 Haziran seçim beyannamesinde de aynı şekilde yer alıyor. 7 Haziran’dan sonra yapılan 1 Kasım seçimlerinde de anadil, kadın başlığı ve özerklik başlığı yer alıyor. Ne demek istediğimizi seçmene anlatmışız.” Demokratik özerkliği bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir taviz vermeden bir düşünceyi siyasi program olarak savunmuşuz. Kadın çalışmalarını, anadil çalışmalarını da savunmuşuz. Partimizin bütün programlarını tüm aşamalarda seçmene vaat etmişiz. Merkezi iktidara gelirsek gücümüz ile yapacağız. Çok sayıda çalıştay yapmışız bu konuda. Dolayısıyla özerklik fikri bir anda ortaya çıkmış, barikat-hendek ile ortaya çıkmış bir şey değildir. DEM Parti programında da vardır. Dolayısıyla özerkliğin terör faaliyeti olarak görülmesi doğru değildir. Şimdi bu hendek-barikat dönemine dönelim. Orada bir terör mü var, yoksa terör mü estirilmiş birlikte bakalım. Ayrıca devlete beğendirmek zorunda da değiliz. Biz halka konuşuruz, devlete konuşmayız. Özerklik bir yönetim biçimidir ve savunulması bölücülük değildir. İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir ki bu da suç olamaz. Nedir demokratik özerklik? Bir yönetim modelidir. Başka bir parti başkanlık sistemini önerir. Bir başkası parlamenter sistemi önerir. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Faşizmi oylamaya götüremezsiniz, ayrımcılığı ve kadın düşmanlığını sunamazsınız ama devlet mimarisi için modelleri sunarsınız. Mesela başkanlık sistemini önerenler ve hayata geçirenler serbest, bir başka modeli savunmak ise suç. Neden? Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de özerklik demiş. Eğer beni duyuyorsa Abdullah Öcalan’a da çağrı yapmak istiyorum. Bence iki kere iki de dört eder de demeli, hayata dair her şeyi söylemeli. Çarpım tablosundan da çıkarılacak mı görelim. Bir fikrin hayata geçme biçimi önemlidir. Eğer şiddet ile hayata geçirirseniz suç olur. Bugün kullandığımız bilimin ve teknolojinin çok büyük bir kısmı Yahudiler tarafından kazandırılmıştır. Şu anda Yahudilerin şirketlerini falan protesto ediyorlar ya bence yerçekimini protesto etsinler. Kuantumu tanımayın ya da uzayı tanımayın. Bir bakalım ne olacak. Mesela asansöre binmeyin, gavur icadıdır. Önünüzdeki mikrofonu icat eden kişi Türk’e karşı olan biri olabilir mi bilmiyorum ama örneğin onu da kullanmayın. Telefonu örneğin kullanmayın. Bir başka şey ile devam edeyim. Hilafeti savunmak, şeriatı savunmak suç değil. Bence de ifade özgürlüğüdür, kesinlikle savunabilirler. Bunu hileyle, suçla isteyenler yapamazlar. Kürtler 100 yıl sonra bir fikir gerçekleştirmişler, anlatmaya çalışıyorlar. Bırakın Meclis’te, basında anlatmamızı, hakimlere karşı savunmak zorunda kalıyoruz. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bugün İstanbul’un ortasında hilafeti savunabilirim, başım okşanır ama Kürtlerin savunduğu bir modeli savunamam. Peki, nasıl bir arada yaşayacağız? Anayasa herkes Türk’tür diyor. Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz diyor. Geriye kalan hiçbir dil anadil değildir diyor. Ortak tarihimiz vardır diyor. Orta Asya’dan geldik, kurt Asena'dan bugüne destanlarımız vardır diyor. Bizi millet yapan ortak değerlerimiz vardır diyor. Bunlar dayatılıyor. Örneğin Topal Osman'dan kıvanç duymalıyız. Bunlar olursa tek dil, tek bayrak, tek millet olarak yaşamak mümkün. İyi de biz bu elbiseye sığmıyoruz. Sığmamız için itiyorlar ama sığmıyoruz. Türkiye’nin yarısı sığmıyor. Olmuyor, niye zorluyorsunuz? Bir Çerkes Türk’üm diyebilir bir Ermeni de diyebilir onu suçlayamayız. Problem de yok burada. Ama Türk değilim diyenler konusunda sıkıntı var. Türk’üm diyenlerin başımızın gözümüzün üstünde yeri var. Kimseye bir şey diyemeyiz. Ben ne olacağım, ben Kürt’üm dediğimde ne olacak? Sorum budur. Devlet şu anda bizi bölücü, terör, işkence, sürgün parantezine oturtuyor. Ben Kürt’üm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkes’im diyenler ne olacak? İşte demokratik özerklik bunun için bir çözüm önerisidir. Anadolu, Mezopotamya, Trakya’sı ile çok kimliklidir. Sosyolojik birliğini hiçbir zaman sağlamamıştır. Buna yeltenenler katliamlar yapmıştır. Ancak hiçbir zaman tek dil, tek millet olamamıştır. Yaşama en elverişli yer burası. Zaten insanlık buradan yayılmış. Kuzeye göç edenlerin teni açık kalmış. Güneye indikçe yoğun güneş nedeniyle oradaki canlıların yaşayabilmesi için tenleri giderek koyulaşmıştır. Ama ilk medeniyet burada kurulmuştur. Kurulduğu yer Mezopotamya Havzasıdır. 20 bin yıl önce dünyanın merkezi burasıydı. Ama asla, hiçbir zaman tek dil, tek kimlik olmadı. Anadolu coğrafyasını tek dil ile yönetemezsiniz. Tek adam ile yönetemezsiniz, tek millet ile yönetemezsiniz arıza çıkar. Kimseye kabul ettiremezsiniz. Duruşma salonunda bulunanlara kabul ettirirsiniz belki. Milyonlarca kişiye, halka kabul ettiremezsiniz. İsyan ederler. Ne lazım bize o zaman, yeni bir model lazım. Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. 100 yıldır bunu tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar, hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur. Neden Türkiye için en uygun model demokratik özerkliktir? Yerelin ihtiyacı her zaman farklıdır, acildir, hızlıdır. Bu talepler de sürekli değişir. O yüzden dünyada bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorundadır. Oysa en çok ihtiyaç duyan coğrafya burasıdır. Herkesi demokratik ilkeler çerçevesinde yönetime dahil etmektir. Herkes bu devlet, bayrak benim diyebilsin diye. Küçük bir elit grup ya da tek adam yönetirse kutuplaşma oluşur. Dikkat edin Kürtler ve Türkler şeklinde de kamplaşma oluşmuyor. İktidar ve muhalefet olarak kamplaşma oluşuyor. İkiye bölünür. Bir belediyemiz vardı bu modeli uygulayacak ama kayyım atandı. Muhtarlara bile kayyım atandı. Herhangi bir yerel yönetim mekanizması diğerine baskınlık, büyüklük taslamaz. Görevleri eşit olmalı ve Anayasada bu eşitlik sağlanmalı. Kimliğe dayalı olmamalı. Bunu biz öneriyoruz. Örneğin federal bir bölge de önerilebilirdi ya da bağımsızlık. Ancak Türkiye’de de demokrasinin gelişmesini istiyoruz. Bu siyaseten de doğrudur ama en çok ahlaki olarak doğrudur. Onun için de demokrasi istemek zorundasınız. Yozgat'ta demokrasi olmaz ise biz rahat edemeyiz. O yüzden geniş bir uzlaşma ile Türkiye’de bunu sağlamalıyız. Bunu savunuyoruz. Genel adalet, güvenlik, sınır güvenliği ve diğer politikalar merkezi parlamentoda olmalı. Yerel meclislerin aldığı her karar Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olmalı. Tabii özgürlükçü bir anayasadan bahsediyorum. Bunlar seçimle gelmeli ve seçimle gitmeli. Belediye meclisi ile halk meclislerinin ayrı olması gerekiyor. Vali seçimle iş başına gelmeli. Bütün özerk bölgelerin resmi dili Türkçe olmalı ama her bölge hangi kimlikten olursa talep olması halinde ikinci ve üçüncü resmi dili kullanabilmeli. Türkçenin yanında Trakya, Boşnakça resmi dil olarak kabul etmek istiyorsa bunun kime ne zararı olabilir? Örneğin Kürdistan'da Kürtçenin ikinci üçüncü resmi dil olmasının kime ne zararı olur? Hindistan’da onlarca resmi dil var. Avrupa'nın pek çok ülkesinde aynı şekilde resmi dil var. Türk’ü yeniden tanımlayalım ya da Türkiyeli diyelim. Ya da istiyorsanız 100 yıl boyunca Kürt diyelim. Türk’ün ne olduğunu Anayasa’da tanımlayalım. Diyelim ki bu anayasa bütün etnik kimliklerin, dillerin ortak anayasasıdır. Bütün yerel ve merkezi yönetimlerin ortak anayasasıdır. O zaman bu sorun olmaz. Bu mümkün mü? Türklüğü bir etnik kimlik olarak çıkarıp bu hale getirebiliriz. Türk milleti diye bir millet var. Tarihi var. Bunlar kalsın. Tekçi ulus değil çok kültürlü ve dilli bir ulus olabilir. Biz buna demokratik ulus, özerklik diyoruz. Sivil demokrasinin gelişmesi için bölge meclisleri, köy meclisleri kurulabilir. İnsanlar mescide gidiyor, cemevine gidiyor. Aynı şekilde bu meclislere de gider, kendi arasında seçim yapar, kararlarını bir üst meclise götürür ve taleplerinin karşılığını alır. İnsanlar birbirleri ile temas ettiği için, yüz yüze olduğu için doğrudan demokrasi gelişir. Halk kendisini yönetmeye başlar. Artık bir mahalleye kanalizasyon ya da park yapılıp yapılmayacağını ancak oradaki halk bilir. Meclis veya hükümet bunun kararını veriyorsa bu yanlıştır. Demokratik özerklik yüz yıllık Kürt sorununun bitirilmesinin bir vaadidir. Hiçbir zaman bunu zorbalıkla dayatmadık. Eğer hükûmet olsaydık referanduma götürürdük. Kürtler olarak teklif olarak sunuyoruz, 100 yıllık Kürt sorununu gelin bitirelim. Abdullah Öcalan devrede olmalı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın. İki kere iki dört. PKK’ye savaşı yürütüyorsun gidip ETA ile müzakere yürüteceksin. Böyle olur mu? Demokratik özerklik uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur. Bir arada yaşamak zorla olabilecek bir şey değildir. Abdullah Öcalan’ın yapmaya çalıştığı buydu. Siyaset ve müzakere ile. Silahın özerklik ile alakası yoktur. Kim ne yapmışsa, niye yapmışsa kendisini de izah edebilir. O dönemde yaptığım konuşmalara da bakalım. Bahçeli ve Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar ve devletin müdahalesi ile ortaya çıkan sonuçlara dair konuşmalar yapmışız. Bizden istenen şuydu; hükümetin yaptığı şeylere sesini çıkarma. Bir tarafta devlet bir tarafta örgüt ise hukukun uygulanmasını devletten istersin. İnsan haklarını bir parlamenter olarak kimden beklersin? Devlet olmanın gereği budur. Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok. Ondan önce biz ne yaptık onu da anlatacağım. Yine gerçeklik burada göründüğü gibi değildir. Bir algı operasyonudur. Birkaç ilçede özerklik ilan edildi. Gençler polisin ilçelere girmesini istemiyordu. Ellerinde de silah yoktu. İlk başlarda böyleydi. ‘Gidip copluyorsunuz, baskı uyguluyorsunuz, cezaevine atıyorsunuz. Hendek kazmasın da ne yapsın?’ demişiz. O sırada henüz çatışmalar başlamamıştı. Biz o dönem heyet göndermişiz. Bugün hakkımızda atıp tutan Altan Tan ile Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve Hatip Dicle’yi bölgeye göndermişiz. Bölgede giriş çıkış uygulanmış. Görüşmeler yapıyoruz. Kime ulaşabildiysek bu durumun bitirilmesini istedik. Örneğin Silvan'da başladığında Nimetullah Erdoğmuş ve Altan Tan başta olmak üzere Diyarbakır Valiliğine gitti. Diyarbakır Valisi de gençlerin oradan çıkmayı kabul etmesi halinde elinden gelen ne ise yapacağını söyledi. O da dedi ki ‘Komutanları ikna etmek istiyorum’. Çatışmaları bitirmek için. Böyle bir uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk. Biz kendi görüşmelerimizi, onlar kendi görüşmelerini yaptı. Bir uzlaşma sağlandı ve bir akşam sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve Silvan'daki grup orayı terk etti. Dönemin içişleri bakanlığı ve valisi bunu biliyor. Aynı şeyi Yüksekova için uygulamaya çalıştık. Çünkü halk istiyordu. Ama başaramadık. Şırnak için bir korucu geldi. Kandil’de üst düzey kişiler ile görüştüğünü söylüyordu. Ankara’ya gelmişti. Sırrı Süreyya Önder bize söyledi. O dönem güvenlik müsteşarı Muhammet Dervişoğlu yanına gitti, ‘Bu korucubaşı bunu söylüyor’ dedi. Şırnak'ta operasyonların durabileceğini söyledi. Onlar da konuyu ciddiye aldılar ve bir gün uğraştılar. Ordunun bir kademesinde tıkandı. PKK’nin içinde de tıkandı. Biz çıkmalarını istiyorduk. Ordunun izin vermesini istiyorduk ama bunu sağlayamadık. En çok Sur için uğraştık. O dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala çıksın konuşsun. Ne kadar uğraştık? Ben Kandil’e gittim. Ulaşamadım ama aracılar aracılığıyla söz almak istedim. Oradan çıksınlar diye. Partimiz bu doğrultuda çalışıyordu. Bir gel git yaşandı ve en son ikna oldular. Çünkü biz kabul etmiyorduk. Onların da çağrı yapacağını hükümete ilettik. Hükümetten de aynı şekilde söz aldık. Dengeli bir konuşmayla ne devlet ne da başka bir tarafı kimseyi kırmadan bir konuşma yapmaya çalıştım. Siyasetle bunu halletmeye çalıştım. Devlet benim ne konuşma yaptığımı, niçin yaptığımı biliyordu. Ancak medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Âlâ, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ve Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde Demirtaş bizi kandırdı diye düşündü. Daha sonra hükümetin, devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü. Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkari’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numaralısı darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk. Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önü açılmaya çalışılıyordu. Devlet, ülke bölündü bölünecek görüntüsünü yaratıp darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu? Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopterle çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘Sen nasıl böyle bir şey koyarsın?’ dedik. ‘Şehri niye yıkıyorsunuz?’ diye soruyorum, bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopterle müdahale eder mi ya küçük bir mahalleye sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar? Nedenleri daha sonra ortaya çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu. Devlet Bahçeli Nusaybin için ‘Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın’ diye açıklama yaptı. Bu şiddet çağrısı mı değil mi? Bir de size okuduğum bizim açıklamalar ile karşılaştırın. Bizim açıklamamız mı bu açıklama mı terör? Terör işte budur. Sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmek. Erdoğan da Bahçeli’den iki sonra açıklama yaptı. Ülkenin Cumhurbaşkanı top atışları ile vurulmasını istedi. F-16 neden kullanılmıyor diye tartışıldı. Gazze'ye yapılanın aynısı o dönemde yapıldı. Şimdi biz bundan yargılanıyoruz. Savcı Bahçeli’nin, Erdoğan'ın, Davutoğlu’nun konuşmalarını niye koymuyor? Kürt halkının yaşam hakkını savunduk. İddianamedeki konuşmalarım orada duruyor. İddianamede olmayan konuşmalarımızı okuyayım size. Eylül ayında bütün bu hendek ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde miting yapma kararı aldık. Her yere gittik ve silahların susması için çağrı yaptık. Tek birinin burnu kanamasın diye konuşmalar yaptık. Bunlar niçin iddianamede yer almıyor? Eller tetikten çekilmeli şeklinde açıklamalar yaptık. Bunu dediğimiz için neredeyse bize küfür ediyorlardı. Müzakere çağrısı yapıyorduk ama ‘Terörist ile müzakere olmaz’ diyorlardı. Ama üç yıl boyunca yaptı değil mi? ''(Sonuna kadar barış dediklerini söyleyen Demirtaş, o dönemde sarf ettiği sözlerini ve Erdoğan, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’na karşı açıklamaları okudu.)'' Bakın konuşmalarımda ‘Barış için, özgürlük için direndikçe arkanızda olmaya devam edeceğim’ demişim. Bakın bu konuşmayı iddianamede bulamazsınız. Konuşmalarımızın büyük bir bölümü çarpıtılmış. Bütün çağrılarım müzakere masasına dönülmesine dönüktür. Bu konuşmalarda da tek bir gencin silah tutmasına gerek olmadığını söylüyordum. Ben böyle dediğim sırada ‘taş üstünde taş kalmasın’ diyenler vatansever, biz ise terörist olarak gösteriliyorduk. Devlet barış istese bugün barış olur. Hemen bugün diyalog masası kurulur ve barış sağlanır. Diyalog ile sorunun çözümü mümkün iken bunu yapmıyorlar. Türk halkı bunu sormayacak mı? Ülke işgal altında, bölünme tehlikesi var yalanlarını daha ne kadar sürdüreceksiniz? Adem Huditi, medyada Sur ve Cizre’yi temizleyen komutan olarak duyurulurdu. Aynı medya darbenin ardından ‘baş hain’ diye manşet attı. Bu adam oradaki operasyonların baş sorumlusu. Gerçekten hukuka uygun hareket ettiklerine inanıyor musunuz? O zaman parlamentonun bombalanması da yalandır. Kökü yalan. O zaman iftira atıyorsunuz bunlara. Kim emir verdi bunlara. Ahmet Davutoğlu. Ev ev, mahalle mahalle temizleyin dedi. Üç beş genci bahane ederek ilçeleri yıktılar. Karşıda bir direniş var mı o da bilinmiyor. Bakın aylarca çatışma yokken bombaladıklarını biliyorum. Bakın bir askerin itirafları var, onları da şimdi paylaşacağım. Bunların kafalarında darbe planları var. Birkaç ay sonra bir darbe planları var. Sizce kafalarında darbe planı olanlar vatanı ve milleti mi koruyorlardı? Bir devlet bunlar hiç yokmuş gibi nasıl davranır? Alnı secdeye giden duymuyor, sosyalisti duymuyor. Kardeşim siz bunları yaptınız. Bize iftira attınız. Kürt halkına zulüm yaptınız. Siviller, çocuklar ölüyor dedikçe bize terörist dediler. Aha size devletinizin komutanları. Bir kişi çıksın savunsun bakalım. Yüreği yeten çıksın savunsun bakalım. Hepsi darbeci ve tutuklu. Ama bunların işlediği suçlardan dolayı biz tutukluyuz. Şırnak’taki operasyonların komutasını sürdüren Semih Terzi Ankara’da devlet kurumlarını bastı, Kürt’ün evini mi basmayacak! Tank ile şehirlere girmişler. Öyle yıktılar. Hem Kürt’ün evini başına yık hem de darbe yapıp devleti ele geçir. Böyle bir rezillik olabilir mi? Semih Terzi darbenin bir numaraları arasında yer alıyor. Bunların bir kısmı cezalarını yattı bitirdi bu arada ama biz hala içerideyiz. Sizin Kürt’e madalya takmanız gerekiyordu. Siz de darbecilere karşı savaştınız diye ama bunu görmüyorsunuz. Ancak size göstereceğiz. ''(Demirtaş, katledilen bebeklerin ve çocukların kanlı fotoğraflarını mahkeme heyetine gösteriyor.)'' Bunları kim yaptı? Bakın anneler çocuklarını günlerce soğutucuda tuttu cenazesi bozulmasın diye. Burası Gazze değil Şırnak'ın ilçesi Cizre. Buyurun, bunların ben mi yaptım? On beş kişilik bir militan grup mu yaptı bunları? Burası da Cizre bodrumları, çoğu sivildi. Çıkarmaya çalıştık. Üçlü konferans yaptık. Karşıda Sağlık Bakanı vardı. Kafalarını çıkardıklarında ateş ediyorlardı. Cizre bodrumlarında onlarca genci diri diri yaktılar. Daha sonra ‘Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim’ dediler. O bodrumlar işte bu bodrumlar. Kürtler bunları biliyor. Bunlar insan, armut değil. ''(Demirtaş, Gazze’de katledilen çocukların ve kentin fotoğrafları ile Cizre’deki katliamların fotoğraflarını gösteriyor.)'' Bunu Hamas yaptı diyebilir misiniz? Bakın biz yapmış olabilir miyiz? Ya da az önce size gösterdiğim komutanlar yapmış olabilir mi? Hangimiz daha şüpheliyiz. Biz bu halkın seçilmişleri olarak sessiz mi kalsaydık? Zulüm yok mu deseydik? ''(Demirtaş, “Katliam yaptık, emri senden aldık uzun adam” şeklindeki fotoğrafı göstererek, bunun bir itiraf olduğunu ve bunların yargılanıp yargılanamayacağını sordu.)'' Duvara ‘Devlet geldi’ diye yazmışlar. Devlet nereye geldi, Silvan’a. Kürt’ün duvarına ‘Piçler nerede?’ diye yazmışlar ve üstüne de Türk bayrağı çizmişler. Ben Türk bayrağını bir siyasetçi olarak Kürt’e nasıl sevdireceğim? Hadi gel de sev sevebiliyorsan. Bakın bir başka duvar yazısında Allah’ı da işin içine karıştırmışlar. Allah’ın zaferi diye yazmışlar. Halkları birbirine düşürmek için neler neler yaptılar. Hiçbir savcı hâkim de darbeden önce sen Şırnak’ta, Hakkâri’de ne yapıyordun diye sormadı onlara. Biz mi halkları kışkırtıyoruz? Biz zavallı, korkak olduğumuz için mi barış diyoruz? Bunlar yüzünden 7 yıldır bizi hücrede tutuyorsunuz. Bunların işlediği suçtan dolayı Kürt’ü cezalandırıyorsunuz. Bakın burada (fotoğraf gösteriyor) Kuran’ı Kerim yakmışlar. Hakkâri’de yaktılar. Bunlar bulundu mu, ceza verildi mi? Bu döneme ilişkin savunmaları bu detaylarla yapmak da istemiyorum. Neler yapmadılar ki bize? Bütün o acıları durdurmaya çalışırken yetmezmiş gibi terörist katil olarak cezaevine atıldık. Bunu yapanlar ise keyif yapıyor. Tek tek evlere girerek altınları, paraları çaldılar. Kadınların makyaj malzemeleriyle, çamaşırlarıyla neler yaptılar bunları anlatmak dahi istemiyorum. Af Örgütü, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve pek çok kurumun raporları buradadır. Okumak isterseniz duruyor. Evlere, yaralılara, cenazelere yapılanların tek tek hepsi yer alıyor. Ancak biz bu raporları okuyarak öğrenmedik, biz bunları yaşadık. Vergi ödediğimiz devlet gelip şehirlerimizi yıktı, bizi öldürdü. Devlet kendisine silah çekene gül mü uzatacak? Hayır, yasa var. Ama sen on iki şehri, kasabayı nasıl kökünden silersin! Silvan’da Figen Yüksekdağ’ı öldüreceklerdi. Olayların büyümesi için bu provokasyonu yapacaklardı. Ancak biz bunu engelledik ve Yüksekdağ’ı oradan çıkardık. Efkan Âlâ, Meclis oturumunda Mithat Sancar’ın sorusu üzerine itirafta bulundu. Diyor ki ‘Evet, bizim de kontrol edemediğimiz güçler var’. Bu Meclis tutanaklarına geçti. Ben ne yapmışım o dönemde? Onlar duvarlara bu yazıları yazarken, ben ne yapmışım? Belki de Kürtlerin bir kısmı bu sözlerimden dolayı bana kızgındır. Hâlâ da diyorlar. Sırf barış dediğim için bana kızgınlar. Çünkü namuslarına el uzatılıyordu. Bu yetmezmiş gibi bu halkın temsilcilerini de cezaevine koymuşsunuz. Bunların Müslümanlığı sahtedir. İnsan olan yapmaz da Allah’a ve Kuran’a inanmış biri bunları nasıl yapabilir? Bunlara insan dahi diyemezsiniz. Bu kadar kul hakkı nasıl yenilir? Kimin katliam yaptığı ortadadır. Yapılan şey Kürt’e zulümdür. Biz bunları yapmadık diye ve insan haklarını savunduk diye kimse bizi suçlayamaz. ''(Demirtaş, Ahmet Gün takma adını kullanarak konuşan bir askerin yaptığı itirafları paylaştı. Bu kişinin kendisini ülkücü olarak tanımladığını ve daha sonra ihraç edildiğini söyledi. Bu askerin Kürt halkına yönelik saldırı ve katliamlara dair beyanlarını paylaştı: “Devlet tamamen bir suç makinesine dönüştü. Orada üç bodrum vardı. İçinde kadınlar, çocuklar ve gençler vardı. Onların terörist olmadığını biliyorduk. Medyada hepsine terörist deniliyordu. O bodrumlarda 120 cenaze çıkarıldı. Örgüt militanları en fazla 7 veya 10 kişi bir arada durur. Orada görev yapan tüm güvenlik mensupları bunu bilir. Savaş hukuku bile ortada kalmadı. Ambulanslara ateş açılıyordu. Çok kirli bir işti. Maalesef daha önce bunu görmemiştim. Emir de yoktu. Emir olsaydı sınır olurdu. Ancak sınır yoktu. Asker ve polis kimi zaman kavga ediyordu. Devlet onları oradan çıkarabilirdi. Ancak tanklar ile müdahale edildi. Size düğmeyi gösterseler yaparsınız. Polisi ikinci faktörde tuttular, askeri sürdüler. İş başından kurguydu. Hendekler göz göre göre kazıldı. Esedullah Timleri bir anda türedi. Nereden geldiklerini bilmiyorum.”)'' İktidar bizi içerde tutmanın nimetlerini yiyor. İki dönemdir bu nedenlerden ötürü kayyım atıyor. Burada gördüğünüz kişiler Kürt ve Türk halkının onurudur. Yıllarca barış için çabaladık. Hepsi yoksul halk çocuğudur. Türkiye’nin yönetiminin nasıl teslim alındığını görün. Yapamıyorsunuz davadan çekilin ama bu ahlaksızlara alet olmayın. Burada tek yalan konuşmadık. Netenyahu ile aranızda ne fark var? Kanlı cenaze fotoları, parçalanmış cenaze fotoları, sokakta bırakılan cenaze fotoğrafı. Taybet Ana 7 gün sokakta kaldı. Çürümeye terk edildi yaşlı bir kadının cenazesi. Cenazesini almak isteyen bir çocuğu öldürüldü, bir çocuğu ayağından vuruldu. Sokağın başında keskin nişancı vardı. Ateş eden de kendine Müslüman diyordu. Ahmet Davutoğlu da kendine Müslüman diyor. Bunları yapan alçaktır, namussuzdur. Ona emir veren de yapan da namussuzdur. Terör örgütü propagandası bu ise bin defa söylüyorum. İddianameyi yazan savcı savunuyordu. Siz bu askerleri savunuyor musunuz? Bu hadsizlere hadlerini bildirenlere de terörist diyorsunuz. Meclis’i bombaladılar ya! Siz yargılamadınız mı bunları? Şimdi de bizi aynı salona tıkmışsınız. Allah, halk, kanun katında da masumuz. Zulme uğruyoruz. Ama onurlu ve gururluyuz, teslim de olmayacağız. ''(Demirtaş, Ertuğrul Özkök’ün Devlet Bahçeli ile yaptığı bir röportajı paylaştı. Demirtaş, Bahçeli’nin bu röportajda, özyönetim ilanları sonrasındaki operasyonlara ilişkin “Ben ilk gün sıkıyönetim ilan edilmesini istemiştim. Ancak daha sonra oradaki askerlerin darbe yaptıklarını öğrendim” şeklinde ifadeler kullandığını söyledi. Demirtaş, bu konuşmaların delil olduğunu ve Bahçeli’nin yanı sıra Erdoğan ve Davutoğlu ile diğer yetkili kişilerin tanık olarak dinlenmesini istedi.)'' Kürt çocuğu Kürt dilinin anadili olmasını istemesin de kim istesin? Keşke Türkler çıkıp istese. Bakın size bir devlet büyüğümüzün bir demecini okuyayım. Benim de katıldığım bir demeç. Demiş ki ‘Ey Almanya! Sen benim vatandaşımın anadilini nasıl yasaklarsın? Sen nasıl Türkçeyi yasaklarsın?’ Erdoğan diyor bunları. Biz de sonraki gün çıkıp kendisinin haklı olduğunu savunmuşuz. Almanya’da bir Türkiye bölgesi yok bu arada. Ama Türkiye’de Kürdistan var, yahu Kürdistan! Ancak anadilde eğitimi bırak isim koymasını yasaklıyorsunuz. Bu da iki yüzlü siyasetin başka bir örneğiydi. Erdoğan ya da Bahçeli çıkıp anadili savunsun ben yapmayacağım. Bahçeli bizim yerimize bizim hakkımızı savunuyor deyip yapmayacağız. Kürtçenin eğitim dili olması için yaptığımız etkinliğin üzerinden 9 yıl geçmiş, FETÖ’cü savcı hakkımızda fezleke hazırladı. Kim hakkımızda fezleke hazırlasa kurtuluyordu. Kim ki bize çok ceza verdi, bakan yardımcısı oldu, HSK’ya alındı. Bu fezlekeleri hazırlayanlar ödüllendirildi. Bakın bir konuşmada ‘Putin ile görüşmek için dört takla atıyorsunuz’ demişim. Bana cumhurbaşkanına hakaretten 3 buçuk yıl ceza verildi. Bu hakimi bana sırf ceza versin diye Mersin Mut’tan getirdiler. Bu da seçim ayarlıydı. Bu sırada Akın Gürlek de ceza verdi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-turkiyeye-en-uygun-model-demokratik-ozerkliktir/17574///// | başlık = Demirtaş: Türkiye’ye en uygun model demokratik özerkliktir | yayıncı = HDP | tarih = 3 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivurl = https://web.archive.org/web/20240104174451/https://hdp.org.tr/tr/demirtas-turkiyeye-en-uygun-model-demokratik-ozerkliktir/17574///// | arşivtarihi = 4 Ocak 2024}} |telif={{FSEK-32}}}} ==4 Ocak== Dava büyük bir organizasyonun ürünüdür, bir devlet operasyonudur. Siyaset, sermaye, medya, bürokrasinin de dahil olduğu kesintisiz bir kumpas ile karşı karşıyayız. Bu yüzden binlerce klasörden, sayfadan oluşuyor. Bu, zaten bu kumpası görünmez kılmak için vardır. Türkiye’de son yıllarda yaşanan olaylar veya yaşanan ölümler, nerede ne varsa bu davaya dahil edilmiş, klasörü doldurulmuş ki basın da kamuoyu da içinden çıkamasın. Düşünün savcı, HDP MYK’nın attığı tweetler dışında hiçbir delil yok iken ikinci Kobanî Davasını açtı ve sulh hakimi de tutuklama yaptı. İki tweet ile kamuoyu ikna olabilir mi? Talimat Saray’dan açık açık ve canlı yayında verildi. Savcı çıkıp şunu diyebilirdi; ‘Ya Cumhurbaşkanı siz böyle diyorsunuz da ama elimizde iki tweet var. Zaten bu tweetler ile ilgili AİHM karar verdi. 50 küsur kişi için nasıl dava açalım?’ Dedi mi? Diyemedi. Savcı bunları diyemezdi. Davayı büyütmesi gerekiyordu. MYK üyesi olmayan arkadaşlarımızı da dahil etti ve dosyayı da içinden çıkılmaz hale getirdi. KCK’den Kandil’den birçok kişi dahil edildi. ''(Davanın soruşturma aşamasına işaret eden Demirtaş, bu sırada TEM’e ait olan bir notun dosyanın içinde bulunduğunu dile getirdi. Bu notun dosyada unutulduğunu ve bu şekilde dosyanın kumpas olduğunun tekrardan ortaya çıktığını söyledi.)'' Bu kumpas davası ile yeni bir düzen, dizayn yaratıldı. Yeni bir küresel, bölgesel dizilim yaratıldı. Neden? Çünkü AKP tek başına iktidarı kaybetti. Bununla birlikte Türkiye yeni bir sürece evrilecekti, belki de barış olacaktı. Ancak AKP-MHP ortak olarak bunu engelledi. AKP-MHP’nin yürüttüğü siyaset sonra bölgesel ve küresel boyuta ulaştı. ''(Davanın Türkiye siyaseti üzerinde de etkisinin olduğunun altını çiziyor.)'' Türkiye siyaseti konumunu bu dava üzerinden yapıyor. Hesap kitap bu dava üzerinden yürüyor. Çünkü HDP, günümüz dünyasında hiç kimsenin başaramayacağı bir şey başardı. HDP’nin çizgisi sadece Türkiye’de sonuç doğurmadı. Örneğin Ortadoğu'da özgürlük arayışında bulunan herkes tarafından görüldü. Etkisi hissettirildi. Biz bir mucize yaratmadık. Sadece hakikate ışık tuttuk. Yoktan var etmedik. Onu nasıl harekete geçirebileceğimizi, örgütleyebileceğimizi gösterdik. Yeni bir şey icat etmedik. Hakikat orada duruyordu. Üstü örtülüydü. Kadın mücadelesi, ezilenlerin, halkların mücadelesi ile HDP siyasi bir hamleye dönüştürdü. Türkiye’de ülkücü ırkçılar, milliyetçi ırkçılar, İslami ırkçılar ve Atatürkçü ırkçılar yani ırkçılık düzeyinde bunları savunanlar, doğa talancıları, bütün yalancılar tehdit altındadır. Çünkü HDP geliyor. Bu anlattığım herkesin emperyalizm ile göbek bağı vardır. Bu, onları da rahatsız etti. HDP 7 Haziran siyasi başarısı ile büyük bir etki yarattı. HDP’nin gücü aldığı oyun niceliğinde değil, niteliğindedir. Kimse AKP’nin yüzde 42’sini düşünmedi, konuşmadı. Aynı zamanda CHP de tarihinde ilk defa bu derece çok oy aldı, ama kimse onları da konuşmadı. HDP yüzyıllık anlayışı tuzla buz ederek, yüzyıl sonra merkeze oynamaya başladı. ''(Bütün merkez partileri ile bazı sol ve komünist geçinen siyasi partilerin de HDP’nin başarısından rahatsız olduğunu, hâlâ bu rahatsızlığı sürdürdüğünü paylaşan Demirtaş, bunların temelinde ırkçılık olduğunu söyledi.)'' HDP artık tabiri caizse tiyatro perdesini açtı, oyuncular göründü, dekor göründü. Seyirciler de her şeyi gördü. İstediğiniz kadar perdeyi kapatın seyirciler hakikati gördü. Bu yüzden bu kadar üstümüze geliyorlar. Bu nedenle iki cümle ile bitmesi gereken dava, Türkiye tarihinin en kapsamlı davasına dönüştü. Bu nedenle arkadaşlarımızın, dışardaki insanların hayretle izlediği kumpaslar bu kadar aleni yapılıyor. ''(Davada asıl gölgenin MHP olduğunun altını çiziyor.)'' MHP’nin yaratmak istediği algı, sadece bununla sınırlı değil. Evet, hâlâ tweet atıyorlar, ama Bahçeli benim ismim üzerinden Kürtleri terörist ilan ediyor. Kavala üzerinden ise Türkleri tehdit ediyor. Demirtaş'a terörist dediğinde kaç kişiye dediğini bilmiyor mu? Biliyor. Ve bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Milletçi Türklere de ‘Kürtler teröristtir’ diyor. ‘Bunu aklınızdan çıkarmayın’ diyor. Sürekli kafalarına çivi çakıyor. MHP bundan ne umuyor? MHP’nin kuruluşu, varlığı ötekilerin yokluğu, karşıtlığı üzerinden gelişti. Fakat bu dava ile ilgisi nedir bugün bunu anlatacağım. Bu dosyadan 7 yıl sonra beraat çıkmayacağı için büyük ihtimalle dosyamız Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi’nin önüne gider. Onu göreceğiz. Daire ne yapıyor? AYM’ye ‘terör destekçisi’ diyor. Söylemlerinde ‘terör söylemleri’ diyor. Büyük ihtimalle bizim dosyamızı inceleyecek. Bu daire ne diyor? Tabi yargıç ‘terör söylemidir’ diyor. Ben ise Başkan Apo, Kürdistan demişim, gerilla demişim. Vay vay bana neler yapmazlar? Bu dosyaya ilk atanan başkanı hatırlayın. Bahtiyar Çolak. Devlet Bahçeli’nin referansı ile Ata Dedeler çetesine girdi. MHP bizi karşısına aldı ve burada yargılamaya kalktı. Biz o dönemde ‘cüppelerinizi çıkarın MHP-AKP rozeti takın’ diyorduk. Devlet bize hep karşıt olduğu için devleti çok iyi tanıdık, tanıyoruz. Hatırlarsanız sizi dinlediğini söylüyorduk. Kendi memurunu da dinler. Devletin bir kanadı asla boş bırakmaz. Sana verdiği görevi yapıp yapmadığını izler. MHP bizden ne istiyor, ona bakalım. Bir bakalım onların tavuğuna kış demiş miyiz? İsterseniz Rıza Nur ile başlayalım. İsmet İnönü’nün yanında Lozan görüşmelerine de katılan bir kişidir. Rıza Nur’a dava nedir diye sorulduğunda şöyle yanıt verir; ‘Memleketimizde başka ırkta, dinde başka adam bırakmamak en esaslı iştir.’ Hem ırkçılığı savunurken bundan övünür hem de Kemalizm'i yeterli derecede ırkçı bulmaz ve eleştirir. Kemalizm de kendini inşa ederken Sovyet sosyalizminden Alman faşizmine kadar ve İslam’a kadar meyil eder ve eklektik bir ideoloji üretir. Halis Türk yaratmak için sürekli iktidarı zorlar Nur. Kemalizm, iktidar ile bu ırkçılar arasında sürekli tatlı bir kavga vardır. Birbirlerini döver ve severler. Saf âri Türk’ü ararlar. Mesela Reha Oğuz Türkkan der ki; ‘Atatürk’ün boyunu ölçelim ve en ideal Türk budur diyelim. Bu boyda ve özelliklerde olmayan kişiler Türk değildir.’ ‘En büyük hak güçlünün’ der. Barış taraftarlığında karşıdır ve ‘savaşmayan millet ayakta kalamaz’ diyor. ‘Savaş bittiği an bir millet yıkılır’ diyor. Nihal Atsız ise altın çağını yaşayan ideologlardandır. Hem iktidar tarafından hem de kendi çevreleri tarafından eleştirilir. Ancak en çok kendisi eleştirir. Türkiye’den memnun olmadığını göstermek için soy ismini ‘Atsız’ koyuyor. Henüz bir şey olmadıklarını söyler. Türk tarih tezini beğenmez. Atsız’a göre milliyetçilik dinden üstündür. Cennet beklentisi ile mücadele edenleri sahtekar olarak görür. Kürtleri ve çingeneleri aşağılar. Tıpkı bazı savcı ve hakimlerin yaptığı gibi. Savcılar Kürt yazarken küçük yazar ama diğer milletleri yazarken büyük yazarlar. O dönemde Atsız da aynı şekilde yapar. Kürtlere yeriniz zencilerin yanıdır. Kürtleri kıyım ile tehdit eder. ''(Türkeş'ten sonra MHP’nin başına Bahçeli’nin geldiğini dile getiriyor.)'' Bahçeli ve Erdoğan ittifakı 15 Temmuz değildir. Nedeni darbe değildir. İttifakları 7 Haziran gecesi başlamıştır. Kürtlerin yükselmesi nedeniyle ittifak kurmuşlar. ‘Kürtlere karşı dışarda ve içerde savaşacaksan seni başkan yapacağız’ dediler. Kurdukları kumpas bu davaya kadar sirayet etti. Devletin yan gücü kullanılmaya hazır gücü olan ülkücüler kullanılmıştır. Buna çok itirazları da olmamıştır. Bütün siyasi tarihlerde ilk defa ülkücü hareket devleti ele geçirdi. Artık yedek güç değil, bizzat devletin sahipleridir. Tetikçi güç olduğu dönem geride kaldı. Artık Ergenekon, Perinçekçiler, siyasal İslamcılar ile ittifak kurup devletin üçüncü gücü olmuştur. Yeri geldiğinde AYM’yi dinlemeyecekler yeri geldiğinde Meclis dinlenmeyecek, yasa askıya alınacak ama devlette elde edilen konum kaybedilmeyecek. Bazı muhalifler Cumhur İttifakı'nda arıza diyor ama bu yanlıştır. Cumhur İttifakı demek de yanlıştır. Devlet şu an MHP’dir. Artık devleti MHP yönetiyor. Sadece Yargıtay’a bakarak bunu görebiliriz. Bir daireyi tutup bütün herkese ayar veriyorlar. Birçok adliyede MHP’li mafyalar terör estiriyor. Yeni devlet düzeni budur. Yüzyıllık acılardan deneyimlerden sonra devleti getirdikleri, getirmek istedikleri yer burasıdır. Ancak biz direniyoruz. Bakalım ne olacak? Peki Erdoğan ve diğer AKP’liler neden ses çıkarmıyorlar? Çünkü AKP darbe ile gidiyordu. Buna karşı Ergenekon ve MHP ile uzlaştı. Erdoğan’a ‘ulusalcılar, Atatürkçüler, Fethullahçılar satacak ve darbe başarıya ulaşamayacak’ dediler. Önceden her şey hazırdır. Bu Fethullahçılar da heyecanla ‘hep birlikte darbe yapıyoruz’ dediler. Zannettiler ki Türkiye’nin her kasabasında ordu dışarı çıkmış. Ancak sadece kendileri çıktı. Satıldıklarından haberleri yok. Boğaziçi Köprüsü'nde bir tarafı tutmuşlar ancak diğer tarafı tutmakla görevlendirilenler yok. Bir kışlaya gitmişler, bir kışlaya gitmemişler. Darbe girişimcileri gerçek. Ama tuzağa düştüler. Bahçeli de daha sonra muradına erdi. Bu dava şahsında sürdürülmek istenen şey yeni ırkçı rejimin inşası sürecidir. Muhalefet bütün bunları okumaktan aciz, her fırsatı tepen bir noktada duruyor. Seçimde ortaya çıkan fırsatlar çarçur edildi. Bunlara tekrardan altın tepside verildi. Yüzde 60-70 civarında olan muhalif kesim bir arada tutulmamıştır. Muhalefetin temel hatası Kürde Kürt, sosyaliste sosyalist diyememesidir. Açık ve şeffaf yürütülmeli her şey. Kendi hatalarınız için özür dileyip başlamanız gerekiyor. Özeleştiri veren bir tek biz olduk. Diğer partilerde koltuk değişimi dışında bir değişim olmadı. Tarihsel olarak bir değişime ihtiyaç var. Gençlerimiz bırakın tarihi, 5 yıl öncesini bilmiyorlar. Zihinleri o kadar bombardımana maruz kalıyor ki muhalefet de bunu engelleyemiyor. 'Barış olmadan bir millet yozlaşır’ diyoruz. Onlar ise savaşı esas alır. Savaşı anlatır. Evet, savaş olmazsa çürüttüğün o millet yok olur gider. Barış bunu yok eder. Bu nedenle barış dediğimiz her şey suç oluyor. Her halde savcı da ‘Savaşan millet ayakta kalır’ diyor. 'Bunlar barış diyorsa demek ki millet düşmanı' diyordur. Bunlar anlaşılmadan olmaz. Bu, sistematik bir mücadele gerektiriyor. Sosyal medyanın da olduğu, mitingin, panelin, her şeyin iç içe olduğu şekilde direneceksin. Türklere de Kürtlere de bunu anlatmak zorundasınız. Türklere kimin tarafından rehin alındıkları anlatılmalı. Kürtler Dersim’den Maraş’tan, Roboskî'den biliyor. Biz bunu anlatmalıyız. Başka bir seçeneğimiz yok. Ya bu milletler birbirini kıyımdan geçirecek. Bunu anlatmamız lazım. Anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Gerçeklik hiçbir zaman göründüğü gibi değildir. Doğada da siyasette de her yerde bu böyledir. Doğru şekilde görebilmenin yolu bakmak değildir. Doğru hafıza ve bilgiler ile bakabilmektir. Aksi takdirde elmanın kırmızı rengini tam göremezsin. Başka bir göz tarafından öyle bir kırmızı şekilde görünüyor ki sen hayatın boyunca o rengi göremezsin. Çünkü beynin o rengi görecek kadar bilgi ile donatılmamıştır. Bizim gördüğümüz kırmızı ile ırkçının bir elmada gördüğü kırmızı aynı değildir. Çünkü biz insanı değerleri anlamaya çalışıyoruz ve bakış açımız farklıdır. Her şey aynı şeyi görür diye düşünürüz. Gerçeklik hiçbir zaman böyle değildir. Her birey kendi dünyasında özgündür, eylemi de farklıdır. Her insan kadar hayatın anlamı vardır. Hiçbir zaman hayatımızın anlamı da birebir değildir. Ona biçtiğimiz anlam kafamızdaki bilgiler kadardır. Biz suçlu değiliz, haklıyız. Haklılar er ya da geç kazanır. ''(Davanın kumpas sonucu açıldığını ortaya çıkardıklarını dile getiriyor.)'' Türkiye’de bağımsız, tarafsız yargı olsaydı bu kumpaslar zaten olmazdı. Halkımıza borcumuz olduğu için şu an savunma yapıyoruz. Yoksa yargıya inandığımız, güvendiğimiz için yapmıyoruz. 3-4 yıldır delil bulmak için her tarafa yazı yazıyorsunuz, ama bir şey bulamıyorsunuz. Bulabildiğiniz en güçlü deliller de cezadan kaçmak için bulduğunuz gizli açık tanıklar. Bir tane gizli tanığı biz yok iken dinlediniz. Niye yaptığınızı bilmiyorum ama ayrı bir usul uyguladınız. Çünkü bu iftiracılar çıkıp ‘biz pazarlık sonucu iftira attık’ deseler siz ‘hayır yalan söylüyorsunuz’ dersiniz. Savcı itirafçılar için ihale açtı. İlk başta kimse ihaleye girmedi. Sonra, ‘Ya hiç mi ihaleyi alan yok? Alan olursa kurtulacak’ dediler. Herhalde hemen ertesinde ikinci kez ihaleyi açtılar. Dava için uygun birkaç itirafçı buldular. Sonra tanıklardan iki tanesinin, Merdan Rüştü Ovalıoğlu ve Kerem Gökalp’ın daha önce aynı cezaevinde birlikte kaldıkları ortaya çıktı. Merdan, ifadeye rağmen bırakılmadı. Bu kişilere muhtemelen serbest bırakılmak vaadinde bulunuldu. Avukatlarımız bu beyanlar karşısında bir ödül alıp almadıklarını, yani serbest bırakılıp bırakılmadıklarını sordu. Ancak mahkeme bunu araştırmadı. Gizli tanığı gizli dinledi. Dosyada başka delil var mı? Yok! Geri kalan her şey polis, asker ve bulabildiğiniz ne kadar müşteki varsa almaya çalıştığınız beyanları var. Çok ilginç bir durum var. Son mahkeme tutanağına baktım da dosyamızın delil açısından o kadar zayıf olduğunu düşünmüş olmalısınız ki tutukluluk gerekçelerinin birinde bir yerel mahkemede savunma yapan bir avukatın ifadelerini koymuşsunuz. Muhtemelen avukat müvekkilinin örgüt çağrısı ile hareket etmediğini ispatlamak için gayri ihtiyari ‘örgüt çağrısı ile değil, Demirtaş'ın HDP’nin çağrısı ile sokağa çıkmıştır’ diyor. Dolayısıyla avukat beraatını istiyor. Şimdi siz bu kısmı almışsınız ve tutuklama gerekçesiyle içine koymuşsunuz. Bulduğunuz her delil kıymetlidir fakat şunu bir yere yazın ki ben de bileyim; bu insanların hangi çağrım ile çıktığını yazın. En azından bilelim. Bu gençler hangi çağrım ile çıkmıştır bilelim. Yazamıyorsunuz çünkü yok. Devlet ‘ben buna düşman diyorsam düşmandır’ diyor. Verilen mesajın genlerinde, kodlarında bu vardır. Bu mesaj, toplum tarafından çok net alınır. Bütün katmanlarda eğitim durumlarına bakılmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşını eğitim ve askerlik yoluyla eğitmiştir. Askere alınan her genç burada eğitilir. Hem teorik olarak hem de fiilen anlatılır ve insanlar hizaya çekilir. Bir askerlik anısı olarak değil, dava ile doğrudan ilgili olduğu için anlatıyorum. Askerliğimin bitmesine yakın benimle yaşıt bir komutan, topladı herkesi bir çember şeklinde. Ortasında bir sandalyede oturuyor. O zaman İHD Diyarbakır Şube Başkanıydım. Selam verdikten sonra 15 dk rahat demeden bekletti ve ‘Bak burada olduğun sürede anlamışsındır. Ben daha önce Batman’da görev yapıyordum. 90’lı dönemlerde… Bilirsin. Umarım buradan çıktığında akıllanırsın’ şeklinde cümleler kurdu. Ben cevap olarak 'Sen de benim adımı çok duyacaksın dedim. Adım Selahattin Demirtaş dedim. Neye uğradığını şaşırdı. Bir şey de demedi. Fakat askerlerin temel mantığını bana anlatmış oldu. Kendince bana ‘Türk’ün gücünü gösteririz’ dedi. Şu anda bu davayı takip ediyorsa büyük ihtimalle bunları da hatırlar. Bir yıl sonra milletvekili oldum. Kendi ismimi de unutmadım ve bu tarihten beri siyasetteyim. Bizi yok etmek istiyorlar. Resmi ideoloji ile beyinler iğdiş edilmiş. Ahlaken, ideolojik olarak çökertilmişler. Bu toplumun rehabilite edilmesi lazım. Bunun yolu da barıştır. Bu travmalardan çıkması yıllar sürer. Okullarda tarih, bilim diye anlatılan safsatalar yerine alternatif okumaların yayılması lazım. Kobanî meselesi de böyledir. ‘Savaş olmadan bir millet var olmaz’ diyen bir zihniyet yargıyı yönetiyor. Barış onun için tehlikedir. Ne zaman barış desek bu mermer duvara çarpıp geri dönüyor. Türk toplumunun geneli bunu bilmez. En demokratı ‘bizim de kapıcımız Kürt’ der. Kendini bu şekilde savunur. 'Bizim Kürt gelinimiz damadımız var’ der. ‘Bizim de Kürt arkadaşımız var’ der. Bu kadar tanıyor. Tanımak için çaba da sarf etmiyor. Hakimler, savcılar Kürtleri bilmiyor, tanımıyor. Ülkenin bir parçası olan Kürdistan bölgesi hala sürgün bölgesidir. Devlet dairelerinde birbirini tehdit edenler ‘Seni Antalya'ya sürerim’ diyorlar mı? ‘Seni Çukurca’ya Hakkari’ye sürerim’ diyor. Hiç ‘Datça’ya Bodrum’a seni sürerim’ diyeni duydunuz mu? Ama Kürdistan ötekidir. Başka bir yerdir, bunu bilirler. Sürgün edilenler de ağlayarak giderler. Sonra hakikati gördükten sonra dönmek istemezler. Ama dönünce de ağlayarak dönerler. Kürt gerçekliğinden bu kadar uzaktır Türk toplumu. Aynı zamanda Türk aydını halkını, toplumu tanımaz. Türkiye'deki Kürtleri, yargılayanlar genelde bilmez. Tarihsel açıdan da bizi yargılamaya hakkınız yok. Neden bize haksızlık yapılıyor, onu netleştirmeye çalışıyoruz. Kürtlerin gönlü barış, kardeşlik için atar. Kürdistan ana vatanıdır ve bunu gönlünden çıkaramaz, ana vatanını çıkarıp atamaz. Kürdistan dediğimiz de Hakkari’den Şırnak'tan ibaret değildir. Yok etmeye çalıştığınız da yok olmuyor. Kürtleri ve Kürdistan’ı inkâr insanı, insanlığı inkârdır. Kürt milletinin bir tarihi vardır. Bu inkârı kabul edersek onursuz oluruz. Bunu inkâr eden birisinin riyakâr olduğunu çok iyi bilirsiniz. Başka birinin kimliğini inkâr eden biriyle karşılaşsak kendimizden utanıyoruz. Bir siyahi, siyahiliğinden utanırsa beyaz olmak isterse biz üzülüyoruz. Utanç duyuyoruz. Bize Kürtlere bu dayatılıyor. Köle lazım size! Hayır, biz özgür insanlarız, bizim millî marşımız var. Kaç Türk bunu biliyor? Irkçı, faşizan hezeyanlara nasıl boyun eğebiliriz? Nasıl biz bunlara ‘Evet doğrudur, bunların hepsi hakikattir’ diyebiliriz. Neredeyse 200 yıldır Kürtler buna itiraz ediyor. Yazı, şiirle, silahla ve siyasetle itiraz ediyor. Kullandıkları her yöntem ‘terörist’ olarak kabul ediliyor. Musa Anter bir şiir yazdı diye, Kımıl şiiri nedeniyle yargılandı. 49’lar Davası'nı bu Kımıl şiiri tetikledi. Şiirden dolayı terörist oldu. Türkiye Kürtleri ifadesi yargılamalara neden oldu. Tarih karşısında kim suçlu olabilir? En büyük coğrafyacılar, harita mühendisleri Allah billah aşkına gitsinler Cizre’den, Silopi’den, şöyle Şırnak ve Hakkari’den Cudi ve Gabar üzerinden şöyle Şemzinan’a kadar bir haritayı bize bir anlatsınlar. Nasıl çizildi bu haritayı bir anlatsınlar. Bu harita nasıl çizildi de Kürdistan’ın hepsi diğer tarafta kaldı. Orası resmen Kürdistan. Irak Anayasası'nda Kürdistan yazıyor. İran Anayasası’nda Kürdistan eyaleti yazıyor. Rojava resmen değil. Ama Rojava Kürtçe dilinde batıdır. Peki dünyanın hangi usta haritacıları bu kadar iyi, mükemmel çizdiler de Kürdistan'ın bir böceği bile Türkiye’de kalmadı da hepsi öbür tarafta kaldı? Bir metre bile Kürdistan yok mu ya burada? Bir metre varsa biz o bir metreyi savunalım. Biz o bir metreye Kürdistan diyelim. Bir ağacımız bile yok mu? Bir meşe ağacımız da mı yok Türkiye sınırları içinde?” ''(Kobanî’nin Kürt kenti olduğunu belirtiyor.)'' Kobanî de Kürdistan’ın bir kasabasıdır. Sınırın öbür tarafında kaldığı için kimse düşman göremez. Vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti de diyemez! Orada IŞİD barbarlarınca katliam yapılmasına izin veremeyiz ki yakın zamanda kısa süre önce Şengal’de, Musul’da çok açık trajediler yaşandı. Buradan baktığımızda siz başka bir şey görebiliyor olabilirsiniz ama biz kardeşlerimizi görüyoruz. Kardeşlerimiz tehlike altındayken biz burada davul zurna çalıp keyif yapamayız. IŞİD’in saldırılarına karşı dünyayı duyarlı kılmamız lazım. Tehdit olarak görülen budur. Korkulan budur. Ortalama bir Türk şunu sormaz; ‘Kobanî bir Kürt şehri ise tam bitimindeki Suruç nedir?' Türkiye’de birçok insan Rojava’ya IŞİD’in saldırısı ile orada Kürtlerin yaşadığını öğrendi. Tarihte yok, eğitim kitaplarında yok. Onu da unutturmak için Ayn-el Arap diyorlar. Tarihi bir kasaba değil ki orası. Kobanî ismi de bir şirket isminden geliyor. Orada bir İngiliz şirketi petrol arıyor, Kürtler ona Kobanî diyor. Orası Ayn-el Arap olsa ne olur, Ayn-el Türk olsa ne olur? Aynı duyguyu Bakü için hissettiniz mi? ‘Ermenistan haydut devlet. Sahada da yanınızdayız’ diye onlarca manşet haber var. Peki bin yıllık kardeşlerimiz Kobanî için niye atmazlar? Azerbaycan Türkleri için İHA SİHA gönderen Türkiye, Kobanî için tweet atmış olan bizleri niçin katil, terörist ilan eder? Asıl olan yurttaşlık ise askerliğimi yaptım, vergimizi de tıkır tıkır veriyoruz. Herkesten çok veriyoruz. Şirketlerden bile çok veriyoruz, vergi kaçırmıyoruz da. Türk milliyetçilerden bile çok vergi veriyoruz. Peki niye halkımın yaşadığı bir parçada IŞİD katliam yaparken vergi verdiğim devlet, Azerbaycan’a gösterdiği ilginin milyonda birini göstermiyor? Günlerdir onun nedenini anlatıyorum. Türk ırkçı hezeyanlarından başka bir şey değildir. Bana Azerbaycanlılar ile nasıl tek millet iki devlet olduğumuzu izah eden her Türk’e, şapka çıkarırım? Ama Anayasa’ya göre izah edecek. Ve nasıl Kürdistan Federal Bölgesi ile Kobanî ile tek millet iki devlet olamadığımızı da izah etmesini isterim. Madem, Anayasa’ya göre vatandaş olan herkes Türk’tür, madem sadece bunlara Türk deniliyor o zaman vatandaş olmayanlar Türk değildir. Azeriler de Almanya’daki Türkler de Türk değildir. Biri vatandaşlıktan çıktı mı, Türk olmaktan da çıkıyor. Anayasa öyle diyor. Azerbaycan’daki Türkler kardeşimiz ise Kobanî’deki Kürtler niye kardeşimiz değil? Biz o dönemde Türkiye için tarihi bir fırsat olduğunu söyledik. Yüzyılı aşkındır Kürt halkının duyguları kırıldı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğru yaklaşmadı, ama ‘bu tarihi bir fırsattır’ dedik. ‘Türkiye Kobanî’ye yardım etse bu bambaşka bir şey olur’ diyorduk. ‘Türkiye yardım etsin, Kobanî düşse bile sonuçları itibariyle ağır bir travma oluşmaz’ demiştim. Silah göndermesine bile gerek yok. Silahlı müdahaleye bile gerek yok ya! İçinin yandığını hissetsin yeterliydi. Fakat ne yapıyorlardı? IŞİD’i izleyen Kürtlere gaz attı bu devlet! ‘Destek gösterisi bile yapamazsınız’ diyordu. Devlet içindeki kimi yetkililer, yardım edilmesi taraftarıydı. En nihayetinde tarihi bir fırsat heba edildi ve oradan korkunç bir kırılma çıktı. Hala toparlanamıyor. Çünkü hala ismine Kobanî Davası denilen dava adı altında Kürtlerin temsilcileri, siyasetçileri yargılanıyor. Bakın AKP’li Kürtler, avukatlar ile bana haber gönderiyorlar; ‘Savunmasını saygı ile karşılıyoruz, duruşu önünde saygı ile eğiliyoruz’ diyorlar. Bu kırılmayı yaratan bizler değiliz. Bu politikaları üretenlerdir. Türk aydınına düşen, buna şaşırmak değildir. Bunu anlamak, anlatmaktır. Türk aydını Kemalist, sosyalist, muhafazakâr olabilir. Ama bu ülkede bir Kürt milleti var, biz yüzyıldır görmezden gelindik. Ama bunu insanlığa sığmaz deyip anlatmaları lazım. Biz bunları mahkemelerde anlatıyoruz. Başka türlü sorun çözülmüyor. Nerede olursa siyasi parti taraftarları birlikteliği savunmalıdır. Kürtler birliği sağladıkça barış ve çözüm gelir. Kürtlerin birbiriyle cebelleşmesi Kürtler’e ancak zarar verir. Kürt ve Türk aydınının birlik oluşturması çözümü yaratır. Dolayısıyla bu savunmalarda anlatmak istediğimiz, verdiğimiz mesaj budur. Biz burada bu bedelleri çözüm uğruna ödüyoruz. Çözüm için en büyük desteği biz verdik, veriyoruz. Hapiste de olsak veririz. Sadece hakikati üretmek için yalanlardan ibaret bir davayla karşı karşıyayız. Burada gördüğünüz dürüst siyasetçilerdir. Siyaset yapıyorlar, yapacağız. Bizim işimiz budur. Aksi takdirde ahlaksızlık olur. Benim abim dağda. Biliniyor. Siyaset yaptırmadılar, dağa gitti. Benim annem oğlunu sağ istiyor. Kim ne derse desin. Eğer bir siyasetçi abime bel bağlayarak maaş alıyorsa kusura bakmasın annem sağ istiyor. Ölümlere bel bağlayarak siyaset yapamazsınız. Bakın ‘şehitler tepesi daha çok şehit görecek’ diyorlar. Kin ile beslenenler vatansever, milliyetçi biz terörist! Siyasete inancını kaybedenler dağa gidiyor. Buna sebep olanlar da sizsiniz. Dağa biz göndermiyoruz, gönderenler belli. Abimi, dağa ben göndermedim, PKK de göndermedi, devlet gönderdi. Atmadıkları iftira kalmadı. Ben abimin dağdan gelmesini istiyorum. Siz ise ‘teslim olun’ çağrısı yapmamızı istiyorsunuz. Buyurun, siz yapın. Yıllardır yapıyorsunuz. Biz çözüm olsun istiyoruz. Dağda karakol da olmasın. Önerdiğimiz bütün çözüm süreçleri buna işaret ediyor. Demokratik özerklik de böyledir. Biz bunu büyütmeye çalıştıkça devlet dağa gitmeyi büyütüyor. Bizim burada 7 yıldır suçsuz yere yargılandığımızı görenler hiç mi etkilenmiyor? Çözüm önerimiz açık, aleni. Bir masa etrafında oturup konuşalım. Biz nerede yanlış yaptık, nasıl telafi edebiliriz, bunları oturup konuşmamız lazım. Kimin ile konuşacağı soruluyorsa, bu son derece gereksizdir. Kürtlerin temsilcileri vardır. Koskoca bir halkın sorunlarını temsilcileri ile nasıl konuşmazsınız? Biz bu yüzden Abdullah Öcalan diyoruz. Bu, devleti küçültmez; büyütür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yanlış bina üzerine inşa edilmiş. Temel yanlış. Devasa bir bina koydun mu, biri çıkıp ‘Kürdüm’ deyince o temel sallanıyor. Kürdüz demesek onurumuzdan oluyoruz. Kürdüz deyince ‘terörist’ oluyoruz. O yüzden temeli değiştirmek lazım. Bundan korkmamak lazım. Devletin bunu düzeltmesinden korkmaması lazım. Bunu düzelttikten sonra herkese yetecek kadar evimiz olur. Binada herkes özgürce yaşayabilir. Kendi uydurduğumuz yalanın üzerine bir bina inşa edilmiş. Yüzyıldır sallanıyor. Balkonlardan düşenler oluyor. Yıkıldı yıkılacak. Dönüp dolaşıp binayı sallayana cop vuruyorsunuz, işkence ediyorsunuz. Ancak çıkıp yapacak şey, Alevileri, Kürtleri tanımaktır. Yoksa ne olur? Bilmiyorum. Bunu çıkıp Naci Görür’e sorun. O deprem uzmanı ben değilim. Bir sorun bakalım iki kolon üzerine inşa edilen bir bina depremde yıkılır mı yıkılmaz mı? Çağrımız şudur; bu bedelleri çözüm için ödedik. Türkiye’nin ana akımında yer alan bu ülkenin Alevileri, sosyalistleri, Kemalistleri, Kürtleri, muhafazakarları ve ayrı bir başlık olarak kadınları bir araya gelmelidirler. Seçim ittifakı gibi kısır ittifaklardan bağımsız bir şekilde nereden geldik, nereye gidiyoruz üzerine tartışıp bir yol haritası çıkarabilirler. Abdullah Öcalan da buradan çıkacak sonucu dikkate alır. Bu iş kalıcı barışa kadar gider. Onun da sürece katılma süreci gelişir. Türkiye’nin bütün farklı kesimleri bir masa etrafında bir araya gelip kendi hakikatini masaya dökmeli. Ortak akılla nasıl ortak yol haritası çıkarabilirizi birkaç gün tartışsınlar. Niye Hakkari Çukurca’daki 20-25 yaşındaki gençlere yüklüyorsunuz? Niye abime yüklüyorsunuz? Aydının işi, siyasetin işi silaha dayanmak değildir, işi çözüm üretmektir. Bu bir fedakârlık da değildir. İnsani, hassasiyetli bir tutum olur. Umarım bu dava vesilesiyle ortaya koymaya çalıştığımız duruşumuz bu zahmetli günlerinde herkesin bir kez daha durup düşünmesine vesile olur, tecrit ile zulüm ile bu iş yürümüyor. Pazartesi son kez konuşacağım. Belki yıllarca konuşmayacağız. Emin olun bize milyon yıl ceza da verseniz bu hakikatlerde bir değişiklik olmayacaktır. Bütün bu hakikatler sosyolojik hakikatlerdir. Dediğimiz gibi biz savunmamızı size değil halka yapıyoruz. Zaten muhatabı da siz değilsiniz. Madem biz cezayı çektik, bu dava yeni bir birlikteliğe vesile olsun. Ben kimseye kin beslemiyorum. Çözüm adına bu bedeli ödedim. Kişisel öfke duymuyorum ve bu şekilde hareket edip halkımın kaderi ile oynamayın. Bu seçim arifesinde birkaç belediye pazarlığına indirgenmemeli. Bu mücadeleyi birkaç belediye için yapmıyoruz. Çıkacaksa bir şey, onurlu bir barış çıkmalı.” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kardeslerimiz-tehlike-altindayken-biz-burada-keyif-yapamayiz/17575////// | başlık = Demirtaş: Kardeşlerimiz tehlike altındayken biz burada keyif yapamayız | yayıncı = HDP | tarih = 4 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivurl = https://web.archive.org/web/20240104174745/https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kardeslerimiz-tehlike-altindayken-biz-burada-keyif-yapamayiz/17575////// | arşivtarihi = 4 Ocak 2024}} |telif={{FSEK-32}}}} [[Kategori:Selahattin Demirtaş'ın savunmaları]] [[Kategori:Kobani davası savunmaları]] mb7tvhacmm250b3i1rsvzcvlkr4kb5h 168194 168193 2024-10-20T05:05:23Z Aybeg 10020 168194 wikitext text/x-wiki {{çalışma var}} {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Selahattin Demirtaş'ın Kobani Davası savunması | bölüm = | eser sahibi = Selahattin Demirtaş | çevirmen = | bağsızçevirmen = Kürtçe metni Türkçeye çeviren: [[Kullanıcı:Kibele]] ile [[Kullanıcı:Justinianus]] | notlar = Selahattin Demirtaş'ın, Kobani Davası'nın Sincan Cezaevi Kampüsü’ndeki Ankara 22'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmasında yaptığı savunması. Çeviri metnin lisansı aşağıdadır.}} ==25 Aralık== {{Sütun-başla}} {{Sütun-2}} '''Kürtçe:''' Rêhevalên me yên heja ez we hemûyan yek bi yek ji dil û can silav dikim. Hêvîdar im ku hûn hemû baş û silamet bin. Ji 7 salan zêdetir e ez girtî me lê ev cara yekemîn e, mafê parastinê didin min. Heya îro di lêpirsînan de carinan bi hin sedemên din ez axivîm. Cara yekemîn e ez ê rasterast parastina xwe bikim. Ez parastina xwe li hemberî heyeta we nakim. Ji ber ku hûn parçeyekî vê êrişê ne. Lê ez parastina xwe ji bo gelê xwe ji bo dîrokê dikim. Ez heyeta we nas nakim. Ev doza li hemberî me hatiye vekirin dozeke siyasî ye, car caran ez ê jî parastina siyasî bikim. Ev tolhildan û dozeke siyasî ye. We em ji bo berjewendiyên xwe dîlgirtine. Îro jî zarokên vî welatî di şer de tên kuştin. Em di xem û kedera van zarokan de ne. Em dikarin bi siyasetê pêşiya van kuştinan bigirin û rêya vê jî di rakirina tecrîdê re derbas dibe. Lazim e ku civaka Tirkiyeyê dengê xwe li hemberî vî şerî bilind bike. Divê Tirk û Kurd ji bo çareseriyê û aştiyê dest bidin hev. Em siyasetmedarên baweriyê ne û em ji bo çareseriyê dixebitin. Lewma em hatin dîlgirtin û di cihê xwe yê germ de biryara şer didin. Divê gelê Tirkiyeyê bibîne ka kî şer dixwaze û pêşî li van mirinan vedike. Ev dosya siyasî ye û hîna ku darizandin bi dawî nebûye we em sûcdar îlan kirine. Hemû mafên mirovan hatin binpêkirin. Hevalên me yên dilgirtî xizmên xwe wenda kirin û nehiştin vê êşê parve bikin. Hin xizmên me di rêyan de jiyana xwe ji dest dan. We di zelzeleyan de girtî di girtîgehan de hiştin. Zarokên me ji me dûr mezin bûn. We zanibû ku em bêguneh in lê dîsa jî we em di girtîgehan de hiştin. We dest ji mirovahiyê kişandiye ger wisa nebûya we çawa dikaribû ev yek bikira? Yên ku vê yekê kirin parçeyek jî ji mirovahiyê para xwe nestandiye. Ev xirabiya we çiqas serê we xwar kiribe, serê me jî bilind kiriye. Em dizanin ku we biryara xwe daye, ferman hatiye dayîn. Lê biryara we çi dibe bila bibe tu hikmê wê ji bo me û ji bo gelê me tuneye. We nekarî serê me bitewînin. Ez nahêlim ku hûn biryarê li ber çavê min bixwînin. Wesiyeta min ji bo zarokên min re, ji hevala min Başak re ye. Dema biryar hate aşkerakirin bila li hewşa mala min bi dahol û zirneyê pîroz bikin. Em dev ji doza xwe bernadin. Ez ji gelê xwe lêborînê dixwazim, ji heval û hogirên xwe yên ku hêviyên xwe bi me ve girê dane lêborînê dixwazim. Me nikarî em wan hêviya pêk bînin. Lê ez soz didim; di pêşengiya partiya me DEM Partî’yê de ez ê têkoşîna xwe bidomînim. Ez serkeftinê ji DEM Partî’yê re dixwazim û ji Hevserokên me Tuncer Bakirhan û Tulay Hatimogulları re serkeftinê dixwazim. Ev doz çop e, ev doz li ser neyartiya Kurd û Kurdistanê hatiye avakirin. Ez ê ispat bikim ku ev dosya çop e. Ez ê van îdiayan yek bi yek vala derxim û ez ê behsa pirsgirêka Kurd bikim da çi ye. Mafê Kurdan heye ku wekî her miletekî li ser axa xwe bi çand, ziman û nasnameya xwe bi awayekî azad bijî. Divê maf û azadiyên gelê me di makezagonê de bê nasîn. Rêya çareseriyê Birêz Ocalan e û heya niha gelek caran birêz Ocalan daye nîşan ku ji bo vê yekê helwdaneke mezin daye. Ez hevalên ku îro li girtîgehan ji bo azadiya Ocalan di greva birçûbûnê de ez hemûyan silav dikim. Partiya me DEM Partî di çareseriya pirsgireka Kurd de muhatab e. Ez hevdîtina dewletê ya bi Birêz Ocalan re rast dibînim û piştgirî didim çareseriya demokratîk. Ez muhatabiya partiya me û gelê me diparêzim. Yên ku îradeya partiya me û gelê me nas neke ez jî wan nas nakim. Em amade ne, tişta ku ji destê me tê em ê bikin. Kesê ku vîna min û nûnertiya gel nas nake ez jî wan nas nakim. Ez tu car serî li ber vê nêzikatiyê serî natewînim. {{Sütun-2}} '''Türkçe:''' Sevgili dostlarım, hepinizi tek tek yürekten selamlıyorum. Umarım hepiniz iyi ve güvendesinizdir. Yedi yılı aşkın süredir cezaevindeyim ama ilk defa bana savunma hakkı veriyorlar. Bugüne kadar bazen başka sebeplerden dolayı sorgulamalarda konuştum. İlk defa kendimi doğrudan savunacağım. Kendimi heyetinize karşı savunmuyorum. Çünkü siz bu saldırının bir parçasısınız. Ama tarih adına halkım adına kendimi savunuyorum. Heyetinizi tanımıyorum. Aleyhimize olan bu dava siyasi bir davadır, ben de kendimi siyasi olarak savunacağım. Bu bir intikam davasıdır ve siyasi bir davadır. Bizi kendi çıkarlarınız için esir aldınız. Bugün bile bu ülkenin çocukları savaşta öldürülüyor. Bu çocuklar için endişeleniyoruz. Bu cinayetleri siyaset yoluyla önleyebiliriz, bunun yolu da tecridin kaldırılmasından geçer. Türk toplumunun bu savaşa karşı sesini yükseltmesi gerekiyor. Çözüm ve barış için Türkler ve Kürtler el ele vermelidir. Biz inançlı siyasetçileriz ve çözüm için çalışıyoruz. Bu yüzden yakalandık ve sıcak yerimizde savaşmaya karar verdik. Türkiye halkı kimin savaşı istediğini görmeli ve bu ölümlerin önüne geçmelidir. Bu siyasi bir dava ve siz yargılama bitmeden bizi suçlu ilan ettiniz. Tüm insan hakları ihlal edildi. Dostlarımız yakınlarını kaybetti ve bu acıyı paylaşmalarına izin verilmedi. Bazı yakınlarımız yollarda hayatını kaybetti. Depremlerde mahkûmları hapishanelerde tuttunuz. Çocuklarımız bizden uzakta büyüdü. Masum olduğumuzu biliyordunuz ama yine de bizi hapishanelerde tuttunuz. İnsanlığa dokunmasaydınız bunu nasıl yapardınız? Bunu yapanlar insanlıktan bir parça bile alamadılar. Bu kötülüğün, senin başını eğdirdiği kadar, bizim de başımızı kaldırdı. Kararını verdiğinizi, emrin verildiğini biliyoruz. Ama kararınız ne olursa olsun bunun bize ve halkımıza hiçbir etkisi yok. Bizi yenemezsiniz. Kararı yüzüme okumanıza izin vermeyeceğim. Çocuklarıma ve Başak'a vasiyetimdir. Karar açıklanınca evimin avlusunda davul ve zillerle kutlama yapsınlar. Davamızdan vazgeçmeyeceğiz. Halkımdan özür diliyorum, bize umut bağlayan dostlarımdan, meslektaşlarımdan özür diliyorum. Biz bu beklentileri karşılayamadık. Ama söz veriyorum, mücadelemi partimiz DEM Parti'nin öncülüğünde sürdüreceğim. DEM Partisi'ne başarılar diliyorum, Eş Başkanlarımız Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları'na da başarılar diliyorum. Bu dava çöptür, bu dava Kürt-Kürdistan düşmanlığına dayanmaktadır. Bu dosyanın önemsiz olduğunu kanıtlayacağım. Bu iddiaları tek tek çürüteceğim ve Kürt sorununu konuşacağım. Kürtlerin de her millet gibi kendi topraklarında, kendi kültürüyle, diliyle, kimliğiyle özgürce yaşama hakkı vardır. Halkımızın hak ve özgürlükleri anayasada tanınmalıdır. Çözümün yolu Sayın Öcalan'dır ve Sayın Öcalan bunun için büyük çaba sarf ettiğini defalarca göstermiştir. Bugün cezaevinde olan ve Öcalan'ın özgürlüğü için açlık grevinde olan tüm dostlarımı selamlıyorum. Partimiz DEM Parti Kürt sorununun çözümüyle ilgileniyor. Ben devletin Sayın Öcalan ile görüşmesini doğru buluyorum ve demokratik çözümü destekliyorum. Partimizin ve halkımızın muhatabını koruyorum. Partimizin ve halkımızın iradesini tanımayanları tanımıyorum. Biz hazırız, elimizden geleni yapacağız. Benim irademi ve halkın temsilini bilmeyeni ben de tanımıyorum. Bu yaklaşıma asla boyun eğmiyorum. {{Sütun-sonu}} --------------- Daha önce kısmen savunma yapma imkânı buldum. 3 yılı aşkın süre yargılandığım tek sanıklı dosyada 40'ı aşkın fezlekeden yarısı anca tamamlanmışken Dosya 22. Ağır Ceza Mahkemesi ile birleştirildi. Burada ben, Figen Başkan ve Sebahat Başkan sorgularımız bile yapılmadan esasa ilişkin mütalaaya geçildi. Dolayısıyla 7 yıldır tutuklu olmamıza rağmen ilk defa savunma yapıyorum, ilk defa suçlamalara cevap verme fırsatı buluyorum. Çünkü bugüne kadar yapılan savunmalar ya tutukluluk incelemesi ya da suçlamalara cevaptı. Orada kısmen suçlamalara cevap vermiştim. 7 yıl 2 ay buldu tutukluluk süremiz. Meydanlarda yargılandık, televizyonlarda yargılandık, Meclis kürsüsünde yargılandık, hakkımızda hüküm verildi. Her birimiz ayrı ayrı ‘terörist’ olarak ‘barbar’ gibi gösterildik bugün bile cenaze törenlerinde hâlâ bizlere hakaret ediliyor, hâlâ ‘terörist’ olarak gösteriliyoruz, ama 7 yıldır ilk defa bana doğrudan savunma hakkı verildi. Bunun bilinmesi lazım, sorgu hakkımız bu heyet tarafından gasp edildi, diğer arkadaşlarımız uzun konuştular diye sorgumuzdan vazgeçildi. Savunmama başlayacağım ama kaç gün sürer bilmiyorum. En hızlı şekilde savunmamı toparlamaya çalışıyorum ama savunmamı size vermiyorum. Ben savunmamı mahkemenize yapmıyorum, halkımıza sunuyorum. Çünkü siz de bu davanın bir parçasısınız. Onurlu bir görevi üstlenmiş siyasetçiler olarak halkımıza verdiğimiz özeleştiri olarak konuştuk, konuşacağız. Savunmam ne kadar sürer bilmiyorum. Ama 42 ayrı fezleke 19. ACM'den bu dosya ile birleşti. 42 ayrı suçlama orada var. Burada da Kobanî Davası adı altında binlerce suçlama var. 9 yıldır sürdürdüğünüz kumpasa ben kaç günde cevap veririm bilmiyorum. Bir masa dolusu binlerce savunma evrakı 7 yıldır yaptığım hazırlıklardı. Bugüne kadar savunma imkânı bulmadık. Mahkeme savunma hakkımı kesmediği sürece bütün suçlamalara cevap vereceğiz. Ama mahkemeniz bu kadar savunma yeter biz daha fazla savunma hakkı tanımıyoruz derse mikrofon sizde ben de bitirmiş olurum. Davanın bağlantılarını ortaya koyacağım. Herkes şunu bilmeli ki hakkımdaki suçlamaların tamamı yaptığım konuşmalardır. Herhangi bir gizli faaliyet veya çalışma ile suçlanmıyorum. 8 yıl 15 yıl önce yaptığım miting konuşmaları dışında tek bir delil dosyamda yoktur. Bu arkadaşlarımın tamamı için geçerlidir. Ben kendi savunmamı yaptığım için tekil konuşuyorum. Arkadaşlarım zaten belirttiler. Bu bir siyasi intikam davasıdır. Biz siyasi amaçlar için rehin alınmış siyasetçileriz. Bugün başlayacak ve günlerce sürecek savunmamda mecburen bu konuşmalarımı anlatacağım. Çünkü savcı beni başka bir şeyle suçlamıyor, suçlayamıyor. Zaten tüm siyasi faaliyetlerim halkın gözü önünde gerçekleşen yasal faaliyetler olduğundan konuşmalar dosyaya konulmuş durumda. Bakın bugün ülkenin evlatları çatışmalarda hayatını kaybediyor bu ölümleri durduramadığımız için biz kahroluyoruz. Fakat iktidar devlet el ele verip bizim gibi barış isteyenleri hapse atıp savaş politikalarından medet umuyor. Bu tam bir ikiyüzlülüktür. Acıları ortaklaştırmak yerine bugün timsah gözyaşı döken iki yüzlülerdir. Bu savaş artık bitmelidir, silahlar tümden devre dışı kalmalıdır. Bunun da yolu siyaseti öne çıkarmaktır. Tecride son verip diyalog yöntemlerine dönmektir. Müzakere ve diyalogdan kaçanlar bu ölümlerin sorumlusudur. Kendi siyasi ikbali için silahtan savaştan medet uman her siyasetçi ikiyüzlüdür. Halkın evlatlarının kanı üzerine kendisine iktidar alanı yaratanlar ahlaktan nasibini almamış vicdansızlardır. Türkü’yle, Kürdü’yle bugün Türkiye toplumu barış için sesini yükseltmelidir. Sizi milliyetçilik galeyanıyla gaza getirenlerin bir eli yağda bir eli baldayken evlatlarınızı savaşa göndermekten geri durmuyorlar. Bu gidişata dur diyecek olan sadece ve sadece yoksul halktır. Türk ve Kürt el ele verirse ‘savaşa karşıyız’ diyebilirse birlikte ve kardeşçe yaşamak çok daha mümkün olabilir. Huzuru sağlamak, demokrasiyi büyütmek çok daha kolay olur. Biz barış isteyen demokratik çözüme inanan siyasetçileriz. Sırf bunu istedik diye yıllarca rehin tutulmamıza rağmen halen içeriden barış diye haykırıyoruz. Ülkeyi yönetenlerde oturdukları sıcak yerden her gün savaş kararları veriyorlar. Türk halkının bu ikiyüzlülüğü artık görmesi gerekiyor. Kimin savaş kimin barış istediğini anlaması gerekiyor. Filistin’de barışı savunurken kendi ülkesinde barış isteyenleri içeri atmak tecrit uygulamak iki yüzlülük değilse nedir? Biz her koşulda ilkeli davranmaya barışı savunmaya devam edeceğiz. Bugün Türkiye evlatları için ağlıyorsa dönüp siyasetçilerden hesap sorma vaktidir. Sıcak koltuklarından operasyon kararı verirken -20 derecede operasyona gönderdikleri gençlerin sırtına Kürt sorununu yükleyenlerden hesap sorulmalıdır. 20-22 yaşında genç çocukların toprağa verilmesini acısını biz yaşarken bizi teröristlikle katillikle suçlayan bütün iktidar yanlısı olanlar bu kandan beslenenlerdir. Hayatlarında barış sözcüğünü ağzına almadan 5 dönem milletvekilliği yapan parlamenterler var. Türkiye’nin en zengin milletvekilleri onlar. Süleyman Soylu dün Sırrı Sakık’a ‘Ne savaşı bu terörle mücadeledir’ demiş. Bunun adı savaştır savaş. Bu savaş değilse iç hukuku hatırlatırım. Polis yetki TSK yetki kanununda operasyonların nasıl yapılacağı bellidir. Operasyona girmeden önce velev ki bir silahlı mukavemet olursa ne yapılacağı bellidir yasada. Teslim ol çağrısı yapılır. Teslim ol çağrısına karşılık silahla karşılık verirse bölge güvenlik altına alınır, yasada bunlar yazıyor. Yasaya göre böyle yapılır. Buna rağmen ısrar ederse öncelikli olarak sağ yakalamak için operasyon yapılır. Sivil halkı tehlikeye atmayacak şekilde gerektiğinde etkisiz hale getirilir. İç hukuk böyle söyler. Ne yapılıyor? İHA ve SİHA ile infaz yapılırken F-16 ile bombalarla öldürülürken teslim ol çağrısı mı yapılıyor? Yok! Doğrudan Cenevre Sözleşmesi’ne tabiidir. Soylu, sen bunu bilmiyor musun? Bunun adı savaş hukukudur. Savaş hukukuna uyulması lazım. Herkesin uyması lazım savaş hukuku budur işte. Biz savaşa kökünden karşıyız, bu çatışmalar oluyorsa bunun adı savaştır ve herkes bu hukuka uymalıdır. En onurlu görevimiz savaşa son vermektir, çatışmaları bitirmektir. Türkiye’de birlikte huzur içinde yaşayabileceğimiz koşulları oluşturmaktır birinci görevimiz. Burada gördüğünüz siyasetçilerin hepsi barış için mücadele etmişlerdir. Bugün milletvekillerimizi suçlayanlar bu ülkede barış olsun diye bir dakikalarını harcadılar mı? Tırnaklarını bile feda etmediler. İYİ Parti, MHP, AKP milletvekilleri ki bir kısmını tenzih ediyorum, çoğu büyük işadamı. Büyük yatırımları var. Lüks çiftliklerde oturuyorlar. Lüks arabalarının haddi hesabı yok. Siz savaş kararı alırken evlatlarınız mı Xakurk’ta Zap’ta nöbet tutuyor? Gönderin bakalım evlatlarınızı. Bir gönderin bakalım evlatlarınızı, gönderin bakalım bu kadar rahat savaş çığırtkanlığı yapabilecek misiniz? Bizim içimiz yanıyor. Ben defalarca söyledim. Dün toprağa verilen 12 asker benim kardeşimdir. Bu ülkenin yoksul halkının evlatlarıdır. Keşke barışı sağlayabilsek, onlar yaşayabilselerdi. Sorumluluk bizdedir. Biz ahlaken kendimizi sorumlu görüyoruz. Kabul etmiyoruz bunu. Şu salonda olanlar parlamentoda olan temsilcilerimiz barış için ne yapılması gerekiyorsa hazırdırlar. Ağzını açan katliamdan, son terörist kalıncaya kadardan bahsediyor. 50 yıldır sürüyor bu teraneler, 50 sene oldu bu teraneler 50 sene. Bir şehit yakını dün ‘yeter’ diye bağırıyordu. Haklı yeter artık kimi kandırıyor bunlar. Hem bu gençlerin yaşamının sorumlusu olacaklar hem de pişkince dönüp DEM Parti’yi suçlayacaklar. Sorumlu sizsiniz, operasyonlara gönderen sizsiniz. DEM Parti günlerdir ne öneriyor? 20 yaşındaki çocukları dağa gönderip öldürmeye göndermeyin diyor DEM Parti. Kolay basit bir yolu var, maliyeti en düşük en onurlu yolu var diyor, meydanlarda yürüyüş yapıyor. Ama polis gazlıyor, copluyor, tutukluyor. Dün DEM Parti Gençlik Meclisi üyelerinin gözaltına alınmasını hatırlata Demirtaş, “DEM Parti ‘askerleri ölüme göndereceğinize gelin tecridi kaldırın, Abdullah Öcalan ile görüşülsün’ diyor. Bunun neyi onur kırıcı? Neyi yasaya aykırı? Neyi gayrı meşru? Buna kulak verip bunlar ne diyor dinleyelim demek yerine bunu söyleyen terörist, katil. Meclis’te oturup trilyonluk ihaleleri götürüp akşam eğlencede mikrofonu uzatınca da milliyetçi öyle mi? Hadi oradan! Bizi burada yargılayan zihniyete de sesleniyorum. Asıl savaşın sorumlusu sizsiniz, dün toprağa verilen 12 evladın sorumlusu sizsiniz. Biz değiliz, partimiz değil, siyasetimiz değil, biz barış siyasetçileriyiz. Barış nasıl olacakmış efendim, teslim olunacakmış! Teslimiyetin adı ne zamandan beri barış oldu. Teslimiyet teslimiyettir. Biz teslim olacakmışız! Neye? Türk’ün resmi ideolojisine. ‘Hepimiz Türk’üz, anadilimiz Türkçe’dir’ deyince sorun çözülecekmiş. Diyelim onların bahsettiği barışı biz de teklif edelim. Teklif ediyorum; İYİ Parti, AKP, MHP liderlerine ben de onların teklif ettiği şeyi teklif ediyorum. ‘Kürdüm’ deyin bu mesele çözülsün. Böyle olur mu? Böyle bir onursuzluk kabul edilebilir mi? Onurlu barış dediğimiz Türkün, Kürdün, Alevinin, sünninin özgürce yaşadığı barış ortamıdır. Karmaşık bir olay değil evet 50 yıldır kan dökülüyor. Neredeyse 150 yıldır Osmanlı’dan beri devam eden isyanlar var. Araya kan girmiş, öfke var, intikam duyguları var. Bu da bir realite. Fakat bunu kaşımak yerine acıları ortaklaştırmak gerekirken bugün barış diyeni linç eden, barış diyen akademisyeni görevden alan, gaz diyen cop diyen bu siyasetle sonuç bu oluyor. Bu acı sonuçlar ortaya çıkıyor. Kimse bizi suçlamasın. Türkiye toplumuna sesleniyorum, zerre kadar ahlaki değeri olanlara sesleniyorum. Aydın'da Manisa'da konuşma yaparken suçlandığım şeylere cevaben de söylüyorum; biz birlikte yaşayalım diye uğraştık. Silahlar sussun diye uğraştık, bu ülkede kan akmasın diye uğraştık. 7 yıldır bunun için burada hapisteyiz, hâlen barış diyoruz. Arkadaşlarımızın annesi babası kardeşi vefat etti, taziyelerine 1 saat gitti geldiler, acılarını hücrede yaşadılar. Pandemide bizi ölüme terk ettiniz. Depremin acısını burada yaşadık. Bunların hepsini siz yaptınız. Ailelerimiz kaza geçirdiler, benim annem sakat kaldı. Benim annem sakat şu anda, tekerlekli sandalyede, buraya gelemiyor. Cezaevi yollarında kaç aile kaza geçirdi? Neler yaşatmadınız ki bize? Ne diyoruz 7 sene sonunda söz alan her arkadaşımız gibi barış diyoruz. Dalga mı geçiyorsunuz, bunu diyenler, terörist ezeceğiz bitireceğiz diyenler vatansever? Böyle bir iki yüzlülüğü kabul etmiyoruz. Savunmalarımda altını çizeceğim tüm konuşmalarda yıllarca bunu savunduk. Partim adına bunu savunmuşuz. Çözümü savunmuşuz. İleri sürdüğünüz suçun infazından daha fazla bizi cezaevinde tuttunuz. Daha yargılama bitmeden bizim örgüt üyesi olduğumuza karar verdiniz. Burada cezaevinde duyuyorum, kimse ile temasımıza izin verilmiyor ama duyuyoruz. Cemaatten yargılayıp 6 yıl üç ay verdiğiniz örgüt üyeliğinden kişiler 2 yıl önce cezalarını bitirdiler tahliye oldular. Örgüt üyeliğinden hükümlerini bitirdiler, biz 7 yıldır tutukluyuz. Buradakilerin hepsini daha siz yargılama başlarken örgüt üyesi olarak kabul ettiniz. Şu an bize örgüt üyeliği cezası vermeniz lazım ki yattığımız karşılansın. Bizi yargılamadan önce fiilen uygulamanızla bizi örgüt üyesi ilan ettiniz. Bu sizin kesinlikle oyunuzu açıklamanız demektir, bu önyargıya işaret eden en somut delildir. 7 yıl tutukluluk, yasada bile 7 yılı aşamaz diyor. Gültan Hanım, Sebahat Hanım için 'birleşen dosya' dediniz. Birleşmiş dosyayı tek dosya yapın, basit hukuktan bahsediyorum. Ama yasanın açık hükmüne rağmen 7 yıllık tutukluluğu rahatlıkla aştınız. Bize hâkim taklidi yapmaya devam ediyorsunuz, bunu kabul etmiyoruz. Ve bu 7 yılda binlerce hukuksuzluğa imza attınız. Bunların toplumsal sonuçlarını da anlatacağım. Siz güya bizi cezalandırırken sebep olduğunuz toplumsal felaketi anlatacağım. Bu süre zarfında kumpasta imzası olan AYM üyesi dahil yargıdaki tüm cübbelilerle tüm insani değerleri çiğnediniz. Dosyaya sahte delil koyarak bizim suçsuz olduğumuzu bilerek yalancı tanık ekleye ekleye kasten yaptınız. Her gün bu salondan çıkıp çocuklarınıza sarılırken ne düşündünüz bilmiyorum. Ancak bu kötülükleri yapabilecek kadar insani değerlerden uzaklaşmaktan içiniz rahat mı? Sadece bunu meydanlarda bizi suçlayanlar, idam sloganları atanlar, insanlıktan nasibini almamış vicdansızlardır. Bize gelince 7 yıldır vicdanınız rahat, suçsuzluğumuzdan emin bir şekilde en yüksek ahlaki değerleri onuru temsil etmeye devam ediyoruz. Yaptıklarınız bizi yüceltti. Artık davanın kumpasın karar aşamasındayız, kararı açıklamak için sabırsızlandığınızı biliyoruz ancak açıklayacağınız karar ne olursa olsun bizim halkımızın tarihin vicdanında yok hükmündedir. Bu irade savaşında bize boyun eğdiremediniz. Siz kötülükle kararmış kalpleriniz ile baş başa kalırken biz halkımızın vicdanında aklanarak hatırlandık hatırlanıyoruz. Vereceğiniz kararı yüzüme okumanıza fırsat vermeyeceğim. Kararı kendi kendinize okuyacaksınız. Eşime aileme kızlarıma tüm halkıma vasiyetimdir: Karar açıklandığında halaylarla, coşkularla karşılamalısınız kararı çünkü biz burada öyle karşılayacağız. Bundan taviz verip onursuzca yaşamaktansa ölmeyi tercih ederiz. Zorlu bir mücadeleyi eksikliklerimiz ile sürdürmeye çalıştık. Bu süre zarfında elbette eksiklerimiz hatalarımız oldu. Tüm gücümüzü kullanmamıza rağmen istediğimiz başarıyı henüz sağlamış değiliz. Kendi adıma bundan dolayı tüm halkımızdan özür diliyorum. Karamsarlığa sebep olduğumuz tüm halkımızdan özür diliyoruz. Bundan sonraki süreçte partimiz DEM Parti’nin öncülüğünde daha fazla çalışıp mutlaka başaracağımıza inanıyorum. Şunun da bilinmesini isterim, burada sabırla büyütülmüş siyasi mücadelenin sonuçları çok başka olabilirdi. Ancak her şey bizim elimizde değildi. Küresel ve bölgesel güçlerin, içerideki karanlık güçlerin oyunları bu sonuçlar üzerinde etkili oldu. Bunun önüne geçmeye gücümüz yetmedi. Elbette pes etmedik, sadece tökezledik, hızla toparlandık ve yürüyüşümüze devam ettik. Bu vesileyle DEM Parti’ye başarılar diliyorum, arkadaşların yolu açık olsun. Eş Genel Başkanlarımız Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları’na başarılar diliyorum. Aynı duygularla Selçuk Mızraklı’nın selamlarını iletmeyi borç biliyorum. ---- Ben bugün bunları aynen savunuyorum. Yargılanmamızın ana nedeni Kürt siyasetçiler olmamızdır. Kürt olmayanların da Kürtlerle dayanışma göstermesidir. Türk devleti ırkçı ve milliyetçi amaçlarla sırf Kürt olduğumuz için yargılanıyoruz. Türk ırkçı ideoloji ve tezlerine boyun eğmediğimiz için yargılanıyoruz. Kürdistan bizim anavatanımızdır, Kürdistan’ı işgal edemezsiniz, yok edemezsiniz dediğimiz için yargılanıyoruz. Bu salonda bizim şahsımızda Kürt ve Kürdistan gerçeği mahkûm edilmek isteniyor. Bunun dışındaki siyasi amaçları, referandum ve seçimleri kazanmak, tek adam rejimini meşrulaştırmak için bizi hapiste tutmaktır. Ben Kürdüm, anavatanım Kürdistan’dır, her iki kimliğim onurdur, kimse bu değerleri yargılayamaz. Hukuki açıdan milyonlarca belge için söylenebilecek tek bir kelime vardır: Evet bu davadaki hukuki açıdan söylenebilecek tek şey şudur, bu dava çöptür. Savunmam boyunca bu davanın siyasi olduğunu ve davanın çöp olduğunu ispatlayacağım. Ayrıca savunmam boyunca Kürt sorununun nasıl çözülebileceğini ve mutlaka çözülmesi gerektiğini de anlatacağım. Çünkü bu doğrultudaki faaliyetlerimiz de yargılama konusu. Kürt sorununu kısaca tanımlayıp çözüm önerilerimi sunmak istiyorum, daha sonra bunları uzun açacağız. Kürt halkının, anavatanı olan Kürdistan’da diğer halklar gibi kendi dili kimliği ile yaşama hakkı vardır. Bu hakkın silah, imha, inkâr yoluyla elinden alınmış olması, bunun adı Kürt sorunudur. Bu sorun nasıl çözülür, bizim önerdiğimiz yöntem müzakeredir. Yeni bir Anayasa ile Kürtlerin tüm haklarının garanti altına alınması gerekiyor. Kürt halkının tüm hakları gözetilerek İmralı’da hukuksuzca tecrit altında tutulan Öcalan müzakerenin tarafıdır. Silahların terk edilmesinin yolunun Sayın Öcalan ile müzakereye bağlı olduğu, devletin de bir çok defa hakkını teslim ettiği bir hakikattir. Sayın Öcalan çözüm için önemli rolü olmuş, bundan sonra da olacağına inandığım bir hakikattir. Kürtlerin politik taleplerini temsil eden parti meşru muhataptır, en etkili aktördür. Bu vesileyle Kürt sorununda demokratik çözümün inşa edilmesi için İmralı’daki tecride son verilmesi gerekmektedir. Açlık grevi yapanları da selamlıyorum. Ayrıca Kürt sorununa dair demokratik çözüm perspektifine sahip tüm Kürt siyasi partileri çözümde taraftır, muhataptır. Sorunun açıkça şeffafça tartışılacağı ve çözüleceği yer parlamentodur. Tüm partiler Kürt sorununun çözümünde taraftır. Bu gerekçelerle TC devletinin son Kürt isyanını barış içinde sonlandırmak için Sayın Öcalan ile görüşmesini destekliyor, savunuyorum. DEM Parti’nin halkı temsil etme hakkını ve meşru muhataplığını savunuyorum. DEM Parti’yi kabul etmeyen kim varsa ben de onları tanımıyorum. Benim irademi, halkı temsil hakkımı tanımayanı ben de tanımıyorum. Benim iradem bana aittir. Bizim de Kürt sorununun çözümü konusunda sunabileceğimiz ciddi katkılar vardır. Bunun için elimizden geleni yapmaya hazırız, elimizden geldiğince bunu yaparız, amacımız bir arada eşitçe yaşamaktır. Buna saygı duyulması da uğruna mücadele ettiğimiz radikal demokrasinin vazgeçilmezidir. Beni yok saymaya, yok etmeye, yalan kumpaslarla tasfiye etmeye çalışanlara şunu söylüyorum; ben demokrasi ve barışı savunan herkesin dostuyum ve yanındayım. Bunu kabul etmeyen hiç kimseyi tanımayacağımı açıkça ilan ediyorum. Savunmamın tamamını halka hitaben yapıyorum çünkü karşımızda tarafsız bağımsız bir yargılama heyeti yok. Maalesef bu yok, keşke bu olsaydı, hukuk yargılasaydı, gereğini yerine getirseydiniz. Nasıl yürüyor işler? MİT'in, sarayın talimatıyla İçişleri Bakanlığı eliyle hazırlanan dosya sizin önünüzde bir ceza dosyası olarak duruyor. Siz şunu yapsaydınız; “böyle bir dava, yargılama, suçlama olmaz, bu açık kumpasa alet olmayız” deseydiniz, Türkiye’de tarihin gidişatını değiştirirdiniz. Zerre kadar hukuk değerlerine, etik değerlerine sahip çıksaydınız iki tane protesto çağrısı tweetinden ve siyasi içerikli konuşmalardan dolayı, ‘bir partinin eş genel başkanlarını, milletvekillerini, MYK üyelerini 37 kez ağırlaştırılmış müebbet ve binlerce yıla varan hapis cezası ile yargılamayı hakaret sayarız’ deseydiniz, Türkiye’nin kaderini değiştirirdiniz. Bırakın iddianame hazırlamayı, soruşturma açmayı bile kabul etmemeniz gereken bir dosyada siz 7 yıl kesintisiz tutuklu yargıladınız. Talimatların nasıl geldiğini bilmiyoruz ama televizyonlardan mitinglerden açık açık yapıldığını gördük. Bir emsal var. Yakın zamanda gerçekleşti. Can Atalay Yargıtay AYM krizinde gerçekleşti. Neydi? Bir tane Cumhurbaşkanı başdanışmanı eski Prof.Dr İzzet Özgenç “sayın cumhurbaşkanı değerli ağabeyim” diye kaleme aldığı mektubu ve bilgi notunu kamuoyu ile paylaştı. Biz böylece bu tür davalara nasıl müdahale edildiğini de Prof.Dr. İzzet Özgenç’in mektubundan öğrenmiş olduk. Ne demiş İzzet Özgenç? Yıkama yağlama kısımlarını atlıyorum. AYM yetkileri Yargıtay'ın yetkileri ne yapılması gerektiğini cumhurbaşkanlığına anlatmış fakat bilgi notu ilginç. Diyor ki; ‘Can Atalay 14 Mayıs tarihinde milletvekili seçilmiştir, bu süreçte Yargıtay ilgilileri ile görüşerek milletvekili seçilmesi halinde bir dokunulmazlık tartışması yaşanacağından bahisle bu kişi hakkında verilen mahkûmiyetin, temyiz hükmünün bir an evvel gerçekleşmesi için görüş alışverişinde bulundum. Cumhurbaşkanı başdanışmanı, ‘Yargıtay ile görüştüm, temyiz hükmünün tamamlanmasını istedim’ diyor. Kendisi yazmış iddia değil, hâlen basında duruyor. ‘Yargıtay beni dinlemedi’ diyor. ‘Hükmünü hemen onaylamadı, o da milletvekili seçildi.’ Mealen anlatıyorum. Bu Yargıtay postunda oturan adam diyor, ona takmış, başka şeyler düşündü, dikkate almadı ve bu krize sürükledi. Bakın Yargıtay 3'üncü Ceza Dairesi kim? Bizim dosyamızın önüne gideceği, dosyamızı inceleyecek daire. Şimdi bu 3’üncü daire ile cumhurbaşkanı başdanışmanı rahatlıkla görüşme yapıyor. Yargıtay dosyayı oraya göndermiş. Sonra aynı günün akşamı Sayın Efkan Âlâ ve Hayati Yazıcı ile bir araya gelerek ‘durum değerlendirmesi yaptık’ diyor. Yazıcı ve Âlâ dosyanın avukatları mı? İktidar partisinin genel başkan yardımcıları. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yargıtay’ın verdiği Can Atalay kararını bir partinin iki genel başkan yardımcısı ile bir araya gelip değerlendirdik diyor. Sonra diyor; ‘şöyle bir intiba uyandı; bu kararın dairenin kendi inisiyatifi ile verilmiş bir karar olamayacağını ifade ettim. Yargıtay başkanı tarafından inisiyatif konularak bu kararın geri alınmasının sağlanmasını kendilerine izah ettim.’ Kime? Hayati Yazıcı ve Efkan Âlâ'ya. Hayati Yazıcı, Efkan Âlâ’nın Yargıtay kararını geri aldırma gücünden bahsediyor. Bu arada ‘Sayın Cemil Çiçek ile görüştüm’ diyor. Düşüncelerimi kendisine arz ettim. Sonra diyor Numan Kurtulmuş'a gönderdim bu notları, ‘düşürme’ dedim milletvekilliğini. Mehmet Uçum'dan da bahsediyor. Burada da bizim Memo’yu kastediyor, Mehmet Uçum. Kendisi hukukçu değil kendi aramızda öyle diyoruz. Saçmalıkla malul bir açıklama yapmış. ‘Yargıtay Başkanının başkanlık görevlerini yerine getirmemiştir, AYM'yi töhmet altında bırakan açıklamalar yapmıştır’ diyor. Mehmet Uçum ve Yargıtay Başkanı bilgisi dahilinde Yargıtay 3’üncü Dairesi, AYM kararını tanımama kararını vermiştir. İnsanın tüylerinin diken diken olması gerekiyor normal bir ülkede. Fakat Türkiye’de normal, çok kişinin haberi bile olmadı bundan. Ve ‘Yargıtay başkanlığı postuna oturan kişi bilimsel içeriği olduğuna bakılmaksızın muhabbet duyduğu kişilerin protokol dışı davetlerine intikal etmezken hukuk bilimi alanında düzenlenen toplantılara Yargıtay üyelerinin katılmasına müsaade etmemiştir’ diyor. Yani Yargıtay postuna oturan kişi Menzil cemaatinin toplantılarına katılırken Yargıtay üyelerinin bilimsel toplantılara katılmasını yasaklamıştır’ diyor. ‘Önümüzdeki aylarda yapılacak Yargıtay Başkanlığı seçimlerinde yeniden aday olmayı planlayan bu kişi siyasi içerikli de olsa bu toplantılara katılmaktan geri durmamaktadır’ diyor. Sonra uyarıyor ve ‘geçmişte Genelkurmay Başkanı’nı terör örgütü lideri olarak içeri attı devlet' diyor 'bunlara dikkat edin’ diyor. Bu karar Yargıtay üyelerinin kendilerinden menkul olarak verdiği bir karar değil. Yargıtay 3’üncü dairesinin talimatlandırılarak bu kararı aldığını ve bunu bildiğini bunu da Cumhurbaşkanlığı’na bildirdiğini söyledi. Şimdi, normalde bu belgeden sonra yargılamanın bitmesi hepimizin evlerine dağılması lazım. ‘Artık bu saatten sonra yargılama yapamayız. Zaten şaibeli bir heyettik. Yargıtay Dairesi de resmen siyasallaşmış bir kurum haline geldi. O nedenle biz ne karar verirsek verelim Yargıtay 3’üncü Dairesi sizi artık tarafsız yargılamayacak’. Çünkü Yargıtay 3’üncü Dairesi ile Efkan Âlâ, Hayati Yazıcı ve Cemil Çiçek ile rahatlıkla görüşebiliyor ve ‘şunu yap bunu yap’ diyebiliyor. Yargıtay 3’üncü Dairesi ve AYM üyeleri ile rahatlıkla görüşen bir zevat sizin gibi bir ACM (Ağır Ceza Mahkemesi) heyetiyle görüştü mü acaba? Yok canım. Koskoca ACM üyeleri. Bunlar ufak tefek yargıtay üyeleridir. Her halde öyle size talimat vermeleri mümkün değil. ‘Siz ACM üyeleri misiniz’ diyelim? Yoksa çok özür dileyerek, kişiliğinizi tenzih ederek bu heyeti zurnanın son deliği olarak bile görmeyen bir iktidara karşı siz direnebilecek misiniz? Direnebilecek idiyseniz bugüne kadar hukuksuzlukları ortadan kaldırmanız lazım. Diyor ki ‘Yargıtay postuna giren adam yeniden seçilmek için cemaatin toplantılarına katılıyor. Mesela beni ve Figen başkanı tutuklayan suç-ceza hâkimi işi bitince Yargıtay üyesi yapıldı. Arada Asliye hakimi, Ağır Ceza Üyeliği, İstinaf Üyeliği ve başkanlığı, sonra da Yargıtay’a doğrudan atadılar. Sulh Ceza Yargıtay üyeliği neden? Çünkü Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş'ı tutuklayan millî kahraman. Yüksel Kocaman ne yapıldı? Yargıtay Cumhuriyet Savcısı yapıldı. İrfan Fidan ne yapıldı? Hızla Yargıtay üyesi. Daha bir dosyanın kapağını açmadı, Yargıtay’da sıfır deneyimi var. Bizzat Yargıtay üyeleri tarafından Anayasa Mahkemesi üyesi seçildi. Neden, çünkü İrfan Fidan da İstanbul’daki bütün kumpas dosyalarının başsavcısıydı. Size ne teklif edildi bilmiyoruz ama şüpheleniyoruz. Siz de bu kadar hukuksuzluğu cesaretle yaptığınıza göre gerçekten bir şey vaat edilmiş olmalı. Size cumhurbaşkanlığı vaat edilmiş olmalı, bu kadar hukuksuzluğu, bu kadar ciddi suçu işlemeniz için Yargıtay üyeliğini kabul etmemelisiniz. Bu dosya ağır dosya, direkt cumhurbaşkanı olmalısınız. Bu dosya öyle bir dosya. Hakkınızı yedirmeyin. Akın Gürlek bana TC tarihinin en yüksek propaganda cezasını verdi. Kemiksiz 4 yıl 8 ay. Niye 4 yıl 8 ay? Hesaplıyorsun, Temmuz 2024 yılına geliyor. O zamana kadar siyasi yasaklı olacağım. Neden 5 yıl değil? 5 yıl olsa Yargıtay’a gidecek. İstinafta kesinleşsin diye 4 yıl 8 ay. Başka kime 4 yıl 8 ay verdi? Canan Kaftancıoğlu, Sırrı Süreyya Önder. Mobil ağır ceza reisi. Avukatlar artık işin trajikomik yanını yapıyorlar. Bunu da mahkeme mahkeme gezdirip ‘şuna ceza ver, buna ceza ver’. Peki bu hukuksuzluklara imza atan bu nezih hukukçu kardeşimiz ne oldu? Önce Adalet Bakan yardımcısı, sonra HSK başkanvekili oldu. Bütün yargı ona bağlı. Bir iddiayı söylemek istiyorum. Kesin yalan diyebileceğim bilgiler de var. Mesela Edirne’deki bir avukat arkadaşımız, ‘o cemaatçi olan mı? Biz 15 Temmuz sonrası nerede tutuklandı diye merak ettik’ dedi. HSK başkan vekili oldu. ‘İftira atma dedim’ kendisini uyardım. ‘Öyle olur mu’ dedim. Böyle bir iddiamız olamaz. Bunu asla kabul etmiyorum demek ki iyi ki hukukçu ki oraya gelmiş! Kimler bizi yargılıyor? Kimler istiyor ki biz süt dökmüş kedi gibi davranalım. Çok istiyorsunuz biliyorum ama olmuyor, içimizden gelmiyor. Mesela cübbelerinizi çıkarın sizinle kıran kırana siyasi tartışma yapalım bu saygılı olur. AKP’yi mi MHP’yi mi savunuyorsunuz, biz partili değiliz Türkiye’yi savunuyoruz diyor musunuz? Buna saygı duyarız. Bizim cübbemiz yok sizin var. Dolayısıyla tartışma hukuk zemininde yürüyormuş görüntüsünü kabul etmiyoruz. Nazi Almanyası'nda örgütlü kötülük ve kötülüğün parçası olan bütün yargı mensupları aynı zamanda vicdanlarını kaybettiler. Ama düşmanına saygı duyarsın. Cenazeler kurda kuşa yem olmasın diye ateşkes ilan edilirdi. Ortaçağdan bahsediyorum. Sene 2023 insan taleplere yanıt verir. İnsanın cezaevinde kardeşinin annesini yitirdiğini nasıldır? Allah hiçbirinize göstermesin diyelim. Şu kadar bir hücrede sıfır iletişiminiz varken, herhangi bir yakınınıza sarılma hakkınız sıfır iken bu arkadaşlarımız bu acıları yaşadılar ve suçsuzdular. O zaman bile tahliye etmediniz, Figen Başkan en son 7 yıldır tutukluydu yakınını kaybettiğinde. Diyemediniz düşmanlık bir yana burada bir insani trajedi var. Gültan Başkanımız, Figen Başkanımız jandarmalar eşliğinde 1 saat gidip yeniden aynı hücreye geri döndüler. Eğer, ‘efendim binlerce sivilimizin katili’ filan diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onların katilleri Meclis’te. Görebilseniz orada. Hepimizin servetini sayarsanız cebimizdeki paradan malınıza, mülkünüze hepimizinkini toplasanız bir tane AKP milletvekilinin servetinin yüzde biri yoktur. Ya da İYİ Partili, MHP’li. Biz böyle insanlarız. 3'ü büyükşehir 10'u il belediyesi olmak üzere 102 belediyenin eş başkanlığını yaptık. Sebahat Tuncel'in evi yok, Gültan başkan krediyle aldı. Ben krediyle aldım. Tek bir yakınımız belediyelerimizden ihale almadı, alamaz da. Biz öyle siyasetçileriz. Bize yapılan bu zulmü acıları vicdanen hissetmeniz lazım. Biz iyi insanlardık, insan kendini övmez, ama biz iyi insanlarız. Kimseye kötülük yapmadık ama siz yaptınız. Benim annem babam cezaevine 100 metre kala kaza geçirdi. Ölümden döndüler, günlerce hastanede kaldılar, sakat yattılar, 10 dakika telefonla görüşme hakkı verdiler. Hâlâ sakatlar. Edirne’ye koymasaydılar beni Ankara’ya koysalardı bu yolları çekmek zorunda kalmazdık. Ama ne yaptınız Osmanlı geleneği, Kürt beylerini Girit'e, Sino'ya, Orta Anadolu yaylalarına, Edirne'ye, İmralı'ya sürdüler. Şimdi de Edirne’ye Kandıra’ya sürüyorlar. Edirne bir sürgün yeri, cezaevi değil. Bize verilen, ‘Kürtleri sürgüne göndeririz’ mesajıdır. Çünkü burada sadece cezaevinde yatmıyoruz, sürgündeyiz aynı zamanda. Sizler Türkiye'de tek adam rejiminin inşasına bu dava vesilesiyle harç taşıdınız. Bunu da severek bilerek isteyerek yaptınız. Size kimse bir şey dayatmadı, 19’uncu Ağır Ceza ve 22. Ağır Ceza da dahil olmak üzere hepiniz yeni bir suç yaratmanın katkısını coşkusunu yaşadınız. Ne yaptınız, ülkenin ekonomik krize sürüklenmesine, yolsuzluğun, talanın normalleşmesine zemin sundunuz. Bir halkın moral ve ahlaki değerlerinin çökmesine neden oldunuz. İşin tuhafı ise bunu islamcı ve milliyetçiler yaptılar. Bu ülkenin pek çok şeyi gibi milliyetçiliği ve dindarlığı da çakmadır. Fakat Türkiye’nin milliyetçiliği ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ diye ahkâm keserken öte yandan kendi milletini ahlaken ve bütün değerleriyle çöktürüyorlar. Kürt düşmanlığı gözlerini öylesine karatmış ki kendilerinden olmayana düşmanlık öylesine karartmış ki Türk milletini de perişan etmekten çekinmiyorlar. Yunanlılar 1000 Euro'ya Türkiye'ye geliyor, yiyor, içiyor, geziyor. Edirneli Türk vatandaş ne yapıyor, o 1000 Euro’dan yararlanmak için Yunanlı turistin peşinden koşuyor. Türkiyeli milliyetçiler yaptıkları kepazelikten zerre kadar utanmayacak durumdadır. Sırf Kürdü hapiste tutmak için hukuksuzluğa yol verirken vatan millet uğruna caka satan Türk milliyetçisi Edirne’de Yunan’dan 10 Euro kazanmak için gecesini gündüzüne katan esnaftan utanmıyor. Fuhşun, uyuşturucunun on iki yaşa kadar inmesi, fındığının ürünlerinin talan edilmesi milliyetçinin umurunda olmadığı gibi bunun keyfini sürüyor. Yeter ki Kürt hapiste kalsın. Gerisi önemli değil. Türk’ün, milliyetçilerin devleti güya töreleridir ama devleti soyanlarla işbirliği yapmaktan, mafyayı devlet korumasına almaktan gurur duyan bir Türk milliyetçisi için önemli olan Kürdün hapiste olmasıdır, gerisi teferruattır. Dünyanın hiçbir milletinin milliyetçisi kendi milletine bu kadar kötülük yapmamıştır, düşmanlık yapmamıştır. Çünkü Türk milliyetçiliği sentetiktir, köksüzdür. Birazdan hepsini tek tek anlatacağım. Şüphesiz vatanını temiz bir şekilde seven Türk milliyetçileri vardır. Bu davadan herkesi mağdur ettiler, bu davanın en az zararı, en az mağdur olanları biziz. Bu davayı sürdürebilmek için Türk milliyetçileri on milyonlarca insanı açlığa, fuhşa, yoksulluğa sürdüler. Yetişmiş gençleri yurt dışına sürdüler. Genç kadınlar kolay para kazanmak için sosyal medyada bedenlerini pazarlamaya, bedenlerini sunmaya başladılar. Sosyal medya fenomenleri güzellik merkezleri ve Fatih Terim fonları ile dünyanın bütün kara paralarını aklayarak zenginleştiler. Dikkat edin Fatih Terim fonuna para yatıranların tamamı Türk milliyetçileridir. Kameraların önünde Türk milletinin asaletinden, reisin büyüklüğünden dem vuranların hepsi kendi milletinin, kendi para biriminin zararına yol açacak ne kadar tefecilik varsa yapmışlar. Reisleri ‘faiz haramdır, nas var' derken elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar paralarını faize yatırmaktan zerre kadar utanmıyorlar. Çünkü çakma milliyetçidirler. Çakma İslamcıdırlar. Fatih Terim fonundan milyon dolar kazananlar, kara para aklayanlar, mafyatik karikatürler, yolsuzlukla rüşvetle zengin olanlar, bizim hapiste olmamızı alkışlıyorlar. Neden? Çünkü bu düzen devam etmeli ki servetlerine servet elde etsinler çünkü bu ülkenin taşını toprağını Katarlı’ya satabilmek için. Türk milliyetçisinin beka dediği işte budur, kirli servetlerinin bekasıdır. Mafya bozuntusu uyuşturucu satıcısı bir katilin Türk polisine hakaret etmesi Türk milliyetçilerinin umurunda değildir. Bilakis mafya bozuntularına eskortluk yapmaları için görevlendirilir Türk polisi. Bu görevlendirmeyi yapanlar zerre kadar utanmaz bunlardan, zoruna gitmez, yeter ki Kürt hapiste kalmaya devam etsin belediyelerine kayyum atansın. İşte heyetiniz buna sebep olmuştur. Aldığınız hukuk dışı kararlarla bir toplumu bir devleti çökerttiniz. Eserinizle gurur duyabilirsiniz Yalnız bir zahmet bizi devleti, hükûmeti, Anayasa’yı ortadan kaldırmakla suçlamayın çünkü onu bizzat siz yaptınız. Ortada bir devlet kalmadı, ortada bizim kaldıracağımız bir Anayasal düzen kalmadı ki. Bir milleti ahlaken çöküşe götürdünüz. Nedir peki bizi bu davada yargılayan Türk milliyetçiliğinin, resmi Türkçülük tezinin temelleri? Niye biz Kürt deyince, Kürdistan deyince tüyler diken diken oluyor. Mesela Türkistan desen tüyler diken diken olur mu? Yok. Türk, Türkmen, Öztürk kimseyi rahatsız ediyor mu ama Kürt Kürdistan deyince tüyler diken diken oluyor. Niye? Türkiye-İran sınırı resmî olarak Kürdistan eyaletine komşudur. Kürdistan eyaleti Kürdistan’ın resmî komşusudur. Habur’dan öte yanı da Irak Anayasası’na göre Kürdistan Federe Bölgesi’dir. Bunları duyunca da tüyler diken diken oluyor. Cumhuriyet kurulurken yapılan hatalar bugün ortaya çıkan bütün sorunların temelidir. Kurtuluş Savaşı yürütülürken yapılan işbirlikleri esas alınırsa bugün yaşananların önüne geçilebilir. Yargılanmama neden olan açıklamaların çoğu bunlara dair söylediklerimdir. Osmanlı yıkılırken yeryüzünde özellikle Avrupa Merkezli determinizmin yükselmesi son derece popüler bir siyasi görüş olarak ırka dayalı millet oluşu Türkiye’deki İttihat Terakkicilerin gündemine alındı. Bugün sorgulamıyorum. Nedenini anlatıyorum. Mustafa Kemal Anadolu'ya çıktığında arkasında en diri ve dağılmamış güç Doğu ordularıdır. Mustafa Kemal, Datça’ya, Muğla’ya Edirne’ye gitmez, aklına gelmez. Gittiği yer Erzurum'dur. Yazdığı mektuplar Kürt ve Kürdistan beylerinedir. Mustafa Kemal, ne ‘siz Kürt değilsiniz’ der, ne ‘Kürtçe yoktur’ der. Kürtlerin desteğini arkasına alır. Kurtuluş Savaşı ordularının savaşmadığı tek yer Kürdistan coğrafyasıdır çünkü orada halk savaşmıştır. Antep’te savaşan Karayılan’dır. Ne demiştir peki: ‘Ey Kürt beyleri, Kürt şeyhleri…’ Seyit Rıza ile de Şeyh Sait ile de temastadır. ‘Sevgili Kürt şeyhleri, beyleri halifeliği kaldıracağız’ dememiştir. Arkasına aldığı güç laiklik değildir, Türkiye Cumhuriyeti değildir, İslam’ın gücüdür. Sözleşmeye ihanet eden Şeyh Sait değildir, Ankara yönetimidir. Yalan söylüyorlar, inkılap tarihi kitaplarını okuyup prof. olmuşlar, o ezberleri de çocuklara okutuyorlar. Yalan söylüyorlar. Şeyh niye isyan ediyor? Bize söz verdiniz, başardığınızda ilk yaptığınız şey halifeliği kaldırmak. ‘Kürtçeyi yasaklıyorsunuz’ diyor. İhanet eden Şeyh Sait değildir. Şeyh Sait’in İngilizlerle işbirliği yaptığına ilişkin tek bir bilgi yoktur. Türk aydınları biraz okusunlar aydınlansınlar. Evet bir isyan vardır ama Şeyh Sait bir ihanetçi değildir. Beni seven varsa bilsinler ben Şeyh Sait torunlarındanım. Kürdün sosyalisti de İslamcısı da Şeyh Sait’in ne olduğunu bilir. Şeyh Sait’i anmak ‘ihanetmiş’. Peki Topal Osman’ı anmak neymiş? Meral Akşener’e soruyorum? Topal Osman’ın yapmadığı isyan, işlemediği cinayet yok. Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekle suçlananlardan biri de Topal Osman. Ortak vatanda yaşıyoruz sen Topal Osman’ı anıyorsun. Bunun neyi kahraman? Orgeneral Mustafa Muğlalı’yı anıyorlar, Harp Akademisini bitirmiş bir subaydır. Özalp ilçesinde 33 kişiyi 30 temmuz 1943 günü yargılama yapmadan elleri kolları bağlı infaz eden kişidir. Mustafa Muğlalı bunlardan yargılanmış ceza almıştır. Sadece Google’a girin, Mustafa Muğlalı Caddesi var her yerde. Muğlalı’yı bu ülkede anmak, caddeye ismini vermek haklıyken. Ahmet Arif’in 33 kurşun şiiri onlar üzerine yazılmış. Muğlalı’yı anmakta sıkıntı yok ama Şeyh Sait’i anarken kıyamet kopuyor. Mesela Abdullah Alpdoğan her yerde anılabilir, binlerce Dersimli Alevi Kürdü katletmiştir. En meşhurlarını söyleyeyim, Sabiha Gökçen Dersim’i bombalayan uçağı kullanan kişidir. Bunlar anılırken Kürtler sesini çıkarmıyor, kerhen sessiz kalırken, Şeyh Sait derken niye kıyamet kopuyor? Atlamayalım. Nitekim en meşhuru Kenan Evren. Darbecilikten yargılandı. Hâlen Kenan Evran bulvarı, camisi, sokağı var. Kenan Evren quzulqurtu var yahu adam darbeci. Haydi haydi git evinde konuş diyor üç kelime Süryanice konuşuldu diye. İYİ Partili milletvekilleri söylüyor. Bunu söyleyen en zengin vekillerden biridir. Yahu senin atan deden yedi sülalen bu topraklarda yokken Süryaniler bu topraklarda vardı, en kadim halkıdır bu toprakların. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://www.gazeteduvar.com.tr/selahattin-demirtasin-savunmasinin-tam-metni-haber-1656655 | başlık = Selahattin Demirtaş'ın savunmasının tam metni | yayıncı = Duvar | tarih = 25 Aralık 2023 | erişimtarihi = 26 Aralık 2023 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} {{Cc-by-sa-4.0}} ==26 Aralık== Dün bize yönelik kumpas davasının, bu kadar hukuksuzluk ve iftiranın altında yatan ahlaki, ideolojik boyutları açıklamaya başladım. Ne zaman başladı, ne zaman karar verildi buna? Devlet blokunu oluşturan yapının ne zaman buna karar verdiğini, hangi mekanizmaları harekete geçirdiğini bugüne kadar algı operasyonları kapsamında neler yapıldığını anlatacağım. Kayda geçirilen çok şey var, hakkımızda atılan tweetleri okumaya çalışsak 3-4 gün bunların okuması sürer. Kobanî Kumpas Davası’na kadar götüren anlayış, zihniyet nerede tetiklendi, adım adım nasıl örüldü? İlk aşamasından başlayacağım. Okuyacağım rapor, AKP’nin düşünce kuruluşu olarak bilinen SETA’nın raporu. Hazırlayan Hüseyin Alptekin, biz tutuklandıktan sonra 3 yıl boyunca bizim neden tutuklanmamız gerektiğini kanal kanal gezerek anlatan psikolojik savaş görevlilerinden biriydi. O zaman SETA için bu raporu Hüseyin Alptekin’e hazırlattılar. Kobanî Kumpas Davası’nın kodları bu raporda yatıyor. Niye hazırlandı bu rapor, amaçları neydi? 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri hemen öncesinde partimiz beni aday gösterdiğinde neden bu rapor yayınlandı? O dönem çok yayılmadı, ama iktidar ve devlet için hazırlanan rapordu. Raporun başlığı şuydu: 'Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, adaylar ve Selahattin Demirtaş’ın Siyasal Anlamı.' Bu raporda benim adaylığımı nasıl değerlendirmişler, bu rapordan hemen sonra IŞİD’in Kobanî işgali ardından Kobanî eylemi konusunda da aynı bağımlı medyanın nasıl senkronize bir şekilde harekete geçtiğini anlatacağım. Önemli gördüğüm kısımları kayda geçmek istiyorum. Raporun içindekiler bölümünü okuyan Demirtaş, “Benim üzerimden tümüyle HDP’nin çizgisi, Kürt siyasi hareketinin amacı anlatılmaya çalışılmış” dedi. Rapordan ‘Bu kısımda Demirtaş’ın Türkiye’de ve uluslararası siyasette yüklendiği misyon ve taşıdığı anlam tartışılacaktır. Türkiye bağlamında sınıf temelli bir söylem benimseyerek bundan böyle sadece Kürtlerin değil, ezilmiş ve dışlanmış tüm kesimlerin savunucusu olacağını ilan eden Demirtaş bir bakıma ölçek büyütmüştür. Uluslararası bağlamda ise Irak’taki ve Suriye’deki gelişmeler sonucu bu ülkelerde yaşayan Kürtlerin geleceğine etki eden bir aktör olmak için çaba sarf eden Demirtaş, bugün itibariyle bu konuda Abdullah Öcalan ve Mesut Barzani gibi figürlerin etkisine erişebilmiş değildir' şeklinde pasajlar okuyan ve alıntılar yapan Demirtaş şöyle devam etti: “Yergi ya da övgü bir yana kendilerince böyle bir bilimsel çalışma yürüttüler. Bu şekilde siyasal yaşamımdaki dönüm noktaları diye başlık başlık anlatıyor. Bu gördüğünüz rapor AKP’nin araştırma kuruluşu SETA tarafından Cumhurbaşkanlığında özel olarak hazırlanmış bir rapor. Partimizi, beni, politikalarımızı övmek için hazırlanmamış. Nitekim Hüseyin Alptekin tutuklanmamız, katil olarak adlandırılmamız için neredeyse her gece televizyonlara çıkmış özel savaş elemanıdır. Bu raporla devlete ve iktidara ‘Demirtaş ve HDP geliyor tehlikenin farkında mısınız’ denilmiş. Bu davaya, mahkemelere, yargıya ve AKP medyasına zemin hazırlanmış. İddianame bu rapordur. 10 yıl önce hazırlanmış bu rapor partimize yönelik kumpasların ve çöktürme planlarının alt yapısıdır. AKP bizi tehdit olarak görüyor. Bu rapor odur. Bu raporla yetindiler mi bunun gereğini mi yaptılar? Hali hazırda sanık sıfatıyla karşınızda bulunmamızı sağlayan zihniyet, bu zihniyet olduğu için bakalım nasıl devam etmişler? O rapordan kısa süre sonra birkaç ay sonra da IŞİD’in Kobanî’yi işgali ardından gelen Kobanî katliamları, yaralanmalar, iddianameye konu suçlar işlendiğinde muhtemelen devletin karanlık dehlizlerinden bu rapor tekrar çıkarıldı ve büyük bir fırsatın ele geçirildiği düşünüldü. Nasıl düşünüldü? Önce size yaygın medyada nasıl algılanıyordu onu anlatayım. O dönemin amiral gemisi olarak adlandırılan Hürriyet’in yazarından Ahmet Hakan’dan okuyacağım. 6 Ekim’de HDP tweet atmış, 7 Ekim’de Ahmet Hakan’ın yazısından okuyacağım. Daha sonra diğer basının ve yazarların nasıl yaklaştığını anlatacağım. Ahmet Hakan diyor ki “araç yakmayı, öldürmeyi, şehirleri yakmayı meşru görmeyiz” diyor. “Ama eğer IŞİD’i bir öfke hareketi olarak düşünüyorsak bugün ortaya çıkan bu öfkeyi anlamak zorundayız. Olan barışa olacak, Kobanî ile bugün ortaya çıkan öfkeyi anlamadılar ya. Hükümete sesleniyorum bir şefkat çağrısı yapmak çok mu zor? Ne yapıyorlar? Korkutuyorlar, güç gösteriyorlar, anlayışsızlık yapıyorlar. Bir tane bile şefkat gösterisi yok, bir tane bile empati yok. Madem Tansu Çiller'e dönüşecektiniz, ne diye “Biz farklıyız” diye ortaya çıktınız” diyor. Devamla Ahmet Hakan, “bir hakkı teslim edelim. Bir kurşun atılmadan 3 katı olan Musul teslim oldu ama Musul’un 3’te biri olan Kobanî 22 gündür destansı bir direniş sergiliyor.” Bunu Salih Müslim söylerse “terörist” dersiniz ama bunu Ahmet Hakan diyor, Hürriyet yazısında. 10 Ekim 2014 bu yazının tarihi. O dönem böyle bir hava var. Devam ediyor Ahmet Hakan “kimse polis kurşunuyla öldürülmemiş diyor vali…” Bunun üzerinden Ahmet Hakan hakkında soruşturma açılmamış tabi ki açılmamalı. Ahmet Hakan 10 Ekim’de sormuş “yaşasın IŞİD diye slogan atan polis kim” ama bu soruyu tek bir savcı sormamış. O gün değildi ama bugün yandaştır Ahmet Hakan. O günlerde ciğer yemiş ve gerçekleri yazıyordu. Kobanî’nin Kürtlerle alakasını yazıyordu uzun uzun. Ahmet Hakan bilirkişi değil ama o dönemki algıyı anlatmak için bunları okuyorum. O dönem algı buydu ve siz (mahkeme) 10 yıl sonra tersi bir algı yaratmaya çalışıyorsunuz. O gün Kürtleri ve HDP’yi anlamaya yönelik bir hava vardı. 21 Ekim tarihli yazısı. ‘Kürtler Bijî Obama demesin de ne desin? Kobanî üzerine bombalar yağarken Türkiye ne yaptı? İzlemekle yetindi, düştü düşecek diye fal tuttu. İki terör örgütü bize ne dedi? Peki ABD ne yaptı? Bir Kobanî’nin düşmesini engellemek için havadan bomba yağdırdı. PYD ile işbirliği yaptı, PYD’ye silah desteği verdi. Kürtler Bijî Obama demesin de ne desin? Bijî Türkiye denilmesi için Türkiye’nin ne yapması gerekiyor’ diyor Ahmet Hakan ve ‘PYD terör örgütü değil’ diyor. YPG’nin terör örgütü olmadığı yıllarca yazıldı, çizildi bunları anlatacağım. Anlaşmalar yapıldı. 8 Ekim 2014’te Abdulkadir Selvi, “Çözüm Kandil’in insafına terk edilmeyecek kadar önemlidir” yazısı yazmıştı. Medya taraması yaptık 6-7-8 Ekim medya taraması yaptık hiç HDP ve Demirtaş eleştirisi yok. Sağduyu çağrıları var, birlikte çalışma yürüttüğümüze dair haberler var. Öcalan’dan gelen çağrıyı okuduğuma dair haberler var. 6 Ekim’de tweetler atıldıktan sonra da bu eleştiriler yok. Ama bu konuda ilk tetikçilik yapan Abdulkadir Selvi’dir. Abdulkadir Selvi 9 yıl önce benimle ilgili ilk fitili ateşledi ve arkasından bunlar geldi. Muhtemelen ‘bir fırsat yakalamışız hazır elimizde Demirtaş ve HDP’nin ne kadar büyük tehlike olduğuna ilişkin rapor da var.’ dediler ve 9 Ekim 2014’te Selvi yazısıyla ilk fitili ateşledi. Yazısında Demirtaş’ın gençleri sokağa ve savaşa davet ettiğini ileri sürdü. O yazıya kadar tek bir iddia yok. Bu cümle ilk kez düşkün tetikçi Abdulkadir Selvi tarafından kullanıldı ve arkasından bizi sorumlu tutan yazılar yazılmaya başlandı. Bunları dosyaya sunacağız. 10 Ekim’de 11 Ekim’de bu yazılarını sürdürdü Abdulkadir Selvi. Ahmet Davutoğlu ile görüşmüş ve bunu yazıyor. Abdulkadir Selvi benim insanları şiddete çağırdığımı savunuyor ve bu Demirtaş mı diye yazıyor. Abdulkadir Selvi özel savaşın tetikçiliğini yaptı. 14-15 Ekim’de yazdı Ekim ayı boyunca neredeyse her gün yazdı. İlginçtir, 28 Ekim’de Abdulkadir Selvi bizi hedef göstermekten vazgeçti ve “AKP ile HDP’nin işbirliğine ihtiyacı var” diye yazılar yazmaya başladı. Bu ne zamandır? Hükümetle yaptığımız anlaşmadan ve olayın sorumlularının açığa çıkarılması için anlaştığımız zaman. Muhtemelen Abdulkadir Selvi’nin kulağını çektiler. Kim yazdı? Cem Küçük yazdı, bugün TRT’nin yönetiminde olan Hilal Kaplan yazdı. İtirafçılar. Abdulkadir Selvi, Hilal Kaplan ve Mehmet Metiner'den öğrendikleri cümlelerle bizleri suçladılar. 26 Ekim’e kadar Hilal Kaplan yazmış ve sonrasında o da renk değiştirmiş. Muhtemelen onun da kulağı çekilmiş ve hatta beni öven yazılar yazmış. İbrahim Karagül ayın sonuna kadar kesintisiz yazmış. Erdoğan 9 yıl önce ‘Kobanî Davası’nın arkasında Pensilvanya var’ demiş ardından muhtemelen bundan vazgeçtiler, ‘bunların (HDP) üzerine yıkalım’ dediler. Ardından 9 yıl boyunca bize saldırdılar. Bununla Kürtleri durdurmaya çalıştılar. Bahçeli ve Erdoğan bunun bir beka sorunu olduğuna karar verip 2015’ten sonra aralarını düzelttiler ve ardından stratejik işbirliği yaptılar. Temel amaç Kürt düşmanlığıydı. Bütün bu yaşananların altında yaşanan zihniyet buydu. Kobanî’ye pêşmerge gitti, biz durumu normalleştirmeye çalıştık, hızlıca türbülansa giren Türkiye sosyolojisini toparlamaya başladık. O dönem savcılar bir soruşturma açtı mı, olaylar HDP twiti üzerine mi başladı buna ilişkin bir soruşturma başlatıldı. Açılan soruşturmalar da uzun yıllar sürüncemede bırakıldı. Soruşturmayı, çözüm süreci sürerken ellerinde tuttular. Devlet, iktidar ve Erdoğan bu sürecin sonunu görmek istediler. O dönem savcıların ellerinde delil belge yok, hiç bir şey olmadığı için MYK üyelerimiz ifade vermeye gittiğinde savcı ‘bugün git yarın gel’ diyordu. 7 yıldır tutuklu bulunduğumuz müebbet hapis cezasıyla yargılandığımız bu davada savcı o dönem ifade bile almıyordu. Ne zaman ki 7 Haziran seçimlerinde AKP iktidardan düştü HDP 80 milletvekili ile Türkiye siyasetini etkileyecek güce ulaşınca o zaman düğmeye bastılar. 2015 Haziran seçimlerinden hemen sonra daha önce durdurdukları soruşturmaları yeniden devreye sordular. Öyle büyük bir algı yarattılar aklınız hayaliniz durur. Bir ara eşim Başak bile 'gerçekten senin bir çağrın yok mu' diye sordu. Onu bile yanıltacak bir algı operasyonuna başladılar. Nasıl başladı bu algı operasyonu? 2014 Ekim’den sonra yandaş medya nasıl çalıştı? Buna rağmen bize soruşturma açılmadı. Sorumlu Demirtaş ve HDP’dir algısı yerleştirilmeye çalışırken 9 Ekim’den itibaren neler yapıldı. Sizin 1,5 milyon algı iddianamenize karşı bizim de bu yaşananları anlatmamız lazım. Bizi yargıyla değil algıyla yargılıyorsunuz. Daha sonra tekrar algı haberlerini, atılan manşetleri ve o dönem yazılan yazıları okuyan Demirtaş, “O dönemde devletin yaşanan ölümlerden haberi yoktu. Biz iki partilimizin öldürüldüğünden haberdardık. Bir canlı yayında bana mikrofon uzatıldı ben de şiddete karşı olduğumu, sizi şiddete iten kimse bunlar provokatördür dedim. Daha sonra Öcalan’dan gelen eylemler son bulsun mesajı okuduk. Hepimizin şiddetin durması için çağrılarımız oldu. Bu çağrılarımızdan sonra Yeni Şafak ‘sorumlusunuz’ diye manşet attı, bizim fotoğrafları kullandılar” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın 13 Ekim’de kendilerini sorumlu tuttuğuna işaret eden Demirtaş, “Yıllar sonra savcı Ahmet Altun’un aklına gelen fikri 9 yıl önce Mehmet Metiner söylemiş. Metiner o röportajında 'bu çağrı Demirtaş iradesiyle değil Kandil’in talimatıyla gerçekleşmiştir.' dedi. Mehmet Metiner bir iddiadan bahsetmiyor, tahminen söylemiyor. 'Demirtaş’a bu talimat iletildi' diyor. Metiner'in tanık olarak dinlenmesi gerek. Bu Ahmet Altun’a fikir veriyor. 'Biz bu davayı nasıl örgüt üyeliği kapsamına alırız' diye düşünüyor. Aklına gelmiyor. Çünkü Mehmet Metiner kadar kumpas konusunda zeki değilsiniz” diye konuştu. İtirafçıların bile “Kandil’den talimat geldiğine” ilişkin kesin bir dil kullanmadığını ama bunun Metiner tarafından kullanıldığını dile getirdi. “Hiçbir itirafçı ve tanık 'gözlerimle gördüm talimatın Kandil'den geldiğini' diye söyleyemiyor ama Metiner söylüyor. 'Talimat geldi' diyor. Bu dosyanın en önemli tanığı Mehmet Metiner’dir. Buraya gelmeli ve kendisini bu konuda sorgulamalıyız. Çünkü talimatın Kandil’den geldiğini ilk söyleyen Mehmet Metiner’dir. Mehmet Metiner bu iftirayı atabildi, 'yahu Demirtaş’ın böyle bir çağrısı yoktur' diyemedi. ''(Metiner’in ilgili röportajından alıntılara devam ediyor.)'' Demirtaş 'Türk ve Kürt gençlerini Kobanî’de savaşmaya çağırdı' diyor. Evet bunu yaptım, bu çağrıyı yaptım. Ama Metiner de 'pasaporta gerek yok, Kobanî oradadır gidip savaşsınlar' diyerek bu çağrıya destek veriyor. 9 Ekim’de Öcalan’dan gelen 'eylemleri durdurun' çağrısını yaptıktan sonra bunlar harekete geçiyor ve aile aile gezip insanlardan demeç alıyorlar, 'oğlumuzun katili Demirtaş'tır' diye. O güne kadar bize yönelik böyle bir itham ve suçlama yok. Demirtaş, Türk islamcılarının ve milliyetçilerinin çakma olduklarının altını tekrar çizerek, “Küçük bir ihale için her türlü hileyi yolsuzluğu yaparlar. Türkiye’deki milliyetçilerin veya siyasi islamcıların yaptıkları sonucu Türkiye’nin içine girdiği durum budur. Türkiye’nin bugün bu durumda olmasının sebebi cumhuriyetin kuruluşunda yapılan hatalardır ve ikincisi de bu çakma islamcı ve milliyetçilerin yaptıklarıdır. Biz bugün niye burdayız? Bu siyasal İslamcıların attığı iftiralardan dolayı. Biz Netanyahu'nun iftiraları sonucu burada değiliz. Dönüp Netenyahu’ya, “yalan atıyorsun, katliam yapıyorsun” diyorlar ama aynısını bize karşı uyguluyorlar” dedi. Ardından Yeni Şafak ve yandaş medyadan alıntılara devam eden Demirtaş devamla şunları söyledi: “Adnan Menderes ve arkadaşları iftiraya uğramış, başlarına gelmeyen kalmamış. Siyasal İslamcılar bunca yıl sonra iktidara geldikten sonra birden bire bir tehdit ortaya çıkmış. Kürtler. Kürtlerin, iktidarlarını alaşağı indirme ihtimali var. Onun da temsilcisi Demirtaş. Bunlar dün yiyecek bulamazken şimdi hepsi lüks içindeler. Bunu kaybetmemeleri gerekiyor. O yüzden bize saldırıyorlar. ‘Katil Demirtaş’ diye manşet atıyorlar, delil var mı? Hayır, aksine şiddeti durdurmaya çalıştık. Davutoğlu bunların sorumlusudur. “Vurun kırın diyen Demirtaş değil mi?” diyor. Gazeteci de demiyor, “Hayır efendim böyle bir çağrısı yok Demirtaş’ın.” Bunlar müslüman ve iftira atıyorlar. İktidarları uğruna her türlü günahı işlemekten geri durmuyorlar. Bülent Arınç bu açıklamaları yaptı. Cuma İçten. Şimdi sorsanız o dönem bizi hedef gösterdiği açıklamalarını “bunlar benim cahiliye dönemi açıklamalarımdır diyecek” şeklinde konuştu. İnsanların nasıl öldürüldüğünün hiçbir şekilde araştırılmadığını çünkü yaşananların HDP ve kendilerinin üzerine yıkılmaya çalışıldığını söyleyen Demirtaş, “Biz neyin tehdidiyi? Onların hırsızlığının, yolsuzluğunun rant düzenlerinin tehdidiyiz. Elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar o yüzden bize saldırıyorlar” dedi. Kobanî olaylarının yaşandığı Ekim ayında AKP yandaşı medyada bir haftada kendisini ve HDP’yi hedef alan onlarca manşet onlarca köşe yazı yazıldığının altını çizen Demirtaş, “O bir hafta önemliydi. Bu yaşananların sorumluluğunu kime yıkacaklardı. İktidarda biz olsaydık sorumlusu biz olurduk. Neden can kayıpları yaşandı neden olaylar yaşandı? Bunların sorumluluğunu üstlenebilirdik. Ama iktidarın sorumluluğunu örtmek için olayları bizim üzerimize yıkmaya çalıştılar. Allah billah aşkına CNN Türk’ü açın bakın tartışanlar, telefonlara gelen mesajlarla anında konu değiştiriyorlar, başka tartışmalar yürütüyorlar. Hiç utanmıyorlar. Bunlar, araştırmaya dayanarak haber ve yazı yazmış gazeteciler değil ki! Bunlar, gazeteci kılıklı tetikçilerdir. Burada rehin tutulmamızda hepsinin sorumluluğu var” dedi. Demirtaş, “O süre zarfında bunlar bize bu iftiraları atarlarken biz bunları sadece okumuyorduk, aynı zamanda bunların çoğunu tekzip ediyorduk. Birçoğu tekzibimizi yayınlamamıştı ama Hilal Kaplan tekzibimizi yayınlamıştı” diyerek ilgili tekzibi okudu. Demirtaş şöyle devam etti: “Sadece bir haftalık algı oyunları nedeniyle bugün, vurun kırın yakın yıkın çağrısı yapan Demirtaş, bir haftada kamuoyunun hafızasında yer edinmiş oldu. Sonra durdu, ondan sonra bunları bulamazsınız. Ondan sonra doğru dürüst ve sistematik bir algı operasyonu bulamazsınız. Ne zamana kadar? Biz 7 Haziran’da seçimlere parti olarak girme kararı alıncaya kadar. Durdular o zaman, Kobanî olayları yaşanmamış, Demirtaş katil değil! Niye parti olarak seçimlere girmemizi istemiyorlardı? Erdoğan doğrudan bunu söylüyordu, ‘yahu ne gerek var parti olarak giriyorsunuz’ diyordu ve bunu aracılarla bize iletti. Ondan sonra tekrar benim katil olduğumu HDP’den çağrı yapıldığını hatırlattılar. O zaman böyle dandik dunduk köşe yazarları eliyle değil, doğrudan bu kampanyayı Erdoğan yürüttü. Koca koca manşetlerle benim ve eylemcilerin fotoğraflarını montajladılar. Cuma İçten silah tüccarıdır, şimdi DEVA’da mı nerede siyaset yapıyor. ‘Demirtaş sokağa çocuğuyla çıksın’ başlığı atıyordu. Cuma İçten’e buradan söylüyorum, çok merak ediyorsa 6 Ekim günü kızlarım sokaktaydı. Hiçbir yeri yakıp yıkmadılar, ama IŞİD vahşetini protesto ettiler. Aleyhime açıklama yapanlar HÜDA-PAR Başkanı Zekeriya Yapıcı ve Mehmet Emin Ekmen. Mehmet Emin Ekmen o dönem AKP milletvekiliydi.” Kendisini hedef alan pek çok manşeti tek tek gösteren ve “sizin iddianameniz boş, asıl iddianame o zaman gazetelerde, manşetlerde yazıldı” diyen Demirtaş şöyle devam etti: “Bunları bilmiyorsunuz bu algıya yabancısınız demiyorum. Aksine siz bu algının ortağısınız bu algıyı beslediniz. ‘Yemedi Demirtaş’ diye manşet atmışlar, yaptığımız şiddet karşıtı çağrıları böyle görmüşler. Bu ölümlere sebep olan polisler ve panzerleri kullananlar kimdi? Neden bunlar yargılanmıyorlar? Çünkü bunların hırsızlık çarkına taş koyan HDP’dir, biziz. O yüzden bizimle uğraşıyorsunuz. Bülent Arınç, ‘kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsızlaştırıyorsunuz’ diyor. O zaman Arınç, Apocuydu ona göre biz Öcalan’ı itibarsızlaştırıyorduk. Bir süre sonra basın üzerinden yürütülen bu algı operasyonları durdu. Sonra arkasından tekrar başladı. 7 yıldır buradayız, yaratılan bu algıyı yıkmak öyle kolay mı? Bir yandan devletin imkanlarını kullanıyorlar 600’den fazla yerel ve ulusal televizyon kanalları var iktidarın. Devlet kanalları hariç TRT’nin 40’tan fazla kanalı var. Trollerden bahsetmiyorum bile. Biraz önce öğrendim. Devlet Bahçeli, Anayasa Mahkemesi'ni fırçalamış, “Bay Zühtü senin kumandan kimin elinde?” diye. Ben de soruyorum hakikaten senin kumandan kimin elinde? 5 yıldır benim davama ilişkin karar vermiyorsunuz. 4,5 yıldır haksız tutukluluk başvurusunu bekletiyorsunuz. 3 ayda karara bağlanır, değil mi? Can Atalay’da gördük. Bahçeli’nin derdi bu mu, asıl mesele bu mu? AYM karar verebilirdi ama ertediler. Asıl mesele AİHM kararının uygulanmamasını AYM nasıl karara bağlamaz. Çünkü sizin kararınızı bekliyorlar. AYM’ye karar verme baskısı yapıyorlar size de davada bir an önce karar verin diye baskı yapıyorlar. AİHM’e giden Türk yargıç ki AKP’li vekilin kız kardeşidir, orada da bazı şeyleri engellemeye çalışıyorlar. Biliyoruz ki AİHM’de de AYM’de de frene basılmış. Nerede gaza basılmış? Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi'nde gaza basılmış. Biz savunma yapmadan karar verebilirsiniz çok umrumuzda da değil. Yaklaşık 8 yıldır bizi hedef alan kampanyanın sözcülüğünü doğrudan Erdoğan yapıyor. 22 Mart 2015’tir bu konuda yaptığı ilk açıklamanın tarihi. Bizden umudunu kesmiş, biz parti olarak seçime girme kararı vermişiz. Ukrayna dönüşü uçakta konuşmuş. 'Halkı sokağa dökenler bunlar değil midir' diyerek bu konuda ilk sözü söylüyor.” Demirtaş daha sonra Erdoğan’ın kendilerini hedef alan pek çok konuşmasını kayda geçmek üzere okudu. Demirtaş, Erdoğan’ın hayatını kaybedenlerin sayısını 40-50 kişi şeklinde açıkladığını hatırlatarak, “Hayatını kaybedenler ve sayısı umurlarında değil, emin de değil o yüzden 40-50 kişinin katili diyor” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın o dönem yaptığı konuşmalarda “siz dağa gidip gelirsiniz, dağla iyi anlaşırsınız” sözlerini hatırlatarak, “O dönem de parti olarak dağ ile AKP arasında mesaj götürüyorduk” diyen Demirtaş “İlk açıklamaları daha makul daha mahçup. Doğrudan bizi hedef almıyor. Ama Yasin Börü’nün annesinden alınan demeç Erdoğan’ın isteği ile alındı onun üzerine miting meydanında kullanıldı. Erdoğan’ın sözlerine dikkat sayın heyet, demiyor ki 'bunlar tahrik ettiler, halkı galayana getirdiler.' Ne diyor? 'Yasin Börü’yü 5’inci kattan attılar.' Delil yok, suçlanan yok ama bunları söylüyor. Erdoğan bir algı ustasıdır, Goebbels’e şapka çıkartacak bir algı ustasıdır. Saatlerce sürebilir ama davanın iddianamesi de suçlamalar da budur. Bu iddianameyi Erdoğan yazmıştır” dedi. “Seçimlere bir hafta var anketlerde HDP yüzde 13-14’lerde. AKP tek başına iktidarı kaybediyor ve Erdoğan bizi tehdit ediyor. Bizi destekleyen aydınları tehdit ediyor. Ona göre elime saz tutuşturulmuş ve parlatılıyorum. Seçime iki gün kala bana cici çocuk diyor onun cici çocuk dediği bu (bu arada SETA’nın kendisiyle ilgili hazırladığı raporu ve kapağındaki fotoğrafları göstererek)” diyen Demirtaş Erdoğan’ın konuşmalarında yaşamını yitirenlerin sayısına ilişkin çelişkilerine dikkat çekerek, “Bu adam müslüman, namaz kılıyor ama yalan söylüyor. Günde kırk tane yalan söylüyor. Ona göre Yani Börü 3’üncü kattan 4’üncü kattan, 5inci kattan atılmış. Olaylarda 30 kişi 40 kişi 50 kişi hayatını kaybetmiş. Bu insanlar umrunda değil kimse de sorgulamıyor. 5 Haziran’da IŞİD katilleri tarafından mitingimiz de bomba patlattılar, o arada Erdoğan telefonla aradı, telefonuna çıkmadım. En çok ona koyan da budur. Söylemiş duydum ‘o kendini kim sanıyor da telefonlarıma cevap vermiyor’ demiş. 22 defa Davutoğlu aradı. Cevap vermek istemedim çünkü gözümün önünde insanlar hayatını kaybetti. 'Beni aramasınlar çıkıp halktan özür dilesinler' dedim. Diyarbakır tarihinin en kalabalık mitingini yaptık, o mitinge bombayla saldırdılar. Erdoğan ne diyor buna ilişkin, ‘dün Diyarbakır'da asla tasvip etmediğim bir olay oldu iki vatandaşımız hayatını kaybetti.' 5 kişi hayatını kaybetmiş 2 kişi diyor. Bir önceki gün Kobanî olaylarında benim 50 kişiyi öldürdüğümü söyleyen de budur. Bu adam ikiyüzlüdür. Bunlar siyasi islamcıdır. Alnı secdeye değiyor ama bütün bunları da yapıyor. Alnı secdeye değen, inanan bir insan neden bu yalanları atar, Allah'ı aldatmaya kalkar? Bir tek nedeni var; iktidara bulaşmak. Dün Hasan El Bena’yı okudum ya 'iktidara bulaştın mı inancını yitirirsin' diyordu. Şeyh uçmaz müritleri uçurur. Bunlar da böyle, etrafındaki şakşakçılar söylenen her yalanı alkışlıyor. Erdoğan 'elin Avrupalısı bütün dünya terörist diyor siz niye demiyorsunuz' diyor. Madem ölçü bu ise bütün dünya Hamas’a terörist diyor siz niye demiyorsunuz? Bunu ayrıca konuşuruz. Erdoğan, ‘kardeşi dağda yetişmiş’ diyor. Benim ağabeyim siyaset yapmak istedi, bunda ısrar etti ama buna izin vermediler. Hakkında o kadar çok dava açtılar ki 'seni burada yaşatmayacağız' dediler. Kürdistan Bölgesi'ne gitti Mahmur Kampı'nda insanlara okuma yazma eğitimleri vermeye başladı. Sonra IŞİD saldırıları olunca PKK’ye katıldı. Erdoğan diyor ki 'kardeşi dağda yetişmiş, kendisi fırsatı bulduğunda oraya kaçar.' Ne zaman fırsatı buldum? Çözüm sürecinde. Oraya gittiğimizde ağabeyimi gördüm 3 defa. Her döndüğümde birinde Beşir Atalay, birinde Sadullah Ergun 'abin nasıldı selam söyleyin' dediler. Ağabeyim Nurettin Demirtaş’a büyük saygı duyduklarını biliyorum. Haklılar da.” Erdoğan’ın kendilerini hedef alan açıklamalarını tek tek hatırlatan Demirtaş, Erdoğan’ın o dönem yaptığı “dokunulmazlıklar kaldırılmalı” sözlerini hatırlatarak, “Kendisi yürütmenin başında nasıl oluyor da yasamaya müdahale ediyor” diye tepki gösterdi. Demirtaş, Erdoğan’ın açıklamalarından sonra kendisiyle ilgili fezlekelerde büyük artış yaşandığını gösteren görselleri mahkeme heyetine gösterdi. Demirtaş, “Verdiği talimat savcılara da verdiği talimat olduğunda savcılar da bu konuda hevesli oldukları için yaptığımız açıklamaları anında fezlekeye dönüştürdüler. Bu talimattan sonra bazı konuşmalarıma 5 yıl sonra soruşturmalar açıldı. Bu konuda Erdoğan’ın verdiği en güçlü mesaj 2 Ocak 2016 tarihli açıklamasıdır. Orada da 'aman aman parti kapatma olmasın diyor' hatırlatmasında bulundu. Erdoğan’ın 28 Mayıs 2016 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada Yasin Börü üzerinden kendilerini hedef aldığını vurgulayan Demirtaş, 'İntikamı alınacaktır' diyor. Bunu söyleyen bu ülkenin Cumhurbaşkanıdır. Tekrar hatırlatıyorum. Bunlar siyasal islamcıdır alnı secdeye değiyor. Bu ülkedeki siyasal islamcılar yalancıdır, kumpasçıdır, iftiracıdır. 15 Temmuz sonrasında Bahçeli ile güç birliği yaparak bu kumpas için adım atmaya başladılar” diye konuştu. Erdoğan’ın “7 Haziran’da 80 milletvekili aldılar, hadi otur işine bak dedik, 80 milletvekili aldıklarının ertesi günü halkı sokağa döktüler. Bunlar böyledir” şeklindeki sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Bunu söyleyen alnı secdeye değen adamdır. 6 Ekim ne zaman 2014, 80 milletvekili çıkardığımız zaman ne zaman 7 Haziran 2015. Böyle çarpıtıyorlar. Bana bu cümlede tek bir doğru kelime gösterin. Dün boşuna konuşmadım, siyasal islamcılar yalancıdır, iftiracıdır, talancıdır. Bugün arkadaşlarım söyledi sosyal medyada Ermeniler gibi Kürtlerin de tehcir zamanının geldiğini yazıyormuş. Bunlar da siyasal İslamcı. Bu adama kim kafa tutabilir bizim dışımızda? Bir biz kafa tutuyoruz o yüzden HDP üzerinde bu baskı var. Yalanlarını soygunlarını talanlarını teşhir ettiğimiz için, bu ülkenin çocuklarını ölümü sürükleyip kanı üzerinde kurdukları iktidarı teşhir ettiğimiz için buradayız. Erdoğan kafası karışık, bu gerçekleri bilmeyen biri değil. Ama bilerek bu kronolojik hataları yapıyor, bütün söylemini 7 Haziran üzerine kuruyor. '7 Haziran’da başarı sağladılar sonra halkı sokağa çağırdılar' diyor. Buna göre 8 Haziran’da insanların sokağa çıkmış olması gerekiyor. Oysa 6 Ekim 7 Haziran’dan çok önce. Niye bu yalanı atıyor çünkü Allah’ı aldattığını sanıyor. O yüzden halkın çoğu bu yalanlara inanıyor. 'Bu adam namaz kılıyor yalan söyler mi, söylüyorsa doğrudur' diye düşünüyor. Ama kimsenin aklına bunların yalancı ve fırıldak olduğu gelmiyor” şeklinde konuştu. Demirtaş, “2014 yılından itibaren başladım anlatmaya bu algı operasyonu nasıl başladığını, 2018 yılında nereye geldi. Erdoğan 'parlamento idam kararını bana gönderirse onaylarım' diyor. Ben tutukluyum, Cumhurbaşkanı adayıyım daha yargılamam başlamamış doğru düzgün ama bunu yapıyor. Bunu kim yapıyor? Kendisini müslüman olarak pazarlayan zat yapıyor bunu. Neden? İktidarlarını kaybetmemek için. Bu kadar öfkeliler. Bugün utanmıyor olabilirler ama bunlar yarın öbür gün kitaplaşacak. Hitler'i nasıl okuyoruz kitaplardan bugün yaşananları da yarın herkes okuyacak. Biz hiç kimseyi meydanlarda böyle tahrik etmedik. Bizim bütün konuşmalarımız barışa dairdir, çözüme dairdir. Bu adam provokatörlüğün daniskasıydı. Bunu bir ateist yapmaz, bir başkası yapmaz ama Allah'ı kandırdığını sanan bir siyasal İslamcı çok kolay yapar. Bana daha sonra 'terörist başı' diyor. Hakkımda yargı kararı yok. Bu koşullarda yargı kararının bir karşılığı yok çünkü yargının içinde 5 bin terörist çıkmış. Ölürüz kalırız söylemiş olayım. Ben hakkımı ona helal etmiyorum. Bundan korkması lazım inanıyorsa. Recep Tayyip Erdoğan sen bizi suçsuz sebepsiz yere rehin aldın, gerçek katillerin peşine düşmedin. Bu dünyada da öbür dünyada da iki elimiz yakandadır senin. Yalancısın, iftiracısın, kumpascısın. Cumhurbaşkanı değil dünyanın başkanı da olsan bu gerçeği değiştiremeyeceksin. Öfken dinmiyor, için soğumuyor çünkü senin karşında boyun eğmedik ah vah etmedik. Karşısında ağlasaydık, biat etseydik bizi 3 ayda serbest bırakırdı. Ama ruhumuz özgür, sığmıyor 4 duvar arasına o yüzden Erdoğan’ın içi soğumuyor” şeklinde konuştu. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde kendisini hedef alan sözlerini ve “YSK ile konuştum bunların mağduriyet devşirmelerine izin vermeyin gidip kaydını çekip yayınlayım dedim” sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Hadi geçtim müslümanlığını bu sözlerde kaç tane yalan var, kaç tane görev suçu var? 7 Haziran’dan sonra insanları sokağa dökmüşüz, yalan! 53 kürt kardeşini öldürmüşüz, yalan! Yasin Börü'yü öldürmüşüz, yalan! Üstünden araba ile geçmişiz, yalan! YSK’ya talimat vermek görev suçu değil mi? Bu sırada ben 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanıyordum. Murat Bey vardı konuşa konuşa akraba olduk topu size attı ve kurtulduğu gün kurban kesecekti. İnsanın düşmanı rakibi mert olsun. Bunlardan tek bir mertlik görmedik. 7 yıldır içerideyiz hala bizden korkuyorlar. İddia ediyorum, Hüseyin Alptekin’e bu raporu tekrar hazırlatsınlar objektif bir şekilde yazarsa diyecek ki 'Demirtaş 1’di şimdi 3. O gün HDP 1’di şimdi 7' diyecek. O yüzden bu davayı bitiremiyorsunuz. Şimdi niye 'Yasin Börü, HDP ve Demirtaş katil' söylemleri yok? İstanbul seçimlerinde HDP’den beklentisi var. Ola ki aday çıkarmaya karar verdi arkadaşlarımız ve bu da onun işine yaradı göreceksiniz hiç söz etmeyecek bizden. Çünkü Türkiye’deki siyasal İslamcılar çıkarları için her türlü hileyi hurdayı yaparlar. Müslümanlar demiyorum siyasal İslamcılar. Bunların en ağababaları cemaatçilerin neler yaptıklarını gördük, halkın başına neler getirdiklerini gördük. Bazen diyorum ki çıkıp karşısına utanmıyor musun yalan söylemeye, ben ne zaman adam öldürdüm diyeceğim” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-biz-siddet-dursun-diye-ugrasirken-yandas-medya-bizi-sorumlu-gosteriyordu/17567/ | başlık = Demirtaş: Biz şiddet dursun diye uğraşırken yandaş medya bizi sorumlu gösteriyordu | yayıncı = HDP | tarih = 26 Aralık 2023 | erişimtarihi = 2 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==27 Aralık== Beyanlarına 3’üncü günde devam eden Demirtaş, davanın algı yaratmaya yönelik iktidar yetkililerinin açıklamalarını ve yandaş basının haberlerini hatırlattı. Erdoğan’ın konuya ilişkin en ilginç açıklaması olduğunu belirterek, “Sayın Demirtaş siyasetin acemisidir, nereden nereye geldiğini merak ediyorsa anket yaptırsın. İşi elinde silah olanlara bırakmasın” sözlerini hatırlatan Demirtaş, “Beni terörist ilan eden Erdoğan bu kez anket yapmamızı istiyor” dedi. Erdoğan’ın “AİHM’in kararları bizi bağlamaz, biz karşı hamlemizi yaparız işi bitiririz” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Bu açıklamalar yapılırken duruşmam devam ediyordu. Halen bu açıklamaların etkilerini yaşıyoruz. AİHM kararı bizi bağlamaz diyor. Biz dediği kimdir? Devlettir, devleti bağlamaz diyor. Mesela “Erdoğan olarak beni bağlamaz” dese anlarız. Erdoğan’ı bağlayan bir karar değil. Erdoğan burada kendisini yargı yerine koyarak AİHM’in kararı bizi bağlamaz dedi. O günden beri AİHM kararları yargıyı bağlamaz hale geldi, bugün AYM kararlarının gereği yapılmıyor aksine AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulduğu bir döneme geldik. Nereden başladı bu cesaret? Tam da bu açıklama ile başladı. Siz hukuk fakültesi mezunusunuz AİHM kararlarının özellikle yargıyı bağladığını tartışmamıza gerek yok. Erdoğan tek başına bir anayasa hükmünün bağlayıcı olup olmadığına karar verdi ve gereği yerine getirildi” dedi. Hükümetleri yasadışı örgütlerden suç örgütlerinden ayıran şey yasayla bağlı olmasıdır” diyen Demirtaş, “İster suç olsun ister savaş olsun bütün bu mücadelesinde anayasa ve yasa hükmüyle bağlıdır. Eğer yargı erki anayasayı tanımadan ben bu mücadeleyi yürütürüm diyorsa orada devlet yoktur, suç örgütleriyle ve yasadışı örgütlerle aynı duruma gelmiş demektir. Anayasa yasa tanımıyor. ‘Biz terörle mücadele ediyoruz anayasa ve yasa askıya alınabilir bizler bunu yargı mensupları olarak yaparız bunlar devletin bekası için yapılması gereken vatanseverlik görevidir! Burada anayasanın çiğnenmiş olması önemli değil asıl olan vatandır gerisi teferruattır.’ Anlayış budur. İki gündür anlattığım anlayış böyle düşündüğü için 100 yıldır hiç bir sorun çözülmemiştir. Zulüm yapılarak katliam yapılarak suçların üstü örtülerek suçsuzlar cezalandırılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti Kurtuluş Savaşından daha ağır bedeller ödeyen bir noktaya gelmiştir. Bu anlayış Türkiye’yi kuruluşundan daha beter duruma getirmiştir. Bugün ekonomisi tarımı daha kötü durumdadır. Akademik açıdan insan hakları açısından daha kötü durumdadır. Savaş politikalarındaki yıkım açısından daha kötü durumdadır. Kurtuluş savaşında bile bu kadar can kaybı ağır kayıp yoktur” dedi. İlker Başbuğ’un “6 kez PKK’yi yendik ama askeri olarak sorunu çözemedik” sözlerini hatırlatan Demirtaş şöyle devam etti: Peki sorun çözüldü mü, bize ağır cezalar veriyorsun mesele bitiyor mu? Hayır. Ben genç bir milletvekili iken Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak, DEP Milletvekillerinin AİHM’in kararı nedeniyle yeniden yargılamaları başlamıştı. Onlar tutuklandığında öğrenciydim yeniden yargılandıklarında cübbe giydim avukat olarak davalarına girdim. Delilsiz yargılandılar hukuksuz cezalandırıldılar. O gün o davada avukatlık yapan Demirtaş yıllar sonra o partinin geleneğinin devamı olan partide eş başkan oldu milletvekili oldu ve 7 yıldır tutuklu. Bizler başka bir perspektifle Türkiye’nin sorunlarının çözümü için omuzlarımıza yük aldık aynı akıbetini bizler yaşadık. DEP’lileri yargılayanlar, mahkeme başkanı, Nuh Mete Yüksel çok kararlıydılar ‘bu işi bitireceğiz’ diyorlardı. Aradan onca yıl geçmiş aynı şeyi yaşıyoruz. Bizler dilimizden kültürümüzden vazgeçemeyiz vazgeçmesi gereken bu hataları yapanlardır. Düşünün bütün bu yarattıkları bu ülkeye zarar vermiyor mu? Silah var diyorlar biz de onu bıraktırmaya çalışıyoruz. Yıllarca İmralı’ya gittik, Kandil’e gittik. Erdoğan’ın Öcalan’ın çağrısı önemlidir sözleri manşet oldu. Tarih 11 Mart 2015. Çünkü görüşmelerimiz devam etti mesele silahlı çatışmaların dışına çıksın diye uğraştığımız bir dönem. Ne yaptılar, HDP Haziran’daki seçimlerde AKP’yi tek başına iktidar olmaktan çıkarınca işin rengi değişti. Çözüm süreci Kürtlere yarıyor diye yeniden silaha sarıldılar. O yüzden AİHM kararının sizler tarafından Erdoğan talimatı sonrasında uygulanmaması devlet sistemini tümden çökertmiştir. Erdoğan’ın kendilerini hedef alan açıklamalarını tekraren hatırlatan Demirtaş, “Her konuşmasından sonra oy çağrısı yapıyor. Oy uğruna bizleri içeride tutuyor. Açık söylüyorum; yalancı, iftiracı! Bizim bunları söylemediğimizi bilmiyor mu? Biliyor. Çözüm süreci başlamıştı. Öcalan’ın iki mektubu Erdoğan’ın elindeydi. Bunu Sadullah Ergin bize söyledi. “Bu defa iş ciddi Cumhurbaşkanı bu işi ciddiye alıyor, Öcalan kararlı gözüküyor iki ayrı mektup yazmış. Fakat o dönem bir sorun vardı, açlık grevleri başlamış 65’inci günlerine gelmiş. Biri yaşamını yitirirse süreç sıkıntıya girer o yüzden bu açlık grevlerinin bitmesi için sizden beklentimiz var. Lütfen bitirsinler açlık grevlerini ki süreç devam etsin.” Bu iktidarın bizden ricasıydı. O dönem yöneticilerimiz de açlık grevindeydi. Adalet Bakanı’nın kendisi Sincan Cezaevindeki arkadaşları ziyaret etti. Biz de Diyarbakır’da arkadaşlarımızı ziyaret ettik durumu anlattık. Onların da cevabı şu oldu. “Biz süreçten memnuniyet duyarız, barış olursa zaten biz bırakırız. Eğer Öcalan ile görüşme varsa adalet bakanının somut bir şey söylemesi lazım. Bunlar olursa açlık grevini bırakırız süreci tıkamak için değil çözümün önünü açmak için açlık grevi yapıyoruz.” Bunu Sincan’daki kadınlar da bizzat Sadullah Ergin’e söyledi. Ondan sonra bir kaç yerde büyük miting yapma kararı aldık. O mitinglerde de açlık grevinin bitirilmesinin çağrısını yapacağız sürecin sorumluluğunu biz alıyoruz diyeceğiz. Bunun sosyopsikolojik zeminini oluşturmaya çalışıyoruz. Bu çerçevede çok görkemli mitingler yaptık. Bunlardan birini de Kızıltepe’de yaptık. O zaman yöneticilerimiz geldi dediler ki Öcalan’ın posteri var diye gençlere işkence yapıldı gözaltına alındı. Sebebi de Öcalan’ın posteri. O sırada Hükümet Öcalan ile görüşme hazırlığı yapıyor biz açlık grevini bitirmek için yollara düşmüşüz. Biz de süreç aksamasın, kesintiye uğramasın diye uğraşıyoruz. Polis ise Öcalan posteri var diye on binlerce Kızıltepelinin buluştuğu mitingde gençlere işkence yapıyor. Neden? O dönem Fethullahçıların da bundan haberi var. Bu işkence haberleri basına düştü. Bu şu demekti “ey Kürtler devletin Öcalan’a yaklaşımı budur.” Yaklaşım bu. Ben de orada daha “Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz” dedim. Bunu Fethullahçı polislere dönerek söyledim. Kasıt barışı sağlayanın heykelini dikmektir. Bu açıklamanın tarihi 2012. Aradan 7 yıl geçiyor, Erdoğan seçim kazanmak bizi tutuklatmak için bunu kullanıyor. Öcalan’ın iki mektubu senin elinde değil miydi? Bunlara nasıl güvenilir. Figen Hanım’ın “sırtımızı YPG’ye dayadık” sözünü de kullandılar. Figen Hanım “sırtımızı IŞİD’e dayadık” sözlerine karşı söylüyor. IŞİD barbarlığını açıkça savunan köşe yazıları oldu. Mehmet Barlas’ın oğlu Cemil Barlas mıydı, Kobanî’de “IŞİDçiyim” diye twit atıyordu. Biz Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz derken ne oldu? Savcılar dava mı açtı, yandaş medya beni linç mi etti? Hayır! Aksine normal karşılandı aksine kendileri zaten Başkan Apo’nun heykelini diktiler. “Öcalan şanstır” diye manşet atıyorlardı. Ama buna rağmen hala bize karşı kullanıyorlar bunu. O zaman kendileri Öcalan’dan bize not getiriyorlardı. Bizi acilen cezaevlerine götürdüler gece yarısı hücrelere girdik arkadaşlar şaşırdı. Karşımızda kim vardı Tayip Temel, açlık grevinin 68’inci günündeydi. Dedik ki Öcalan’dan not var. Tayip Temel o zaman açlık grevlerinin anlamını anlattı. Öylesine etkileyici bir konuşma yaptı ki dinleyenlerin gözleri yaşardı. Cezaevi Müdürü neredeyse ağlayacaktı. “Barış olsun diye biz canlarımızı ortaya koyduk” dediler. Ondan sonra açlık grevleri bitti ve çözüm süreci başladı. Bunları bilmiyor mu Tayyip Erdoğan, Sadullah Ergin şimdi vekil değil ama bilmiyor mu, Hakan Fidan şimdi Dışişleri Bakanı bilmiyor mu bunları? Barış için uğraşıyorduk. Niye yaptılar bunu? İktidarlarının sürmesi için kan lazımdı bunu yaptılar.” Demirtaş Erdoğan’ın meydanlarda kullandığı İmralı ve Kandil fotoğraflarını anlattı: Cezaevine biz mi fotoğraf makinası koyduk? Erdoğan’ın “Bunlar Kürdistan diyor benim ülkemde Kürdistan diye bir yer yok bunlar bölücü” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Yeri geldiğinde arşivlere bakın orada Kürdistan Lazistan göreceksiniz. Böyle ilkesizdir” dedi. Erdoğan’ın “Delil olmazsa ben bunlara terörist der miyim” sözlerini de alıntılayan Demirtaş, “Siz niye yargılama yapıyorsunuz size ne gerek var. Adam hükmü vermiş. Benim fotoğraflarımı kullanıyor. İmralı ve Kandil’deki fotoğraflar nasıl çekildi? Cezaevine gizli makina mı soktuk, kim çekti fotoğrafları? Cezaevi müdürü fotoğraf makinasını kendisi getirmedi mi sizin talimatınızla? Fotoğrafçı da değil bizzat cezaevi müdürünün kendisi fotoğrafları çekmedi mi, tek tek bunlar olmuş mu diye bize göstermedi mi? Sonra o fotoğrafları size getiren müdür değil miydi, onları bize teslim eden Sadullah Ergin değil miydi? Kandil fotoları nasıl çekildi? Sorun çözülüyor, bunun alt yapısını oluşturmak için olur bunu sizinle tartışmadık mı? KCK yöneticilerinin silahsızlanmaya hazırız mektubunu getirdiğimizde bunlar önemli değil miydi? Çık bunları inkar et. Biz dönüşte çok yorgunduk, bir gece orada dinlensen diye düşündük. İmralı Ankara Kandil yüzbinlerce KM yol yaptık. Bunun için danışmandan da faydalanamıyoruz. Fakat Sadullah Ergin aradı o mektup çok önemli bir an önce getirmeniz gerekir. Beyefendi de dahil herkes çok heyecanlı. Sınırda kimliklerimize bile bakmadılar “silah bırakılacak mı” diye sordular biz evet dediğimizde neredeyse sınırdaki polisler halay çekecekti. Yıllar sonra Kandil’deki fotoğraflar vs diye bunu kullanıyor. Yıllardır yargılanıyoruz ‘yahu bari bundan yargılamayın bilgim var haberim var’ demiyor. Aksine sizi yönlendirmek için bu yalan ve iftiraları atıyor. Bütün bunların üzerinden ikiyüzlülüğün kitabı yazılır. 3 gün önce terör örgütü lideri dediğinden Tunceli'deki akademisyen aracılığıyla mektup getirtiyor. O mektubu avukatlara iletmeden istedikleri gibi yorumluyor. O mektup seçimlerle ve sandıkla ilgili bir mektup değil. Çağrı yapmıyor. Kendisini tanıyorum, Öcalan barış için iğne ile kuyu kazan biridir. Öcalan’ın mektubunu kim tercüme ediyor? Erdoğan tercüme ediyor. Tarafsız kalın diye mektup geldiğini söylüyor. O günden beri Öcalan-Demirtaş çatışması diye yandaş basında çarşaf çarşaf yazıyorlar. Maden bunları söylüyorsunuz neden Öcalan tecritte? Öcalan sıradan biri değil o yüzden ada cezaevine kapatmışsınız, İnfaz hukuku, görüş hukuku bunların hiçbiri Öcalan’a karşı uygulanmıyor. Madem bu kadar kıymetli sizin için niye gereğini yapmıyorsunuz? Abdullah Öcalan sıradan biri değildir, bunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de biliyor. O zaman sıradan yaklaşılmasın, halkımıza da partimize de sıradan yaklaşılmasın. Öcalan siyasi bir aktördür, CMK’ya vs göre hakları savunulmaz siyasi bir kişiliktir ve hakları da siyaseten savunulmalıdır. Bakın 12 gencin cenazesi geldi eminim ki ‘bunu engellemek için niye önümü açmıyorlar’ diye saçını başını yoluyordur. Niye izin vermiyorlar buna, çünkü ölümlerin bitmesini istemiyorlar. Ben de dahil hepimiz görüşmeye (Öcalan’la) talibiz. Buradan SEGBİS’le görüşmek dahil görüşmek istiyoruz. Milletvekillerimizin tamamı görüşme için başvurdu izin verin. Barış fekadarlık ister, yürek ister. Bu ülkenin İçişleri Bakanı twitterdan “kardeşini sarı torbaya koyup getireceğim Demirtaş” dedi. Buna rağmen barış diyorum silahla olmaz diyorum. Normalde çıldırmamız lazım ama sağduyumuzu koruyorsak aldığımız siyasi terbiyeden dolayıdır. Demirtaş, hakkında çıkan tahliye kararına karşı “Erdoğan size diyor 'ben inanıyorum ki bizim yargımız Selahattin Demirtaş’a böyle bir hakkı varsa sözde bir hakkı, onu da bizim yargımız koruyacak değil' diyor. Bununla talimat veriyor. Bunların mülkiyet hakkı yok ki demiş. Yanlış mı alınmış bilmiyorum. Bizim mülkiyet hakkımız da mı yokmuş? Adil yargılanma hakkımız yok, siyaset yapma hakkımız yok, konuşma hakkımız yok, mülkiyet hakkımız da yokmuş!” dedi. Demirtaş, “Hakkımızda sizin kafanızda en az örgüt üyeliği var. Bu kararı ne zaman verdiniz? Biz daha savunmamızı yapmadık, ben yeni yapıyorum, Gülten Başkan yapmadı bazı arkadaşlar yapmadı, sorgumuzu yapmadınız. Söz hakkımızı engellediniz. Peki ne zaman bu kararı verdiniz? İşte bu anlattığım Erdoğan’ın talimatlarıyla bu kararı verdiniz” dedi. Erdoğan’ın 6 yıl boyunca Kobanî olaylarına ilişkin ilk kez 23 Aralık 2020 tarihinde “Terör örgütünün emriyle onlarca kişinin ölümüne neden olan kişi” diyerek kendisini hedef aldığını belirterek, “6 yıl boyunca 'Demirtaş talimatıyla' diyor. İlk kez 'Kandil’in talimatıyla' diyor. Biz henüz bilmiyoruz, dosya gizli ama beyefendi biliyor. Çalışılmış dosyada ona brifing verilmiş ve diyor ki “örgütün emriyle onlarca kişinin öldüğü”. Kimin kumpas kurduğunu şimdi anlıyor muyuz? Kimin bilgisi dahilinde itirafçıların konuşturulduğunu anlıyor muyuz?” diye tepki gösterdi. Demirtaş, Erdoğan’ın bir konuşmasında “Seçimlerde seni başkan yaptırmayacağız diye ortalığı inletenlerin Yasin Börü’nün hesabını verdiğini gördünüz mü…” sözlerini de alıntılayarak, “Freudcu bakış açısıyla söyleyelim burada zihninin altındaki öfkeyi dışa vuruyor. Ortalığı inlettiğimizi kabul ediyor. Doğru ortalığı inlettiğimizi hatırlıyorum doğru. Seni başkan yaptırmadığımızı da biliyorum. Hani bir mesel vardır ya, babası oğluna der ki sen adam olamazsın oğlum der. Oğlu çalışır, okur atıyorum kaymakam olur sonra babasını ayağına çağırır baba bak ben kaymakam oldum der. Babası da oğluna der ki oğlum ben kaymakam olamazsın demedim adam olamazsın dedim. Ben de söyleyeyim, biz de sana başkan olamazsın dedik. Onun dışında maşallah her şey oldun, tek adam oldun, devleti ele geçirdim ama hâlâ başkan olabilmiş değilsin. Erdoğan’ın bir grup toplantısında “Edirne’deki en büyük hesabı İmralı’dakine hesap verecek, onların da kendi içlerinde bir hesaplaşmaları var bu hesaplaşmayı kendi içlerinde yapacaklar” sözlerini de hatırlatan Demirtaş, “Defalarca çağrı yaptım. İmralı’da Öcalan ile görüştürün beni. Bildiğim ne varsa anlatayım. Hatta sen de gel ülkenin cumhurbaşkanı olarak sen de gel. Buyurun Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Öcalan ben. 3’ümüz bir araya gelelim, kim kime hesap veriyor konuşalım. Çağrı yaptım, iki yıl geçti bu çağrımın üzerinden. Halen bekliyorum. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı bunu yaptı. Seçim kazanabilmek için cumhurbaşkanı bu cümleyi de kurdu. Ben hala bekliyorum. Çözüm sürecinde kim neyi bitirdi, akan kandan kim sorumlu hep birlikte tartışalım. Buyurun ben hazırım. Öcalan ile görüşmeyi başlatın, hesap soracaksa da benden de halktan da siyasetçiden de senden de, kim kimden hesap soracak tartışalım. Gerçekleri İmralı’da tartışalım istersen. Ben hazırım bakalım kim suçlu kim güçlü. Yalanlarınızı iftiralarınızı hep birlikte İmralı’da tartışalım” diye konuştu. Erdoğan’ın yargıya talimatlarına da “Bir ülkenin cumhurbaşkanı 7 yıl boyunca neden hergün bunları konuşur. Size güvenmiyor mu siz güven vermiyor musunuz” sözleriyle tepki gösteren Demirtaş “Lütfen susturun kendisini deyin ki "biz gereğini yapacağız, talimatı aldık başgöz üstüne zaten gereğini yapıyoruz, 7 yıldır suçsuz yere tutuyoruz" deyin” dedi. Erdoğan’ın 2022 açıklamasında “bunlar 50 küsur yurttaşımızı katletmedi mi” sözlerine de tepki gösteren Demirtaş, “Bunlar sözde Yaradan'ı yaradılandan ötürü seviyor. Hangileri, küsurları da mı? 50 küsur… İnsan canından bahsediyor. Onları biz öldürmüşüz o da buna üzülüyor!" ifadeleriyle tepki gösterdi. Erdoğan’ın kendisini hedef alarak “Bunlar Kürt değil, bunların Kürtlükle derdi yok şimdi Eş Genel Başkanı var bunun Kürtlükle alakası var mı” sözlerine de Demirtaş, “Bunu yorumlamaya gerek bile yok, ırkçı kafatasçı!” dedi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-ocalan-ile-segbisle-gorusmek-istiyoruz-ocalana-siradan-yaklasmayin/17568// | başlık = Demirtaş: Öcalan ile SEGBİS’le görüşmek istiyoruz, Öcalan’a sıradan yaklaşmayın | yayıncı = HDP | tarih = 27 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} Erdoğan’ın konuşmalarında Kobanî eylemlerinde hayatını kaybedenlerin sayısını 30, 40, 50, 51 ve 53 kişi olarak verdiğini ancak sadece Yasin Börü ismini kullandığını belirten Demirtaş, “Derdi Yasin Börü mü, hayır sadece oy istiyor. Başka isim bilmiyor. Onun için önemli değil. Zaten verdiği bilgiler yalan yanlış. U da umurunda değil” dedi. Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun “Ben gelince Demirtaş’ı bırakacağım” şeklindeki sözlerinin hukuk devletine uygun olmadığını söylemesine tepki gösteren Demirtaş, “Serbest bırakacağım sözü hukuk devletine uygun değilmiş ama kendisinin ‘Selo’yu asla bırakmayacağım’ demesi hukuka uygunmuş!” dedi. Erdoğan’ın, “Selo Kürt değil Zaza, Zaza!” sözlerini de anımsatan Demirtaş, “Kurmanc olsaydım herhalde beni bırakacaktı. Ama burada Kurmanc arkadaşlarımı da tutuyorlar. Bari Kurmancları bırakın, biz Zazalar kalırız. Suçum Zaza olmakmış! Tarihler ve rakamlar değişiyor ama yalanlar değişmiyor. Bir başka iftar programında orucunu açmış, namazını kılmış, iftar sonrasında konuşuyor. ‘Gezi’de bunlar katliam yaptı. Selo’yu çıkaracağız diyorlar. Bu teröristi nasıl çıkarırsınız?’ diyor. Bakın hemen bağladığı yer seçim kampanyası” dedi. Yine Erdoğan’ın “AKP ve Erdoğan yönettiği müddetçe siz Selo’yu meloyu çıkaramazsınız” sözlerinin altını çizen Demirtaş, mahkeme heyetine dönerek, “Bu talimat size verilmiş. Selo’yu çıkaramazsınız. Bu konuşmaların tamamında Erdoğan elini kolunu bağladığı birine meydanlarda hakaret ediyor. Sadece yalan söylemiyor aynı zamanda hakaret ediyor. Kem sözlerinin tamamını sahibine iade ediyorum” diye konuştu. Erdoğan’ın sadece benim adımı anarak yaptığı konuşmalarının sadece bir kısmı. Sadece seçim meydanlarında, televizyonda yaptığı konuşmalar bunlar. Bu bir kısmı okumam bile bir günden uzun sürdü. Bunları kamuoyunun beynine çivi gibi çaktılar. Bir algı mekanizması var. Adalet Bakanlığı, İletişim Başkanlığı, medya ayağı bunların hepsi bu algı operasyonunu büyüterek, yargının her aşamasını etki altına alarak, doğrudan yargıçları talimatlandırarak ve diğerlerini de etkileyerek 8 yıldır böyle çalışıyorlar. Bütün bunlar bu yargılamanın siyasi bir yargılama olduğunu gösteriyor. Bunu sadece biz iddia etmiyoruz, bunu AİHM Büyük Daire kararı da söylüyor. Bütün bu konuşmalara dayanarak söylüyor bunu. Sanırım Büyük Dairenin kararı açıklanacak. AİHM’deki görüşmeler bitti. AYM’deki yargılama da bitti, kararın yazıldığını biliyoruz. Bahçeli’nin AYM’yi baskı altına almasının nedeni budur. Can Atalay elbette serbest bırakılmalıdır. Ancak AYM üzerindeki baskı Can Atalay kararı nedeniyle değildir, Demirtaş hakkında vereceği olası kararla ilgilidir. AYM üyeleri benim akrabam değil ama önlerine bir dosya gelmiş. İyi ya da kötü verdiği kararı değiştirmeye ya da ertelemeye çalışıyorlar. Siz de bu yüzden kararı bir an önce vermeye çalışıyorsunuz. Çok da önemli değil. Esas olan benim vicdanımdır. Ben vicdanlarda çoktan aklandım. Bunu toplum da biliyor. Bunu AKP seçmenleri bile biliyor. Yüzlerce binlerce AKP’li ‘suçsuzluğunuzu biliyoruz’ diye mesaj gönderiyor. Benimle ilgili bu suçlamaları Süleyman Soylu, İletişim Bakanı Fahrettin, bakanlar, sosyal medyadaki troller televizyonlarda binlerce defa tekrarladılar. Bu algıyı diri tutmaları lazımdı. Öyle ki ota böceğe ilişkin tweet atan kimi AKP’li vekiller, söze ‘terörist Demirtaş’ demeden başlamıyor. Bunları burada tekrarlamaya kalksak aylarca sürer. Bunlar yeniden benim ağzımdan kayıtlara geçsin. Yarın öbür gün bu dosya açıldığında kumpas nasıl kurulmuş bunu herkes görsün. Dokunulmazlıkların kaldırılması sürecine ilişkin AİHM tarafından alınan ihlal kararının da ilgili mahkeme tarafından tanınmadığını dile getiren Demirtaş, “Bu kararları görmezden geldiniz, çünkü Erdoğan tarafından talimatlandırıldınız” dedi. Demirtaş, dokunulmazlıkların yasal olarak nasıl kaldırılacağına ilişkin teknik bilgileri de paylaşarak, “30 ayrı fezlekem varsa bunların her biri için ayrı ayrı savunma yapma hakkım var. Zaman sınırı olmadan. Bizim dokunulmazlıklarımız kaldırıldığında benim 142 konuşmamdan dolayı fezlekem vardı. Arkadaşlarımın da fezlekeleri vardı. O zaman tartıştılar, her bir fezleke için bu usul üzerine tartışmalar yürüttüler. Çağın büyük hukukçusu mucit Prof. Dr. Mustafa Şentop bunu ortaya attı, onlar da ikna oldular. ‘Anayasa’ya aykırı ama deneyelim’ dediler. Formül neydi? ‘Bir defaya mahsus anayasaya geçici bir madde koyarız ve bütün vekillerin dokunulmazlıklarını geçici olarak kaldırırız’ dediler. Bir defaya mahsus. AİHM’in de tespit ettiği gibi bir tek kişiye ve bir tek olaya ilişkin anayasayı değiştiremezsiniz. Ancak bir kanun değişikliği ile anayasa değişikliği yapıldı. Anayasa’ya ek 20'nci maddesi böyle değiştirildi. Dokunulmazlıkların da Erdoğan’ın talimatıyla kaldırıldığını belirten ve Erdoğan’ın bu konudaki pek çok açıklamasını hatırlatan Demirtaş, “Yine bir algı operasyonu ile mikrofon bulduğu her yerde açıklamalar yapmış. Fezlekeler tozlu raflarda kalmamalı demiş. Sonra ne oldu? CHP’nin ‘Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz’ demesiyle birlikte Meclis bunları hızla işleme almaya başladı. Bizim her bir fezlekeyle ilgili kendimizi savunma hakkımız varken, bunların hiçbiri tanınmadan dokunulmazlıklarımız düşürüldü” diye konuştu. “Bu karardan sonra algı operasyonları hemen başladı, ‘zırh düştü’ manşetleri atıldı” diyen Demirtaş, Anayasaya aykırı yapılan bu işleme rağmen o dönem dokunulmazlıklarının sürdüğünü söyledi. Yapılan değişiklikle o tarihe kadarki fezlekelerle ilgili dokunulmazlıkların kaldırıldığını ve yasada başka bir cümle olmadığı için o tarihten sonra dokunulmazlıkların devam ettiğini belirten Demirtaş, devamla şunları söyledi: Anayasa değişikliği hatalıydı. Dokunulmazlıklar geriye doğru kaldırıldı. O tarihten sonra bütün vekillerin dokunulmazlığı devam etti. O yüzden ifade vermeye gitmeyiz dedim. Dokunulmazlığımız devam etmesine rağmen bakın ne oldu? Türkiye’de bir koordinatör savcılık, bölge savcılığı yoktur. Fakat 4 Kasım 2016 gece 01:00’de Türkiye’nin 4 ilinde 10 milletvekili evlerinin kapıları çalınarak gözaltına alındı. Soruşturmayı yürüten Diyarbakır Savcısı. Niye Diyarbakır Savcılığı bu soruşturmayı yürütüyor bilen yok. Diyarbakır Savcısı hangi yetkiyle İstanbul’dan, Ankara’dan milletvekili gözaltına aldırıp Diyarbakır’a getiriyor? Usulde zerre kadar yeri olmayan bir şey yaptılar. Bütün savcılar tutuklanmamıza bir iki gün kala yetkisizlik kararı verip dosyayı Diyarbakır’a göndermişler. Örneğin Bingöl’deki soruşturmamda tutuklanmaya 4 gün kala yetkisizlik kararı verilip Diyarbakır’a gönderilmiş. Gerekçe yok. Konuşma senin ilinde yapılmış, niye yetkisizsin? Batman’daki bir dosyada mitingde yaptığım bir konuşma var. Bakın Batman ne yapmış? Sadece bu bile kumpasın boyutunu gösterecek dehşet bir şeydir. Batman Savcılığı soruşturmayı bitirmiş, dava açmışlar. Ama Demirtaş’ın bütün dosyaları Diyarbakır’a gönderilecek talimatı gelince Ağır Ceza Mahkemesi kendisine gelen iddianameyi gerekçesiz iade etmiş. Savcı iade gelen dosyayı ne yapar, ya tamamlar ya da soruşturmayı düşürür. Ama Batman Savcısı bu dosyayı Diyarbakır’a göndermiş. Batman Savcısı ‘Sanığın Diyarbakır Milletvekili olması nedeniyle’ diyerek dosyayı Diyarbakır’a göndermiş. Ama ben İstanbul Milletvekiliyim, Batman Savcısı bunu bilmiyor. Kim yaptı bu organizasyonu? Savcılar birbirini arayıp ‘kardeş bu dosyaları Diyarbakır’a gönderelim’ demediğine göre, bir koordinatör savcı ya da Türkiye savcısı olmadığına göre kim yaptı bu organizasyonu? Biraz önce Erdoğan’ın açıklamalarını okuduk. Niye bu dosyaları Diyarbakır’a gönderiyorlar? Tek bir fezleke ile tutuklama yapamazlar, o yüzden bütün dosyaları bir araya getirmişler. Gece 01:00’de kapımızı çaldılar, bekliyorduk zaten. Kızlarımız uyanmasın diye rica ettim, kapıyı kıracaklarını söylediler. Küçük kızım büyüdü, şimdi hukuk fakültesinde okuyor. Bütün siteyi kar maskeli polisler sarmış, gözaltına almaya gelmişler. Kar maskeli polisleri binadan boşalttırdım. İnsanları korkutmaya hakkınız yok dedim. Valizim hazırdı, okuyacağım kitaplar hazırdı. Bir an önce geri dönmek üzere söz verdim. Döneceğim kızım, sözümden dönmüş değilim. Emniyet’te işlemlerim sürerken televizyonda izledim. Yayınlar başlamıştı, programcılar hazırdı. Manşetler de hazırdı. AKP’li vekiller söylüyordu şu şu isimler alınacak diye. 6 Ekim’de yapacaklardı operasyonu, biraz sarkıtmak zorunda kaldılar. Diyarbakır Savcılığında 3 genç savcı vardı karşımda. Arkalarında Osmanlı Ocakları armalı takvim vardı. O sırada şiddetli bir bomba patladı. Diyarbakır Emniyeti önünde araç patlatmışlar. Savcılara döndüm dedim ki ‘İnşallah kimseye bir şey olmamıştır ama bu isterseniz Demirtaş’ı tutuklamayın bombasıdır. Gözdağıdır’. Benim oradan geçeceğimi mi düşünüyorlardı bilmiyorum ama bu patlamanın failleri hâlâ ortada yok. Önce PKK dediler, sonra IŞİD dediler, sonra bilmem kim dediler ama failler yok. Bir katliamı o gece yaptılar. Kurtça Eker’e hazırlattılar iddianameyi. Tanımam etmem Kurtça Eker’i ama Şamil Tayyar yazdı Demirtaş’ın iddianamesini bir Fethullahçıya hazırlattılar diye. O gece savcılara, ‘Kimsiniz, beni nasıl aldırırsınız, milletvekilinin evini bastırıp tutuklanmak sizin haddinize mi?’ dedim. 3 tane tıfıl savcı önüme koymuşlar. Onlara ifade vermeyeceğimi söyledim. Ondan dolayı da hakkımda soruşturmalar açıldı. Beni alıp havaalanına götürdüler, bir küçük özel jet bir tane de THY'ye ait uçak apronda bekliyordu. Figen Başkan ‘Üzerinde para var mı?’ dedi, hayır deyince, ‘Sana lazım olur’ dedi ve cebinden çıkardı 200 TL’yi, 100 TL’sini bana verdi. O zaman 100 TL iyi paraydı. Şimdiki gibi 5 kuruş değildi. Sonra anladım Figen Başkanın bana nasıl bir iyilik yaptığını. Benle Figen Başkanı özel jetle, diğer arkadaşlarımızı da THY uçağıyla götürdüler. Her şey hazırlanmıştı. Bizi Kandıra’ya götüreceklerdi. Sonra sivil giyimli biri geldi ve dosyamın üzerine Edirne yazdılar. Buradaki (Edirne) cezaevindekiler şaşırdılar. Yalnız kalmayayım diye Abdullah Zeydan’ı da buraya getirmişler. Her şey o kadar hukuksuz, ahlaksız ve namertçe yürüdü ki. Edirne Cezaevi evime, aileme 1700 km uzakta. Her hafta gelmeyin dememe rağmen ailem her hafta geliyor 3400 km. Avukat arkadaşlar -minnet duyuyorum- her gün geliyorlar. Bu sıkıntıları yaşatabilmek için Yunanistan sınırındaki cezaevine koydular beni. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumun ardından Türkiye’de bir yıkım sürecinin başladığını söyleyen Demirtaş, “Bunu kimseye anlatamadık. Kritik seçmen bizdik. Biz içeride olmasaydık bu yıkımın önünü alabilirdik. Ekonomi çöktü. ‘Yanlış yapıyorsunuz, bir sistem getiriyorsunuz ama bu Türkiye gerçeğine uygun değil’ demiştik. ‘Devlet yapısı tek kişi tarafından yönetilecek bir devlet değil. Yapısı buna uygun değil’ demiştik. Devletini tanımıyor bu Türkler. Depremde enkaza gidemediler. Sosyolojik olarak mümkün değil. İstediğiniz kadar inkar edin. Türkiye çok kültürlü bir ülke. Böyle bir ülkeyi tek kişi temsil edemez. Bunları uyardık ama bizi yargının önüne atıp 2017 referandumunu hileyle hurdayla geçirdiler. O zaman partimizin eş genel başkanıydık, uyardık. O dönem partimizin yapması gereken tek şey kampanya yapılamaz kampanyası yürütmekti. Arkadaşlarımız hayır kampanyası yürüttüler. Yanlış yaptılar. Bu da her şeyi, tutuklanmamızı normalleştirdi. Kobanî soruşturmasında ilk olarak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” ve “2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet” suçlamalarıyla karşı karşıya kaldıklarını ancak Erdoğan’ın “cinayet” suçlamasını öne sürdüğünü belirten Demirtaş, “Asliye Cezalık suçlar. O dönem ‘Cinayetten yargılanmıyoruz. Bunu ispatla, senin lehine adaylıktan çekilirim’ dedim. Bu tweeti attığım gün Savcı Ahmet Altun tarafından hakkımızda ikinci Kobanî Davası başlatıldı. Erdoğan’ın talimatıyla açıldı. Ben mertçe çağrı yapıyorum, o arkamdan dümen çeviriyor. Ahmet Altun kim? O dönem yargılandığımız davanın duruşma savcısı. Duruşmada beni dinliyor, sonra arkadan gidip gizli soruşturma yürütüyor. AİHM o esnada kararını açıklayacak. Uygulanmamış bir tahliye kararı var, avukat arkadaşlarımız Brüksel’e gitmişler. Avukatlar olmadığı için duruşmaya mazeret sundum. 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi avukatlarım olmamasına rağmen ısrarla beni duruşmaya çağırıyor. Gide gide akraba olmuştuk. Allah korusun heyetin başına bir şey mi geldi gidip bakayım dedim. Gittim, Murat Bey ‘Hakkında tahliye kararı verdik’ dedi. ‘Bu karar AİHM Büyük Daire kararı öncesinde oradaki avukatlara bir koz olsun diye verdiğiniz bir karardır’ dedim. Çünkü bu karara rağmen bırakılmazdım. Akın Gürlek Davasında hüküm giymiştim. Günlerce bu hukuksuzlukları anlatabilirim anlatacağım da çünkü dava budur, zaten başka bir şey yok ki. Akın Gürlek Davasında hakkında verilen 4 yıl 8 ay hapis cezasını ve bunun hızlandırılmasına dair yapılan hesaplamaları da anlatan Demirtaş, “Bu konuşma Kazlıçeşme’de yaptığım bir barış konuşmasıydı. Yandaş medya bile ‘Demirtaş’tan barış çağrısı’ diye verirken, bu konuşma hakkında propaganda soruşturması açıldı. Diğer propaganda dosyaları ile birleştirilmedi. Bu dosyadan Türkiye tarihinde propagandadan verilen en yüksek ceza verildi. Peki, niye 5 yıl vermediler, 4 yıl 6 ay vermediler de 4 yıl 8 ay ceza verdiler? 5 yıl ceza verseler o dönemki düzenlemelere göre Yargıtay’a gidecek. 4 yıl 8 ay ceza ile beni 2023 seçimlerine kadar siyasi yasaklı hale getirdiler. Bu kararı siparişle verdiler” şeklinde konuştu. Kardeşim Avukat Aygül ile görüşüyorduk cezaevinde. Görevliler geldi ve dediler ki ‘Ankara’da savcı seni SEGBİS’e istiyor’. Hakkımda bir dava yok, bir dosya yok. Sonra bağlandık SEGBİS’e. Savcı Ahmet Altun bugün suçlandığımız suçlamaları sıralayarak şüpheli sıfatıyla ifade almak istediğini söyledi. Ben de ‘Tamam ifademizi verelim ama avukatlarımla görüşelim. Gerekli dosyaları alsınlar biz de bir hazırlık yapalım, ifade verelim’ dedik. Savcı, ‘Tamam avukatlarınız bizimle iletişime geçsin, sonra ifadenizi alalım’ dedi. Ama SEGBİS’i kapatır kapatmaz savcı beni tutuklamaya sevk etmiş. Kumpasa bakar mısınız?” AYM’nin, kendisi hakkında “uzun tutukluluk ve seçme ve seçilme hakkının ihlali”ne ilişkin yapılan başvuruda ihlal kararı verdiğini hatırlatan Demirtaş, “AYM kararı pratikte bir işe yaramadı ama şunu teyit etti. Benim cumhurbaşkanı adayı olarak içeride olmamın hak ihlali olduğuna hükmetti. Dolayısıyla 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi gayrimeşrudur” dedi. AYM’nin ikinci tutukluluk başvurusuna ilişkin 4,5 yıldır karar vermediğini ifade eden Demirtaş, “AYM de kumpasın bir parçasıdır. 4,5 yıldır başvuruma ilişkin karar vermedi. İki kez gündeme aldılar ama karar vermediler ya da kararı açıklamadılar. Ne zaman karar verecek onu da bilmiyoruz” dedi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-erdogan-in-derdi-yasin-boru-degil-sadece-oy-istiyor/17569/// | başlık = Demirtaş: Erdoğan'ın derdi Yasin Börü değil sadece oy istiyor | yayıncı = HDP | tarih = 27 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==28 Aralık== 2015 Haziran seçimlerinin Türkiye’nin en kritik seçimlerinden biri olduğunu ifade eden Demirtaş, “Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan Kürtler başta olmak üzere tüm kimlik ve inançların devlet ideolojisi dışında hep birlikte örgütlendikleri HDP yüzde 13,2 oyla parlamentoya girerek herhangi bir partinin tek başına çoğunluğu elde etmesini önlemişti. O dönemde Türkiye siyasetini etkileyen yeni bir uzlaşı imkanı gerçekleşti. Toplumsal uzlaşı ve barış için gerekli olan bütün demokratikleşme adımlarının savunulduğu bir hat karşısında milliyetçi dinci AKP-MHP bloğunun neden kurulduğunu anlatmaya devam edeceğim çünkü hala iktidar davaya müdahale oluyor, algı yaratıyor.” dedi. 2012 yılındaki açlık grevlerinin PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın mektubuyla sonlandığının ve sonrasında başlatılan Çözüm Süreci ile Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğinin altını çizen Demirtaş, “Biz de HDP olarak bütün bu süreci destekleyen, görüşmeleri destekleyen bir partiydik” dedi. Çözüm Süreci devam ederken Erdoğan’ın yaptığı kimi açıklamaları hatırlatan Demirtaş, çözüm sürecini destekleyen Erdoğan’ın, “Çatışma uzlaşmadan ve öldürme yaşatmaktan daha kolaydır, biz zora talibiz’, ‘barış istemeyenlerin oyununu milletimizle bozacağız’, ‘her yıl belli sayıda şehit vermeyi büyük bedeller ödemeyi sineye çeken, kabullenen bir anlayış ne insanidir, ne de vicdanidir’, ‘Kirli bir savaşın kazananı şerefli bir barışın kaybedeni olmaz” şeklindeki sözlerini hatırlattı. Demirtaş, şöyle devam etti: Bu mesajları paylaşan Erdoğan aynı zamanda İmralı’daki görüşmeleri sıklaştırdı. 2014 yılındaki Kobanî olaylarının yaşanmasından sonra görüşmeler sıklaşmış ve benim de içimde olduğum heyetler görüşmelere devam ediyordu. Biz elimizden gelen gayreti sürdürüyorduk. Bir protokol üzerinde ısrar ediyorduk. İstanbul Dolmabahçe Sarayı"nda hükümet yetkilileriyle bizim de katılacağımız bir protokoldü. Bu protokol Türkiye’nin bir daha silahla, çatışmayla anılmayacağına dair bir protokoldü. O protokole bir kısım tepkiler gelirken, Türkiye genelinde olumlu karşılandı. 1984’ten beri Türkiye’de acılara neden olan süreç kapanırken, siyaset öne çıkacak diye herkes seviniyordu. Bu süreçte HDP’nin çağrısı olmuş, hedef gösterilmiş ama buna rağmen bir komplo kimsenin aklına gelmemişti. Meclise ait bir sarayda açıklama yapıldı, bu öyle sıradan bir şey değil. Bugün terörist olarak suçladıkları bir parti ile hükümet ortak bir deklarasyon yayınladı. Biz tarafı değildik ama bütün o süreçte yer aldığımız için deklarasyonu Sırrı Süreyya Önder okudu. O toplantının ardından iktidar medyasında büyük bir coşku vardı, barışın kutlamaları yapılıyordu. Aynı gün yaptığım açıklamada, ‘Bundan sonra atılması gereken adım, bir akil insanlar heyetinin İmralı’ya gidip nihai olarak kendisinden (Öcalan) bir mektup almasıdır. Akil insanlar önünde Öcalan, PKK’ye silahları bırakmaları ve bu çatışmaların bitmesi yönünde bir çağrı yapacak. HDP heyeti de olacak. Bütün o toplantı sonucunda çıkan tutanak da akil insanlar, devlet ve bizim tarafımızdan imzalanacak. Atılması gereken adım buydu. Ben de o gün bu açıklamayı yaptım. Hazırlıklarını tamamlayan herkese çağrı yapıyoruz’ dedim. Çünkü provokasyonlar var, süreç bozulabilir tedirginliği vardı. Bu işi hızlandırmak istedik. Ancak mutabakatın açıklanmasından bir kaç gün sonra 22 Mart 2015’te Erdoğan şöyle bir açıklama yaptı: Ben oradaki toplantıyı doğru bulmuyorum. Yaklaşık 22 gün sonra bu açıklamayı yaptı. Oysa 28 Şubat’ta Erdoğan, ‘Bu hasretle beklediğimiz bir çağrıdır’ açıklaması yapmıştı. Tabi ki bu çelişki kamuoyunun, hükümetin dikkatini çekti. Ne oldu da Erdoğan 22 günde fikrini değiştirdi? 7 Mart’ta Erdoğan'ın bir açıklaması daha var: '400 vekil verin bu iş huzurla çözülsün.' 11 Mart’ta Erdoğan bir demecinde, ‘Öcalan’ın çağrısı önemlidir’ diyor. Hala mutabakatı reddetmiş değil. Bu arada 17 Mart’ta benim de ‘Seni başkan yaptırmayacağız' açıklamam olmuştu. Erdoğan’a da bizden önce Bülent Arınç cevap verdi ve ‘Erdoğan’ın haberi olmaması imkansız, kendisinin bilgisi dahilinde bu mutabakat yapıldı’ demişti. Erdoğan bu isimlerin üzerinde çalışmış, kimilerini reddetmiş, karşılıklı çalışmalar yürütülmüş ve en nihayetinde Erdoğan 'uygundur' demiş. Fakat Erdoğan’ın sadece bir hamle kalmış olan süreci neden bitirdiğini biz hala bilmiyoruz. Deniyor ya ‘Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ açıklamasıyla süreç bitti’. Bunda haklılık payı yok. Çözüm süreci Erdoğan’ı başkan yaptırmak üzerine başlatılan bir süreç değil ki! Erdoğan ‘Biz zora talibiz’ demişti. Çözüm Süreci’nde Erdoğan’a başkanlık sözünün verilmediğini, kendisinin de HDP’den bu yönde bir talebi olmadığını dile getiren Demirtaş, “AKP’nin önerdiği teklife karşı çıktık ve Meclis’te tıkandı ama bu daha önceki bir çalışmaydı. Çözüm sürecinde böyle bir çalışma olmadı” dedi. HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararının ardından Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatı’nı ve Akil İnsanlar Heyeti'ni tanımadığını ifade eden Demirtaş, “O tarihten sonra Türkiye bir daha huzura kavuşmadı. Keşke cesur bir gazeteci çıksa da kendisine, ‘Bu kadar insanı içeri attırdınız, her gün cenazeler geliyor. Acaba Akil İnsanlar Heyeti'ni İmralı’ya gönderseydiniz Türkiye bambaşka bir yer olmayacak mıydı?’ diye sorsaydı. Haziran seçimleri daha biz kazanmadan Erdoğan’ın fikrinin değiştiği bir döneme tekabül ediyor. '7 Haziran seçimlerinde HDP rahat rahat çalışma yürüttü’ diyor bazıları. Hatta bazıları, ‘Bu devletin size verdiği imkanı doğru kullanamadınız’ diyor. Sanki devlet bize KPSS ile 80 vekil verdi, biz de doğru kullanamadık.” sözlerine yer verdi. Sonrasında yaşanan provokasyonları anlatan Demirtaş, devamla şunları söyledi: “15 Mayıs 2015’te Tekirdağ’daki seçim irtibat büromuz 80 kişilik ırkçının saldırısına uğradı, polisler hiçbir şey yapmadı. 18 Mayıs’ta Adana’da il binamıza bombalı saldırı düzenlendi. 4 partilimiz yaralandı. Aynı günde Mersin’de il binamıza bombalı saldırı düzenlendi. Şans eseri ölen ve yararlı olmadı. Benim miting yapacağım kentti o günlerde Mersin. Toplantı yapacaktık, iptal oldu. Benim de toplantıda olacağım yerde bir gün önceden konulmuş bomba patlatıldı. Buna karşın hiç bir şekilde sağduyuyu elden bırakmadan insanlar galeyana gelmesin diye mitingte barış, kardeşlik çağrısı yaptık. Kitle çok öfkeliydi çünkü benim de dahil olacağım toplantıya suikast denemesi yapılmıştı. Ancak ben ‘geçtiğiniz her yerde herkese selam verin, uygunsa gidin çayını için ama en küçük bir tatsızlığa, provokasyona izin vermeyin. Bu bombayı patlatanlar bunu istiyor’ dedim. 3 Haziran günü Karlıova’dan gelirken uzun namlulu silahlarla saldırıya uğrayan seçim arabamızın şoförü saldırıya uğradı, failleri hala bulunamadı. 4 Haziran’da Erzurum mitingi öncesinde mitinge gelenlerin araçları ateşe verildi, seçim minibüsünün içerisindeki arkadaşımız diri diri yakılmaktan kurtuldu. 38 kişi yaralandı. Buna rağmen yine sağduyulu davrandık. Biz Erzurum’dan çıkana kadar tüm araçlarımız taşlandı. Tarih 4 Haziran, seçimlere 3 gün var. Neden oluyor bunlar? Erdoğan’ın ‘terörist, Yasin Börü'nün katili’ açıklamaları nedeniyle oluyor. Biz de barış çağrıları yapıyoruz. 5 Haziran’da Diyarbakır mitingimiz vardı. DAİŞ’in bombalı saldırısı oldu, ne çabuk unutuluyor? O gün ben sahnenin arkasında bekliyordum, konuşmak için çıkmak üzereyim. O sırada İdris Baluken sahnede konuşuyor. İçinde bulunduğum zırhlı aracı yerinden zıplatacak kadar büyük bir patlama sesi duyduk. İlk olarak kitleyi izdihama sürüklemeden ‘trafo patlamış’ denildi. Bir an önce beni oradan çıkarmaya çalıştılar, kabul etmedim. ‘Yüz binlerce insan oradayken nasıl gideceğim?’ dedim. Araçtan indim, bir yandan da polis gaz atıyor. Nefes alamıyoruz, gazın etkisiyle yaralılar nefes alamıyor. Tam bir vahşet ortamı. Benim bütün ailem miting alanında. Biz o ortamda en küçük bir taşkınlık olmasın diye sağduyu çağrısı yaptık. Kitleyi parti binasının önüne çağrıdık ve orada açıklama yaptım. ‘Asla provokasyonlara gelmeyeceğiz’ dedim. Bombayı patlatan DAİŞ’ten araması olan ve bir gece öncesinde asker kaçağı olduğu belirlenen kişi. Bir gece öncesinde Diyarbakır'da bir otelde gözaltına alındığı ve serbest bırakıldığı öğrenildi. Bombayı patlatan kişi daha sonra Gar Katliamı’nı gerçekleştiren arkadaşlarıyla buluştu. ‘Mitinglerimizi iptal etmiyoruz, kitlemizi sandığa götüreceğiz’ dedik. Bir gün sonra İstanbul ve Van mitinglerimizi yaptık. O bombalı saldırılarla bir 2 puan oy kaybettik. Seçime 2-3 gün kala patlayan bombalarla bizi yanyana göstermeye çalıştılar. ‘Oylarını artırmak için mitinglerinde bomba patlattılar’ dedi iktidar medyası. Esra Elönü, ‘Demirtaş’ın sazı mı patladı’ diye tweet attı. Neler neler yapmadılar! Bizi bugün provokatör olarak yargılıyorsunuz da kimler neler yapmış bir bakın.” ''(Demirtaş, 7 Haziran 2015 tarihli seçimlerin ardından HDP’ye dönük gerçekleşen diğer provokatif eylemleri de hatırlattı.)'' Provokasyonların Erdoğan’ın kışkırtmaları sonucu gerçekleştiğini ifade eden Demirtaş, “Böyle bir ortamdan sonra dokunulmazlıklarımız kaldırıldı, böyle bir ortamda seçimlere girdik. Devletin bizzat organize ettiği bir süreçti. Aynı Çorum, Gezi, Maraş ve Kobanî gibi. Hepsi devlet ve devlet içerisindeki provokatörler tarafından planlandı. Faillerin hiçbiri yargılanmadı. Bize uygulanan hukuk buydu. Orman kanunlarıyla seçime girdik biz. 'HDP tahrik etti' demesin kimse, tahrik edenler bugün ülkeyi yönetiyor. Hesap vermesi gereken iktidar, bizden hesap soruyor. Bütün bunlara rağmen hukuktan vazgeçmedik, hukuku savunduk” diye konuştu. Demirtaş, hakkında çeşitli tarihlerdeki farklı konuşmalarıyla ilgili hazırlanan ve 31’i dava dosyasında toplanan 122 adet fezleke hakkında değerlendirmelerde bulundu. Parti yöneticilerinin birbiriyle yaptıkları telefon görüşmelerinin illegalize edildiğine dikkat çeken Demirtaş, “Hasta bir yurttaş için bir belediyemizin ambulansını Hakkari’ye göndermemize dair yaptığımız görüşme örgütsel iletişim sayılmış. Yine Kamuran Yüksek ve Nadir Yıldırım kendi aralarında konuşmuşlar. Erzurum Cezaevi’nde açlık grevleri varmış. ‘Milletvekilleri orayı ziyaret etse iyi olur' gibi şeyler söylemiş yanlış hatırlamıyorsam. Ben de Grup Başkanvekili olduğum için kendi aralarında konuşurken ‘onu arayıp söyleyelim’ demişler. Kamuran Yüksek Genel Başkan Yardımcımız. Nadir Yıldırım da Parti Meclis Üyemiz. Osman Baydemir beni aramış. Murat Karayılan çözüm sürecine dair bir açıklama yapmış Osman Bey de bunu önemsediğini belirtmiş ve beni arayarak ‘sen okuyabildin mi önemli bir açıklama’ diye bana söylemiş. Osman Baydemir Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı. Onu da KCK üst düzey yöneticisi olarak yaptığım görüşmeler arasında saymışlar.” diye konuştu. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) kuruluş ve örgütlenme sürecine dair 2 No'lu fezlekedeki iddialara cevap veren Demirtaş, “DTK’nin önünden geçmiş olmak örgüt üyeliği olarak kabul ediliyor” dedi. Osmanlı yönetiminin merkezi olarak Kürdistan eyaletinin özerk statüsüne müdahale etmeye başladığından beri bu coğrafyada Kürt sorununun devam ettiğini ifade eden Demirtaş, “Bana sorsanız Kürt sorunu 1071’den sonra başladı. Bin yıldır sadece kazık yiyoruz. Kürtlere, kendi anavatanında bir türlü kendini yönetme hakkı tanınmadı. Herkes Zagros halkını sınır bölgesinin jandarması olarak düşünmüş. Zaman zaman o taraftan, zaman zaman bu taraftan vurmuş bu halkı” dedi. Demirtaş, şöyle devam etti: 2010’lu yıllardan itibaren ise Kürtler, bir arada yaşamanın bir tecellisi olarak sivil örgütlenmeye gittiler. Benim partimin çizgisi Türkiye’de birlikte yaşamanın ve Kürtlerin bu coğrafyasında kendisini ifade etmesinin mücadelesini yürüttü. Bütün Türkiye genelinde yönetim modelinin değişmesi gerektiğini savunduk. Kürtlere has toprağa veya bölgeye bağlı bir eyalet sistemindense bütün Türkiye’de yerelden yönetimin güçlendirilmesini savunduk. Türkiye’nin genelinde yerelden yönetim güçlendirilirse Kürtler de kendi kaderini tayin hakkını bölünmeden kazanmış olur. Neden her yerde yerel yönetim diyoruz? Türkiye’nin her yerinde farklı kimlikte insanlar yaşıyor. Bir bölgeye has federatif yapı, Türkiye’nin geri kalanıyla bu bölge arasındaki farklılıklar gerilimlere yol açabilir. Bir ülkede bütünlüklü demokrasi oluşmuyorsa bir bölgenin federatif yapısı o halkın sorunsuz yaşamasına yol açmıyor. Bizim savunduğumuz demokratikleşme programındaki idari model işin resmi tarafındadır. Yerel yönetimlere verilen yetki arttıkça devlet demokratikleşir. Türkiye yerinden yönetimi uygulamayan istisnai bir ülkedir. Uzaktan yönetmek artık çok zor. DTK bunun neresinde yer alıyor peki? Resmi olarak idarenin demokratikleşmesi dışında toplumun demokrasiyle buluşması ayağı var. Devlet demokratikleşince otomatik olarak toplumdaki demokrasi anlayışı benimsenmiyor. 1071’den itibaren Kürt sorununu yaşayan Kürtler bin yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti ile parlamentosunda, Oslo’da, İmralı’da bunu açıktan konuştu. ‘Bin yıldır hem kardeşiz hem sorun yaşıyoruz’ denildi. Bölünme olmayacak, şiddet olmayacak, devlet operasyonu olmayacak. Tamam nasıl çözeceğiz o zaman? Türkiye Cumhuriyeti’nin de 600 yıllık Osmanlı geleneği var. Elmalı şeker verip kandıramazsınız. Bu görüşmelerden biri de İmralı’da oldu. Aynı zamanda Oslo’da devam ediyor. Bu bahsettiğim konular görüşülüyor işte. Ortaklaştıkları nokta ne? Şiddet, terör olmayacak. Bölünme olmayacak. Kürtler inkar edilmeyecek. Kürtlerin yönetime katılma hakkı tanınacak. Devlet gitmiş konuşmuş bizzat. Savcı diyor ki 'DTK Öcalan’ın emir ve talimatlarıyla kurulmuş', hayır! Halkın talepleriyle kuruldu. Orada yürüyen tartışmalarla sivil hayattaki tartışmalar birbirini beslemezse barışın hayata geçme şansı yok. DTK işte toplumun demokratikleşeceği sivil bir yapı olarak hayata geçti. DTK’nin içerisinde bazı AKP ve CHP temsilcileri de vardı. Bütün inanç temsilcileri de vardı. Hayatı boyunca birbirine selam vermemiş insanlar DTK’de kaynaştı. Hayvan hakları savunucuları da orda, kasaplar da orada. Herkes kendi sorunlarını, beklentilerini açıkça konuşurken herkes duysun amacıyla toplandı. Bu kültürün gelişmesi lazım. İnsanlar kararların inşa süreçlerinin içerisinde oldukça demokrasiyi anlarlar. DTK toplumun demokrasi kültürüne kavuşması, toplumun sorunlarını resmi kurumlara taşıması için kurulmuştur. DTK hakkındaki tüm iddiaların tamamı konferanslar, toplantılar. Nerede bombalı saldırı düzenledi DTK? Şimdi TC’nin bir karar vermesi gerekiyor artık. Kürtler kararını verdi. ‘Çözüm yöntemimiz budur’ dedi. Bütün Türkiye için lazım. TC de buna karşı beklentilerinde haklıdır. 'Şiddet olmayacak, savaş olmayacak' diyor. Olmaması lazım tabii. Bunun yolu müzakere. Film nerede koptuysa oradan tekrar başlamak gerek. Türkiye’nin 81 kentinde de demokrasinin konuşulduğu bir yöntemin konuşulması gerek. Ne yapmayı düşünüyorsunuz? Kürtlere 1915’te Ermenilere yapılanı yapmayı düşünüyorsanız aklınızdan bile geçirmeyin. Yapılacak tek şey barıştır. Türkiye Suriye Kürdistan’ını bombalasın, içeride soykırımı dayatan anlayışlara yol versin, siyasetçilerini tutuklasın! Kürtler ne yapacak? Suriye’deki, Irak’taki Kürtler ne yapacak? Buldukları ilk fırsatta devletlerini kuracak. Kim onlara hain diyebilir? Yazık değil mi, sırf Kürt anasını görmesin diye Türkiye felakete sürükleniyor. DTK’yi terör örgütü olarak görüyorsun ama aynı zamanda Filistin’de 'HAMAS ile görüşülsün' diyorsun, güzel. Yahudi halkının da Filistin halkının da devlet hakkı var. Doğru. Peki kendi ülkene dönüp bakınca neden bunları söyleyemiyorsun. Biz düşman ya da vatan haini değiliz ya. Biz kendi vatanımızdayız. Kürdün vatanına ihanet ediliyor. Bizim dilimize hakaret ediyor. Küçük bir sivil toplum platformu denemesi bile yıllar sonra Kürtlerin yıllarca cezaevine girmesine yol açıyor. DTK’nin sadece sivil toplum örgütleri tarafından değil, Meclis tarafından da muhatap olarak kabul edildiğini aktaran Demirtaş, Meclis Anayasa Uzlaşı Komisyonu’nun DTK’nin gerçekleşen kongresi öncesi yazdığı resmi yazıyı okudu. Demirtaş, “Eğer Cemil Çiçek’i DTK’den tutuklayıp yanımıza getirirseniz, o zaman kabul ederim. Meclis Başkanı kendisi muhatap almış. Çağırmış, dinlemiş. DTK de gitmiş Meclis’te komisyona sunum yapmış. Ki devlet muhatap almasa da DTK meşrudur” dedi. Türkiye ve Kürdistan halklarının geleceği için diyalog kanallarının açılması gerektiğini dile getiren Demirtaş, “Bizimle, İmralı’daki Abdullah Öcalan ile, partilerle görüşülmesi gerekiyor. Bunlar sağlanırsa gelen fırtınadan Türkiye kendini korumayı başarır. Her açıdan bu coğrafya dünyanın merkezidir. Dünyanın merkezini yöneten insanların aklının başında olması lazım. Her gün yalanlarla, kumpaslarla, küfürlerle yönetilecek bir ülke değil burası. Çok kıymetli bir coğrafya burası ama bu kadar rezil hale getiren yönetim daha ne kadar ülkeyi yönetecek bilmiyoruz. Biz elimizden geleni yapıyoruz. 2007’den beri DTK konusunda aynı şeyleri söylüyoruz ama iktidarda istikrarsızlık var. Bir gün Öcalan ile görüşülebilir, diğer gün yasak. Bir gün öyleler, bir gün böyleler. Kumpası yapanlar da algıları yaratanlar da bunlardır” dedi. İddianamede yer alan suçlamaların tamamını reddettiğini dile getiren Demirtaş, “Biz de bilirdik Erdoğan’a bir özür mektubuyla serbest kalmayı. Yapanlar olmadı mı? İşte Nazlı Ilıcak’ları görüyoruz. Bu duruşma salonunda dahi oldu. Ama bunun barışa bir faydası olmaz. Biz barış için bu bedelleri ödüyoruz. İki halka da çok yazık. Biz savunduğumuz barışçıl, insani, ahlaki, hukuki fikirlerimizden vazgeçmeyeceğiz. Bu düşüncemiz hangi dinden olursanız olun ona uygundur. Hiç kimseyi dışlamadan, birleştiren bir anlayışı savunuyoruz. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneteceğiz. Bitti o iş. Türkiye’yi bu zihniyet yönetmelidir. Bizim zihniyetimizde kimse zulüm görmez. Herkesin dili, inancı özgürdür. Doğaya, cinsiyetlere saygılıdır. Biz bundan geri adım atarsak insanlığımızdan, onurumuzdan taviz vermiş oluruz. Biz cesaretimizi haklılığımızdan alıyoruz. Başka bir gücümüz yok. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kurtler-cozumden-yana-kararini-verdi-devletin-de-karar-vermesi-lazim/17570/ | başlık = Demirtaş: Kürtler çözümden yana kararını verdi, devletin de karar vermesi lazım | yayıncı = HDP | tarih = 28 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==29 Aralık== “13 Kasım 2012’de Mardin’de yaptığım bir konuşma mütalaada suç olan lanse edilmiş. Konuşmam Kürtçe ve açlık grevleriyle ilgili. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü, açlık grevinde bulunan tutsakların talebi ve ben de buna vurgu yaptım. Bu konuşmam suçlama konusu olmuş ve 6 yıl sonra fezleke hazırlanmış. Fezlekede Ahmet Türk’ün konuşması ile benim konuşmamı karıştırmışlar.” Sayın demek suçsa Türkiye’nin yarısı suçludur Çözüm sürecinin ilk adımlarının nasıl atıldığını anımsatan Demirtaş, “Konuşma içeriğinden anlaşıldığı gibi “suçlu suçluyu övme” yok. AİHM, AYM kararlarını hatırlatmak istemiyorum ama suç ve suçluyu övmek bu değildir. Bir kişi yaptığı suçtan dolayı övülürse suç olur. Örneğin Ankaragücü’nün yumruk atan başkanını alkışlayanlar suçu ve suçluyu övmüştür. Sayın Öcalan’a sayın demek suç ve suçlu övmek ise Türkiye’nin yarısı suçludur. Sayın demek suç ise Bahçeli'nin Alaattin Çakıcı için sayın demesi de suçtur. Peki burada bir terör örgütü propagandası var mıdır? Mesela hangi örgütün propagandası var? Ne fezlekede ne iddianamede böyle bir şey yok. Ya da Demirtaş Kürt olduğu için akla PKK mi geliyor deyip yazmaya gerek duymamışlar mı? Yazma gereği duyulmamış bir suçlamanın savunmasını nasıl yapabilirim? Şimdi hangi örgüt olduğunu bilmediğim için savunma yapmasam yerindedir. Fezleke iş olsun dostlar alışverişte görsün diye hazırlanmış bir fezlekedir. Hukuki olmayan bir fezleke ile karşı karşıyayız Elle tutulur bir yanı olmayan ve hukuki olmayan bir fezleke ile karşı karşıyayız. O dönem devam eden açlık grevlerine ilişkin taleplerinin yerine getirilmesi için yapılan bir konuşma var. O dönem hükümetine yönelik eleştiriler var. Bir konuşmanın propaganda sayılabilmesi için açık ve yakın bir tehlike oluşturması gerekir. Bir şiddet çağrısı bir övgü varsa bu tek başına propaganda sayılmaz, açık ve yakın bir tehlike olması lazım. Ayrıca yerel makamların yapması gereken de şudur; o gün o konuşma nedeniyle bir şiddet dalgası var mı ona da bakması lazım. Yargıtay kararları var. Örneğin ‘Yaşasın PKK’ ‘Yaşasın Apo’ ve ‘Yaşasın Gerilla’ propaganda olarak değerlendirilmemiş. Bizzat bir şiddeti teşvik etmesi lazım. Konuşmada da böyle bir şey yok. Yeni bir sürecin sosyopsikolojik alt yapısını hazırlamak üzerine yaptığımız bir mitingden bir konuşmadır. Aralık sonu itibari ile bir heyet PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmüştür ve sonrasında süreç resmi olarak başlamıştır.” Demirtaş, Meclis Grup toplantılarında, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümü için muhatap alınması gerektiğine ve sorunun böyle çözülebileceğine işaret ettiğini hatırlattı. Demirtaş’ın konuşmasını kesen mahkeme başkanı, bu bilgileri yazılı olarak mahkemeye sunmasını istedi. Demirtaş şöyle devam etti: Konuşmalarımın ne amaçla yapıldığı bellidir “Yeni bir sürece doğru adım atıldı ve bu süreçte konuşmalar yaptım. Bir bütün olarak yaptığımız her şey ve konuşma siyasi faaliyettir. Hangi amaç ile yaptığım bellidir. Dönem itibari ile de bellidir. Ortada bir şiddet yoktur. Şunun altını da çizeyim; biz bunları söylerken diğer arkadaşlarımız da bunları yürütmek ile görevlidirler. Aynı suçlamalar onlara yönelik de var. Onlar da bizim gibi siyasi faaliyette bulunmuşlardır. Amed’te 27 Kasım 2012’de yapılan bir mitingde yaptığım konuşma fezlekeye dönüştü. Bu fezlekede de PKK lideri Abdullah Öcalan’a ilişkin ifadeler, poster ve sloganlar suçlama konusu olarak fezlekede yer almış. Konuşmamda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt halkının özgürlüğü için yaptığı fedakarlığa ve çözüm rolüne işaret etmişim. Fezlekenin de bilirkişi raporunun da sağlıklı hazırlanmadığı görülüyor. Burada her ne kadar anlaşılmasa da buradaki konuşma bana aittir. Açlık grevinin bitmesi için hükümete, halka yaptığım duyarlılık çağrısıdır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin Sincan’da bulunan arkadaşlarımızı ziyaret etmişti. Bu adımın devam edilmesi gerektiğini işaret etmiştim. Bu konuşmalar ve atılan adımların ardından PKK lideri Abdullah Öcalan açlık grevlerinin son bulması için not gönderdi ve bunun üzerine açlık grevleri bitti. Yeni sürecin adımları atıldı. Toplumsal bir sorunun siyasi çözümü için elinde mekanizmalar var. Parlamenterler ise İç Tüzüğün kendisine tanıdığı hakları kullanır. Soru önergesi, araştırma önergesi verebilir, gündem dışı konuşabilir. Bu konuşmalar tabanımızın bize oy verme gerekçesi olarak siyasi faaliyettir. Fezlekeyi hazırlayanlar bile içinin boş olduğunu biliyordu Arkadaşlarımız o dönem yargılanırken KCK Ana Davası olarak bilinen ve Diyarbakır’da görülen davada mahkeme başkanı cemaatten alındı. Sizler de o dönemde büyük ihtimalle yargıçtınız. Bu salon gibi büyük bir salon yapıldı. Tutukluların hepsi bizim parti üyemizdi. Biz de duruşmaları izlemeye gidiyorduk. Üç buçuk yıl sadece bu yaşandı. Çeşitli cezaevlerinden getiriliyor, yoklama yapılırken arkadaşlarımız Kürtçe buradayım diyordu. Mahkeme başkanı “kapat mikrofonu” deyip konuşmayı kesiyordu. O kadar büyük bir krize dönüştü ki avukatlar çevirme yapmak istiyorlardı “yeminli olarak biz çevirmen getirelim” dediler hiçbir şey kabul edilmedi. Beş yıl boyunca tutuklu kaldılar. Cemaatin yargıçlarından ancak uzun tutukluluk süresinin dolması ile kurtuldular. O sırada partimin eş başkanıyım. Arkadaşlarımızın bir kısmı açlık grevi yapıyordu. Bir kısım milletvekili seçildi. Kendileri için de bir şey istemiyorlar. Onların sesini duyurabilmek ve kamuoyu ile paylaşmak en azından arkadaşlarımızın ölümünün önüne geçmek için yaptığımız şeyler. Biri açlık grevine başlamışsa onu çeviremezsin. Kendi kendine karar verip bunu yapan birini döndürmek. Bu faaliyetlerimiz doğrudan barışla ilgilidir. Şimdi cemaatin yaptıkları unutuluyor. Bu davalara bakan başkan, darbe girişimini gerçekleştiren kişi, cezasını yattı çıktı. Bizden kısa bir süre önce tutuklandı hüküm aldı infazını çekti ve çıktı. Biz hala savunma yapıyoruz. Bu nasıl bir adalet duygusu, bu nasıl bir vicdan anlamış değiliz. Siyasi konuşmalarımız, bölücü terör örgütü, anayasa, cinayet, bayrak yakma, her şeyden yargılanıyoruz. Değişen ne oldu bu süreçte? Cemaat gitti ortaklar değişti. MHP geldi. Ortak düşman Kürtler, kadınlar, Aleviler düşman olarak görülmeye devam ediliyor. Bu fezlekeyi en başta hazırlayanlar da içinin boş olduğunu biliyordu. Müzakere ederken bile rakibimizi eleştiririz Cemaatin o dönemdeki kapasitesini düşünerek, açlık grevini bitirme nedenimizi çok iyi biliyorlardı. Çözüm sürecinin başlayacağını biliyorlardı. Bu nedenle siyasi faaliyetlerimizi engellemeye çalışıyorlardı. Suç olarak görüp fezlekeler hazırlıyorlardı. Burada barış için miting, yürüyüş yapıyoruz. Emniyet ve valilik bunları engelliyorsa demek ki barışı engellemek istiyorlardı. Bunu Batman’da yaptığımız mitinglerde de gördük. Bizim bakan ile görüştüğümüzü biliyorlar. Buna rağmen bunu yapıyorlardı. Müzakere ederken bile rakibimizi eleştiririz. Karşımızdakilerin tavrı ise “sizinle müzakere ediyorsak biat edeceksiniz.” Bu gün “hem görüşüyor hem Erdoğan’ı eleştiriyorsunuz hem de yolsuzluk yaptığını söylüyorsunuz” diye biz eleştirenler var. Ama burada engel olmaya çalışıyorlar. O dönemde kimlerin mülki idare amiri olduğunu, tutuklanıp tutuklanmadığını tek tek anlatacağım. Bu bölgede cemaatin bürokrasisi baskındı. Kürdistan’da hiçbir zaman bir cemaat bu kadar baskın değildi. 2004’le başlayan süreçte bölge tamamiyle Fetullah Gülen cemaatine teslim edildi. İstihbaratı, medya temsilcileri, adliye, emniyet, yargı, özel okullar, Nil Kolejleri açıldı. Bölgede taban bulamadı ama bürokraside çok etkindi. Ben Diyarbakır’da avukat iken bisikletli bir gazete dağıtımcısı Zaman gazetesi dağıtırdı. Her sabah adliyeye gelirdi. Ve her hakimle savcının odasına dağıtırdı. Yaka kartı Gigi. Savcı ve hakimlerin masalarında dururdu. Bunu yapmayan fişlenirdi. Yapmayan üç beş kişi vardı onlar da daha sonra sürüldü. Kürtleri Fetullah Gülen’e teslim etmenin nedeni ideolojikti. Bize düşmanca davrandılar. Said-i Kurdî’yi referans alanlar en çok Kürt düşmanlığı yapanlara dönüştüler. Onlara biat etmediğimiz ve Türkleşmediğimiz, Kürt olduğumuz içi siyasal İslam Kürtler arasında örgütlenememiştir. Hüda-Par, tarikatlar ve cemaatler ile girmek istiyorlar ama giremiyorlar. Siyasal İslamı içine alamayacak kadar İslam dini yaşamın her alanına girmiştir. Kürtler kendi dilini kültürünü korumuştur Kemalizmin 70-80 yıllık kuşatması ile Kürtler teslim alınmadı. Bu nedenle cemaat ile teslim alınmak istendi. Amerika’nın operasyonuna teslim olmadıkları için günah keçisi seçildirler. Kürt halkı bu bölgede ilk İslam’a geçen halklardan biridir. Hep özerk yaşamıştır. Kendi dili kültürünü bu nedenle korumuştur. Türkiye cumhuriyeti devleti Türk dili kurumu ile ilan ettiği resmi ideolojisini pratikte uygulayamamıştır. Bunun nedenleri arasında medreselerde kendi dilinde aldıkları eğitim. Burada İslam eğitimi de almışlar. Coğrafi olarak mümkün değildir. Zagroslar, Silopi’den başlayarak dağ silsilesinin ortasında. Coğrafyayı ikiye ayıran yok. İletişim bu teknolojiye rağmen hakim olunması güç bir alandır. Dağlı halk olarak bilinirler. Dağların eteğinde yaşıyorlar. Zagrosların güneyi ve eteğinde yerleşik yaşam kurmuşlardır. Bunları niçin anlatıyoruz. Selçuklu yapamıyor, Bizans yapamıyor. Hiç kimse feth edemiyor. İslamı kültür olarak almışlar. IŞİD’ten, cüppeli hocadan, TRT veya diyanetten öğrenmemişler. İlk dönemlerden ne öğrenmişler ise o saf hali ile korumayı başarmışlar. Arkasında Erdoğan vardı İslamı çarpıtan, rant, güç kullanan hiç kimse kendi islam anlayışını bu topraklarda egemen kıllamamıştır. Fethullah Gülen’e de devlet de göz yummuştur. Yeter ki Kürtleri fethetsin. Ne yaptılar ettiler edemediler, bu sefer dini satmaya geldiler. Sonra Fethullahçılar da defolup gittiler. Ayırca başaramazlar. Oraya damgasını vuran bir dayanışma, dürüstlük, doğruluk kültürü vardır. Bu kültüre göre Kürdistan coğrafyasında kadın erkek yan yana olur. Halayda yan yana olur. Orada İslamın formu ile Kürt kültürü ile bir sentez oluşturulmuş. Bir yaşam formu oluşturulmuş. O yüzden Gülen ve ekibi saldırı ve tehditleri yaparken arkasında Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti vardı. Ergenekon davası gibi pek çok dava bozuldu ancak Kürtlere yönelik açılan davalar devam etti. Bu davaları açanlar darbeci olsa bile devam eder. Şimdi “ne olmuş? Kürtlere dava açmış, o kadar da olsun” diyorlardır. İşkenceci Esat Oktay Yıldıran’ın ismi bir okula verilmiş. Yıldıran tarafından işkence gören pek çok Kürt siyasetçinin görüntüleri paylaşıldı. Ayrıca partimizin genel merkezinin önüne de sarı torba atıldı. Bizim arkadaşları teröristlikle suçluyorlar. Allah billah aşkına burada hepsini dinlediniz hiçbiri ötekine düşmanlık yaptı mı? Tek bir kelime duydunuz mu? Ama algı yaratılıyor. Bu davayı ilgilendiren en önemli kısım budur. Algı. Algı, İletişim Başkanlığı binasında yürütülüyor Algı ise iletişim Başkanlığı binasında 7/24 üç vardiya olarak yürütülüyor. 24 saat binlerce personel, bakanlık bütçesi kadar bütçe ne yapıyorlar? Ben söyleyeyim bu dava başta olmak üzere algı yaratmak için bir operasyon ekibi var. Çıksın inkar etsin Erzurumlu Kürt Fahrettin. Senin istihbaratçılarla, sosyologlarla, beden dili uzmanları dahil olmak üzere pek çok işin erbabı kişi ile emniyetten, istihbarattan gelen verileri derleyip toplayıp algı yarattığını biliyoruz. Hatta hangi spot ile linc edilecek kişi üst katta belirleniyor. Bunları biliyoruz. CNN Türk, Habertürk ve diğer TV’lileri kontrol eden masanın olduğunu biliyoruz ve en güçlü bilgisayar sisteminleri de burada. Türkiye’nin de içinde olduğu bir proje kapsamında Barcelona’da bilgisayarlar inşa edildi. Bu bilgisayarlar normal bir bilgisayarın 42 yılda yaptığı bir işi bir saniyede yapıyor. Sosyal medyada paylaştığımız sağlığımız, cinsiyetimiz, attığımız tweetler, doğum günümüz, taziyelerimiz, yediğimiz içtiğimiz, alışveriş her şeyi ama her şeyi bu bilgisayara yüklediğiniz zaman örneğin deseniz ki ‘bu akşam mahkeme başkanı ne yiyecek’ yüzde 99,9 ne yiyeceğini bilir. Çünkü elindeki veri ile bunu biliyor. Eşinizin yaptığı alışverişi biliyor. Dün ne yaptığınızı biliyor. Eşiniz bir yemek paylaşımı yapmışsa biliyor. Hatta daha da korkuncu gelecekteki olası davranışlarınızı biliyor. İşin ürkütücü yanı ne yapacağını yönlendirebiliyor. Öyle ki kuru fasulye yapmak istiyorsanız bu bilgisayar bamya yemeğini size yaptırabilir. Gün içerisinde bamya bamya önüne çıkarıp durur. Ya da çocuğunuzun önüne çıkarıp çocuk ‘anne bamya bamya’ der. Eşiniz de bunu yapmak zorunda kalır. Toplumu algı ile yönetiyorlar Fahrettin Altun da günün konusuna bakarak, kimin linç edileceğine karar veriyor. Her şeyin ayrı bir birimi var. Bir toplum farkında olmadan algı ile yönetiliyor. Şimdi biz bu davada yargılanıyor ve anlatmaya çalışıyoruz. Herkesin hesabını iyi yapması lazım. Çağ algı çağıdır. Eski tarz ve yöntemler ile faşizme karşı mücadele edilemiyor. Bu fezlekeleri cemaatler yazdı. Cemaatçi polisler tutanak tuttu. İddianameyi hazırlayan savcı cemaatçi çıktı. Şu anda bir mahkemede yargılanıyoruz, hakimler cemaatçi değil herhalde sanırım olsa ortaya çıkardı. Adalet yok, algı ve siyasi çıkarlar var İçinde şiddet olmayan bu konuşmalar nedeniyle savcı bizim cezalandırılmamızı istiyor. Belki rahatsız olduğunuz şeyler vardır. Öyle bir algı oluştu ki belki bundan dolayı rahat da değilsiniz. Belki de Fahrettin iyi çalıştı deyip ‘işimiz kolaylaştı’ diyorsunuz. Adalet falan yok algı var. Siyasi çıkarlar var. İktidarın kendi iktidarını sürdürebilme beklentisi var. Bunu da her gün söylüyorlar zaten. Örneğin Bahçeli açık açık söylüyor. AYM’ye ‘Kandil’in arka bahçesi’ diyor. Ben onların yerinde olmak istemezdim. AYM’ye nasıl der bunu Bahçeli? Bunu yaparak tam olarak neye hizmet ediyor? AYM’yi gözden çıkarıyorlar. Şimdi Türklerde devlet töredir. Töre önce gelir. Türkün tanrısı devletir. Türkün Allahları da devlettir. Peki niye devletin Anayasa Mahkemesi’ni bu hale getiriyorlar? AYM’yi gözden çıkardıklarına göre daha büyük bir şey kazanıyor olmalılar.” Kürtler, Türkiye’yi demokratikleştirme iddiası ile yürümeye başladı Demirtaş, bu durumun nedenleri arasında Kürtlerin verdiği mücadele olduğuna işaret etti. Demirtaş, “Kürtler binlerce yıl sonra Anadolu coğrafyasında merkeze oynuyorlar. Merkez siyaseti yapıyorlar. Onların belirlediği çeperden çıktılar. Bütün Türkiye’yi demokratikleşme iddiası ile yürümeye başladılar. Onlar (devlet) açısından tehdit büyüktür. Bu nedenle AYM de parlamento da gözden çıkarılır. Yeter ki bu HDP merkezi olmasın. Arkadaşlarımıza uyarımdır; HDP’den sapma bunlara hizmet eder. Beklentileri bu yöndedir. Öyle yaparsak bize karışamazlar. ‘Kendi mahallende oyna arada bir bomba atar, döveriz ama mahallende oyna’ diyorlar. Ama herkesi yönetmeye talibiz dersen Türk devlet aklı devreye girer. Sen devleti soyup soğana çeviriyorsun. Bırakın bir on yıl yönetelim halk görsün. Çünkü biliyorlar ki gelsek bir daha esameleri okunmayacak. Halk demokrasinin tadına varsa bir daha vazgeçmez. Biz devlete karşı hükümete karşı en büyük demokrasi savaşını içimizde yaptık hala yapıyoruz. Demokrasi için bedel ödüyoruz Bizim partimizde kimse kimsenin önünde eğilmez. Ben partide eş başkan iken yaptığım her hata arkadaşlarım tarafından eleştirildi. Biz demokrasi için bedel ödüyoruz. Onun bunun kara kaşı, kızıl sakalı için bedel ödemiyoruz. Bir başka konuşmamda sarf ettiğim gerilla kelimesi suçlama konusu yapıldı. Bu bir suç değildir ve gerilla gerilladır. Güney Amerika’da da burada da anlamı aynıdır. Bir kişi yaptığı terör eylemi nedeniyle terörist olarak görülür. Bu bir polis de olabilir bir sivil de olabilir. Aynı zamanda bir devlet de terör eyleminde bulanabilir. Bir de Kürdistan ifadesi var. Açıkçası buna dair suçlamanın olmasından utanıyoruz. ‘Kürdistan yok’ diyenler var. Bu utanç verici bir durum. İnsan vatanını, dilini savunur bu milliyetçilik değildir. Eğer dilini ve milletini birinden daha üstün görürsen bu milliyetçiliktir. Biz sokakta biz Kürdüz deyip bağırmıyoruz. Biri Kürt, Kürdistan olmadığını söylediğinde varız diyoruz. Yüz yıldır bunun için çalışılıyor. Şu anda İletişim Başkanlığı bunu sürdürüyor. Yıllardır burada kendimi paralamamın nedeni budur. Daracık hücreden bunu görüyoruz. Gelinen süreç ortada. Bazı arkadaşlar ‘popülist’ deyip duruyor, ‘Partinin önüne geçti’ diyor ama gelinen süreç ortada.” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-biz-turkiye-yi-yonetmeye-baslarsak-demokrasi-gelisir-zulum-iktidari-biter/17571// | başlık = Demirtaş: Biz Türkiye'yi yönetmeye başlarsak demokrasi gelişir, zulüm iktidarı biter | yayıncı = HDP | tarih = 29 Aralık 2023 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} ==2 Ocak== ''(Duruşma başlamadan önce avukatlar ve katılımcılar SEGBİS'le Demirtaş’a başsağlığı dileğinde bulundu. Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş Diyarbakır’dan SEGBİS ile bağlanarak Demirtaş’a başsağlığında bulundu ve “Binlerce insanla babayı son yolculuğuna uğurladık. Binlerce kişi katıldı, herkesin sana selamı var, taziyelerini bildirdiler” dedi. Demirtaş da herkese teşekkür ederek taziyeleri kabul etti. Mahkeme başkanı da başsağlığı dileğinde bulundu.)'' ''(Paul Auster’in, “Yalanı geri alamazsın, gerçek bile yetmez bile buna” sözlerine atıfta bulundu.)'' Bu kumpas davasında saf katışıksız bir yalan var. Biz yıllardır gerçekleri anlatarak yalanı anlatmaya çalışıyoruz. Yalanın geri alınamayacağını biliyoruz. Bu yalanın sahiplerinin mazoşistçe bir haz aldıklarını biliyoruz. Biz de boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız. Tarihi yalanları bir kez daha ifşa edeceğiz. Savunmamı, okuma yazması olmadan alın teriyle 7 çocuk yetiştiren babama, Tahir ustaya ve bütün anne babalara ithaf ediyorum. Türkiye’de ve dünyada siyasetin etkisi azaldığı. Bizler siyasetçiyiz, siyasetin değiştirici gücünü öne çıkarmaya çalışıyoruz. Polonyalı düşünür Bolman şöyle der: ‘İnsan ilişkilerinin kırılgan olduğu günümüz dünyasındaki ilişkileri tanımlayacak gerçek kavram likit modernliktir.’ Siyasetin eli kolu bağlı, insanlar siyasete güvenmiyor, çünkü siyaset insanlara beklediğini veremiyor. Türkiye’de siyaset neden çöktü, güç kimin elinde, bizi hapiste tutan kimdir, hangi güçtür? Biz tarihi gerçekleri ne unutacağız ne de unutturacağız. Bu dava vesilesiyle gerek insanlık tarihinin gerek halklarımızın tarihinin bir kez daha gün yüzüne çıkması için elimizden geleni yapacağız. Binlerce insan elmanın düştüğünü gördü ama sadece Newton nedenini sordu. Newton'un yerçekimi kuramına ulaşana kadar sorduğu soru “Neden?”dir. Biz de soruyoruz; neden bize bu kötülükler yapılıyor, neden bu kadar saf ari kötülük yapılıyor? Yıllardır bunları anlatıyoruz. ‘Pantolonu kazak gibi başınızdan çıkaramazsınız’. Bu da Murat Menteş romanından bir alıntı. Bu kumpas da pantolonu başından çıkarmaya çalışanlar gibi ayaklarına dolaştı. Karmaşayı yaratan biz değiliz, ters yüz olan her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Öyle ki bu mücadele bizi demokrasi ve insan hakları uzmanı haline getirdi. Tabiri caizse bu yargılama süreci bilgeleştirdi bizi. Biz işe yarasın diye uğraşıyoruz. İnsanlar da toplumlarda devletler de olgunlaşma çağını yaşarlar, esas bilgiliğe o zaman ulaşırlar ama çoğu zaman işe yaramaz. Ama çoğu zaman toplumlar da bireyler de ergenlikten çıkmadan, haddini bilmeden ölürler. Hiç değilse biz bu dava nedeniyle insan hakları ve barış konusunda ulaştığımız bilgeliğimiz bir işe yarasın istiyoruz. O yüzden susmuyoruz, o yüzden inatla konuşmaya devam ediyoruz. ''(İnsanlık tarihine ilişkin tespitlerde bulunan Demirtaş, tarihteki belirsizliklerin yine tarih aracılığıyla netleştirilebileceğine dikkati çekerek, “Yaşadığımız anın bir gün tarihe dönüşeceğini bilerek yaşayabiliriz” dedi. Tarih boyunca en büyük düşünürlerin, “kendini bil ya da haddini bil” düsturunu benimsediklerini belirten Demirtaş, “Biz de kendimizi, haddimizi bilerek başlayalım. Bugün yaptığım konuşmaları bir ağır ceza mahkemesinde yapmak trajik olsa da bu benim tarihe ve topluma borcumdur. Bugün kötülüğün kaynaklarını anlatmaya çalışırken, saf kötülüğün kaynaklarına dikkat çekeceğim” dedi. Dünya genelinde 4200 farklı dini grubu olduğunun ve bunların başka inanç ve mezhebin kötülüğünü vaaz etmediğinin altını çizen Demirtaş, bütün düşünce akımlarının, sanatın, kültürün de iyilik iddiasında olduğunu belirterek, “Peki, bütün bunlara rağmen neden bu kadar kötülük var? Ya biri bize yalan söylüyor ya da başka bir durum var” dedi.)'' ''(Demirtaş kimi tarihi kaynaklardan alıntılar yaptı.)'' Gezegenin asıl tarihi insanın ortaya çıkışıyla başlar. İlk insanlar hayvanlar gibi açıkta çiftleşiyor ama yavaş yavaş insanın zekası gelişiyor. Avcıyı çoban, yaban sürülerini kabile, kabileleri millet haline getiriyor. Ama insan savaşmak, daima savaşmak, sonsuza kadar savaşmak zorundadır. İlk savaşı doğaya, vahşi hayvanlara karşıdır. İnsan hep bir savaşçı olacak ve kahraman olacaktır. Nihayet kralları ve tanrıları ile savaşacaktır. Ölülerin ve tanrıların resimlerini taşlara oyacaktır ama insan ve insanlar arasındaki savaş hiçbir zaman son bulmayacaktır. Krallıklar kendileri arasında savaşacaktır, güçlenecek, zayıflayacak ve son bulacaktır. Doğu batıya, Afrika Avrupa’ya, kıtalar kıtalara karşı savaşacaktır. Çöken, yıkılan şehirlerin yerlerine yenileri kurulacak. Gömülmüş şaheserler ışığa kavuşacak. Şairler gariplerin, mağlupların destanlarını yazacak. Filozoflar Pîrsus kıyılarında, Atina temelleri altında dünyanın özünü arayacaklar. Akdeniz'in güzel köklerine bakan açık hava tiyatrolarında bakireler ve ihtiyarlar korosu amansız kaderden şikayet edecekler. Katedraller, amfiler, adalet sarayları yükselecek ve bütün bu dağınık mucizeler üzerinde zaman zaman saz şairlerinin şarkıları duyulacak. İnsanlığın gelişim süreci dünyanın farklı coğrafyalarında benzer ilerler. Birçok yerde benzer süreçlerden geçerken birbirimizden haberimiz bile olmaz. Farklı diller, farklı kültürler ve farklı diller geliştirirken de birbirimizden haberdar değildik. Ne zamanki nüfus doyamayacağımız kadar kalabalıklaştı ve yakınlıkla karşılaştık işte o zaman başka topluluklarla ticarete ve savaşa başladık. Ancak hep bir aynı motivasyonla, aynı amaç doğrultusunda savaştık. Başka toplumların mallarına ve topraklarına el koymak için. Bizi birleştirecek daha güçlü moral değerlere ihtiyaç duyduk. İşte o zaman etnik kimlikleri, halkları ve ulusları icat ettik. Sonra bu kimlikleri dinle, bayrakla, şanlı tarihlerle, devletle, zaferlerle yücelttik. Öyle abarttık ki bir noktadan sonra kendi icadımız olan kimliklerimizin tutsağı haline geldik. Tıpkı parayı icadımızda olduğu gibi. Biz onu kullanmak için icat ettik ama bir süre sonra o bizi kullanır hale geldi. Bütün bu hengame, savaş, kan, gözyaşı, kıyım ve korkunç acıların; kimliklerimiz, inançlarımız, onurumuz için yaşamamız için gerektiğine sadece 5 bin yıl içinde iman edercesine kesin ve geri dönülmesi imkânsız şekilde inandık. Oysa biyolojik 15-20 bin yılda ancak bir milim evrimleştik. Biyolojimiz son 5 milyon yıldır olduğu gibi son 5 bin yılda da aynı kaldı: Karnını doyur, üre, yaşa ve bunun için savaş. İnsanlık doğadaki her şeyin hâkimi olduğuna inandı ve inandırıldı. Biz kendi etik değerlerimizi yitirdik. Kendi icat ettiğimiz kötülüğü büyüttük. Gramsci’nin dediği gibi: Ey ahkâm bir tek sen kötüsün. Barbarlık, vahşilik diyoruz ya yanlış, biz barbarken, vahşiyken bunları yaşamıyorduk. Medeni olduğumuz için bunları yaşıyoruz. Bugün Kürdistan’da, Rojava’da yaşanan kıyım vahşilik barbarlık değil. Medenileştiğimiz için bunlar yaşanıyor. Kötülüğü yaratıp başka bir şeyi keşfettik. Erdemi, etik değerleri keşfettik. Çünkü hiçbir güç içimizdeki özgür ruhu engelleyemez. Modernitenin bize dayattığı şey toplumsallıksa, bunun da yolu etik değerlerdir. Bizi bir arada tutan şey anayasa değil yasalar değil. Bugün Van Bahçesaray’da yolların 6 ay kapalı olduğu bir köyde insanlar birbirini boğazlamıyorsa, malını mülkünü gasp etmiyorsa, bunun nedeni TCK değil evrensel erdemliliktir. Medeniyetin var olduğu günden beri bir yandan da erdemlilik akar ve gelişir. Bu davada medeniyetin iki ayrı nehri birbiriyle çatışıyor: Kötülük ve erdemlilik. Bütün bu kötülüklerle baş etmenin yolu olarak bizi özgürlüğe zorlayan, doğal halimize zorlayan, öte yandan kültür olarak bizi sınırlayan dine ve ideolojiye karşı beynimiz sürekli isyan eder. Bütün yarattığımız çatışmanın altında yatan neden budur. Bedenimiz ve kültürümüz çatışır. Bütün bunlar edebiyata, sanata dönüştü. Başka türlü ruhlarımızı iyileştiremiyoruz. Geri dönüp edebiyata, sanata ve müziğe sığınıyoruz. Çünkü ruhumuzun yarattığı gerilim başka türlü dinecek gibi değil. Biz barbar vahşi halimizden çıkmadan, şu anda uzaya gidebilecek teknolojiyi yarattık. Biyolojimiz milyonlarca yıl önceki biyolojidir. Bir lokantanın önünden geçerken biyolojimiz, ‘o kebabı al ye’ der ama medeniyet ‘paranız yoksa yiyemezsiniz’ der. Halkımız anavatanımızda karnını doyurmak ve yaşamak istiyor. Türkler de bin yıl önce geldi. Onlar da karnını doyurmak ve yaşamlarını sürdürmek istiyor. Tıpkı Fransızlar, Almanlar, Yahudiler, Aborijinler ve Afrikalılar gibi. Hepimiz karnımızı doyurmak ve neslimizi sürdürmek isteriz. Herkes haklıdır ama güçlü değildir. Doğada sadece güçlüler ayakta kalıyor. Hani kültür icat etmiştik, ona ne oldu? Ahlak ve erdeme ne oldu? Kültüre göre haklı olan biziz. Sizin ve benim mensup olduğumuz devlet, bizim anavatanımızı zorla işgal etmiş. Erdemlilik anlaşmasını bozan devlettir. Burada bir suçlu aranacaksa o biz değiliz, biz bunun mağduruyuz. Bizim de hatalarımız oldu. O da doğrudan ve hakikatin peşinden gitmeme gibi hatalarımızdır; erdemlilik sözleşmesini ihlal ederek binlerce yıllık bir arada yaşama akdini bozanlara karşı direnmemizdir. Bugün yargılanmamızın nedeni budur” şeklinde konuştu. Erdemlilik sözleşmesinin bozulmasıyla insanların binlerce kez isyan ettiğini hatırlatan Demirtaş, “Dünyanın her yeri sömürgeleştirildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa’nın zenginliğinin, Kanada’nın zenginliğinin temelinde Asya ve Ortadoğu’nun sömürülmesi yatar. Bu sözleşmeyi bozanlar suçludur. Afrikalılar, Asyalılar, Mezopotamyalılar suçlu değil” diye konuştu. Daha genç bir avukatken Lizbon'da bir sempozyuma konuşmacı olarak katıldım ve oradaki parlamentoyu gezdim. Görkemli bir parlamentoları var. Beni gezdirdiklerinde bir yandan da anlatıyorlardı. Şu mermerler, sütunlar Afrika’dan, şuradan, buradan vs. diyorlardı. Bunu anlatan sosyalist bir milletvekiliydi. ‘Size ait bir şey var mı?’ diye sordum. ‘Hepsi bizim’ diye baktı. 'Çalmadığınız, size ait olan bir şey var mı' diye sordum tekrar. Adamın kafasına dank etti. Dünyanın her yerinden çalıp getirmişler, bizim diye övüne övüne anlatıyorlar. Çünkü etik sözleşmesini bozdu İspanyollar ve diğer ülkeler. Bugün göç dediğiniz, zorunlu göç dediğiniz şeyde de çaldıklarınızın peşinden geliyor insanlar. Çünkü zenginlik dediğiniz şeyler zaten o insanlara ait. Biz buna emperyalist sömürü diyoruz. Konuşmalarımızda bunlar var. İspanya Batı Sahra’dan çekilirken arkasından bir avukat, bir doktor bıraktı. Avrupa oradan sömürdüğü altın, petrol ve madenle zenginleşirken dünyanın doğusu geri bırakıldı. Güç sizin elinizde değil, iktidarın da elinde değil, güç uluslararası güçlerin elinde. Bu dosyada da bizim tutuklu kalmamız lazım ki Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün. Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün ki bu uluslararası güçlerle işbirliğini sürdürsün. Avrupa Konseyi, Avrupa burada olup bitenlerin farkında. ''(Demirtaş Batılıların sömürge tarihine ilişkin anlatımlarını sürdürdü ve dünyadaki inançların ve dinlerin iyilik vaaz etmesine rağmen kötülüğün devam etmesine bir kez daha işaret etti.)'' O zaman neden bu kadar kötülük var? Siyasal İslam’ın bu konudaki rolünü anlatmıştım. Bunları anlatmaya devam edeceğim. Birbirini boğazlayan İrlandalı Katolik ve Protestanların çoğu İncilin 10 emrini bilmiyor. Yalanın üzerine kurulu bir düzen var. Din uğruna, inanç uğruna birbirini kesmeyen kalmadı. IŞİD’lilere sorun bakalım İslam adına tam olarak neyi biliyorlar. Ya da sokağa dökülen linç güruhlarına, Genel Merkezimizin önüne gidip sarı torba bırakan gruplara bir sorun bakalım uğruna uğraştıkları dinin ve kimliğin ne kadar farkındalar. Farkında değiller. Bunlar sadece karnını doyuran, neslini sürdürmeye çalışan gruplardır. Homo Sapiens bunlar. Kültürle alakaları yoktur. Erdemlilik sözleşmesi bozulmuşsa bir arada yaşamanın imkânı yoktur ki onu bozan da biz değiliz. ''(Psikolojik olarak insanların şartlanmışlığına da işaret eden Demirtaş, “Binlerce kez insanların beynine tehdit uyarısı gönderildiyse onu tehdit olarak algılar” dedi.)'' Binlerce kez Kürtler tehdit olarak gösterildiyse, o artık tehdittir. Komünistler tehdit olarak gösterildiyse, onlar tehdittir artık. Erdoğan, AKP’li yetkililer, İletişim Başkanlığı seçim sürecinde binlerce kez bunu yaptılar. ‘Demirtaş, Kürtler tehdittir’ mesajı verildi. Yaptığım alıntıda da olduğu gibi yalanı geri alamazsın, gerçek bile buna yetmez. İktidarın kötülüğüne işaret eden ve “Bunların medeniyetle ilişkisi var mı? Evet, var. Medeniyet tam da budur” diyen Demirtaş, “Neyi paylaşamıyoruz? Biyolojik olarak ihtiyaçlarımız bellidir; karnımızı doyurmak, neslimizi sürdürmek ve hayatta kalmak” dedi. “Ermişler ve bilgeler neden az konuşur? Çünkü her şey açıktır, susarak bile anlatabilirsiniz” diyen Demirtaş “Haddini bilmek her şeyi bilmektir. Cahiller o nedenle dünyanın en tehlikelileridir. Kimiz, neyiz, nereden geliyoruz bunu bilmek yeterli. İnsanlık bunun üzerine düşünmüyor bile. Bu dava vesilesiyle o yüzden bunu tekrar tekrar hatırlatıyoruz. Neden bu kadar saf, katışıksız kötülük yapılabiliyor? Yeryüzüne hiçbir zaman iyilik hakim olamıyor ama kötülük de hakim olamıyor. Yaşam iyilik ve kötülüğün savaşıdır. Vazgeçtiğimiz an kötülüğün çağı başlar. Vazgeçmemek o nedenle çok önemlidir. Erdemi savunan biri olmalı ki bir sonraki nesle devredebilelim. Bizi ekmeğe muhtaç edip bize ekmeği çalmayı yasaklayanlar tarlayı, fırını çalmış. Hatta ülkemi, anavatanımı çalmışsın. İşte buna itiraz edemezsin diyor. Kürdistan diyemezsin diyor” diyen Demirtaş, “Çünkü erdemlilik sözleşmesinin kuralları geçerli değil, güç geçerlidir. Biz erdemliliği savunuyoruz ve daha ilk günden erdemliliği savunduğumuz için kazandık zaten. Davanın sonucu belirlemeyecek kazananı. Biz iyiliği ve doğruluğu savunduğumuz için daha ilk günden kazandık. Bunun da bir bedeli var ve bunu ödemeye devam ediyoruz. En büyük hırsızlar bankacılardır ya en büyük hırsızlar o yüzden her zaman devleti yönetenlerdir. Cezaevlerinde büyük hırsız bulamazsınız, onlar küçük hırsızlardır. Karnını doyurmak için, ailesini geçindirmek için çalmıştır. Kendisine ait olanı almak için yanlış bir yol seçmiştir. Hırsızlığı meşrulaştırmayalım ama gerçek budur. Dünyanın en büyük teröristleri emperyalistlerdir. ‘Ben bu teröristi bırakmam’ diyenler emperyalistlerle sarmaş dolaş değil mi? Amerika’nın, İsrail’in yaptıklarını saymayalım. Sonra bunlar kameraların karşısına geçip masum halkı terörist olarak ilan ederler. G-20 katiller zirvesidir, BM öyledir, Netanyahu katildir, HAMAS katildir ama Filistin halkı, İsrail halkı, Kürt halkı mazlumdur. Halkların diline ve kültürüne el koyanlardır katil olanlar, biz değiliz. Biz sadece halkımızın onurunu ve kimliğini savunduk, halkımızın kendi topraklarında insanca yaşama hakkını savunduk. Buradaki hangi Türk ve Kürt arkadaş kimin hakkına el koydu? Devleti de yönetmedik. Gültan ablayı yolsuzlukla, Türkçe tabelaları belediyeden sökmekle suçlayabilir misiniz? Burada Türkçe konuşulamaz diye suçlayabilir misiniz? Hayır ama ben size binlerce böyle faşist belediye başkanı sayabilirim. Kesk u sor u zeri söktüler, trafik lambalarını yasakladılar. Kim suçlu? Kimin tavuğuna kış dedik? Vatan bizim, toprak bizim, emek bizim. Ankara’yı mı işgal ettik? Gelip orada halkın dilini, kültürünü, inancı mı yasakladık? Türkler işgale karşı çıktılar mı? Yunanlılar, İngilizler vardı ve Türkler buna karşı direndiler. Kürtler direnince neden terörist oluyor? Üstelik siyasetle, lafla direnmiş. ‘Bu kadarı bile senin için ölüm fermanıdır’ denildiği an erdemlilik sözleşmesi bitmiştir. Yalan, iftira budur. Bize yönelik tarihi ve güncel yalanların kaynağı budur, saf kötülüğün kaynağı budur. Daha büyük kötülük nasıl yapılabilir dediğimiz an devreye giren budur. Arkadaşlarımız suçsuz yere tutuklu, bunu bilmeyen mi var? Dini sömürenler, Allah’ı kandırdığını düşünenler secdeye giderken Allah’ı düşünmüyorlar. İddia ediyorum; secdeye giderken ihale düşünüyor. İşte bunu sağlayabilmesi için de hepimizin içeride kalması lazım. Gezi Direnişi tutuklularının içeride kalması lazım. Çünkü sözleşmenin ihlal edildiğini, buna karşın kıyamet kopmadığını göstermek istiyorlar. Neden AİHM kararı uygulanmıyor, neden AYM kararları uygulanmıyor? Niye arkadaşımız (Can Atalay) bırakılmaz? Çünkü AYM kararı uygulanmayınca kıyamet kopmaz. ‘Biz daha çok yapacağız bunu, yani erdemlilik sözleşmesini bozuyoruz, size bir şey olmaz yandaşlarımız’ diyorlar. ‘İhale almaya, 5 maaş almaya devam edeceksiniz. Kıyamet kopuyor mu, hayır. Sizinle aramızdaki bağ Anayasa değil, para akışı devam ediyor. Anayasa ihlal edildi diye isyana paniğe gerek yok. Bunları yapmaya devam edeceğiz, haberiniz olsun’ diyorlar. Mesele Can Atalay değil. Daha çok ihlal yapacaklar. Yasalarla, Anayasaya aykırı ihlaller yapmaya hazırlanıyorlar. İşte Gültan Kışanak 7 yıldan fazla tutuklu. CMK’da yazıyor en fazla 7 yıl kalabilir. Kalabilir, isyan mı edilecek, aman. İslam inancına göre ölen kişi, cemaatle cenazeye gider ve cemaat dağıldıktan sonra başı taşa değdiğinde öldüğünü anlar. O günkü toplum da sıra kendisine gelince öldüğünü anlayacak. Ama günü gelince mutlaka iyilik hakim gelecek ve hep denildi ya dünya iyiliğin yüzü suyu hürmetine dönüyor, biz de iyilik kazansın diye burada direniyoruz. Demirtaş hukukçu tanımı yaparak, “Adaleti çıkarırsanız sizden hukukçu olmaz, kasap olur kasap” diyerek şunları söyledi: “Hepimiz yoksul çocuğu olarak okuduk ve hakim, savcı, avukat olduk. Zenginlerin çocuğu hakim, savcı olmaz. Bakın babam 7 çocuğunu okuma yazma bilmemesine rağmen okuttu. Hepinizin babası, annesi öyle. Annem gece yarısına kadar başkalarının elbiselerini dikti. Bizi okutmak için yaptı bunu” şeklinde konuştu. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-boyun-egmeden-acilarimizi-bal-eyleyerek-durusumuzu-koruyacagiz/17572/// | başlık = Demirtaş: Boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız | yayıncı = HDP | tarih = 2 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} İki ayrı halkın tarihinden, iki ayrı halkın sosyolojisinden bahsediyoruz. Son 100 yılda Kürtler ne yaşıyordu, Türkler ne yaşıyordu, neden tarihlerimiz birbiriyle çatışıyor, bugün nasıl bunları çatıştırmadan düzenleyebiliriz bunları anlatacağım. Kürtlerin tarihi anlatılmıyor. Kürtlerin tarihi, yaşadığı acıları bilinmez. Bir Kürtler bir de onları yakından takip eden dostları bilir. İnkılap tarihi kitaplarında birkaç yerde Kürtlerden bahsedilir, o da zararlı cemiyetler olarak. Kürtlerden hiçbir yerde iyi bir şekilde bahsedilmez” dedi. 1514’teki Çaldıran Savaşı ile birlikte Kürtlerin coğrafyasının ikiye bölündüğünü anımsatan Demirtaş, “Kürt tarihinde de tartışmalı bir kişilik olan İdris-i Bitlisi hem Yavuz Selim’e danışmanlık yapar hem de savaşın akıl hocalığını yapar. Çaldıran Savaşı Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanır ve Kürdistan coğrafyası de facto olarak ikiye bölünür. Daha sonra bunun resmileşmesini 1639’daki Kasrı Şirin Anlaşmasıyla görürüz. Ama aşağı yukarı 1514 yılından beri Kürdistan coğrafyasının 3’te biri İran Safevi Devleti’nin sınırları içerisindedir. Daha sonra Kürdistan tarihinin yazılmaya başladığını vurgulayan Demirtaş, sonrasında yaşanan Kürt isyanlarına dikkat çekti. Demirtaş, Abdülhamit döneminde Kürdistan madalyası bastırıldığını belirterek Osmanlı döneminden beri Kürtlerin özerklik ve otonom örgütlenmelere sahip olduğunu söyledi. Demirtaş, “Kürtler bütün yaşadıklarını yazılı tarihle değil ama sözlü tarih ve dengbejler yoluyla bugüne taşımıştır. Kürtlerin hafızalarında o dönemler dahil her şey canlıdır. Mir Bedirxan, Osmanlı tarafından baskıya uğrar. Mir Bedirxan ihanete uğrayarak yenilgiye uğrar. Mir Bedirxan dönemi Kürt-Kürdistan tarihi açısından önemlidir ve kimi fezlekelerde geçtiği için değineceğim. Bedirxan Beyliği ortadan kaldırılırken Kürtçe, Kürdistan yasaklanmıyor” diyerek Kürdistan’ın emirliğinin Osmanlı tarafından kabul edildiğini söyledi. Hamidiye Alaylarına da dikkat çeken Demirtaş, “Bununla Kürtler kendi örgütlenmelerini korur ama verdikleri zarar çok daha büyüktür. Bugünkü koruculuk sistemine benzer. Kürt aşiretleri Hamidiye Alayları eliyle birbirine zulüm uygular. Hamidiye Alayları Kürdistan tarihinde olumsuz bir role sahiptir ama bunu olumlu bulan Kürt İslamcılar da vardır. Ben olumlu bulmuyorum. Kürdistan tarihine ilişkin anlatımlarını sürdüren ve Sykes-Picot Antlaşmasına da değinen Demirtaş, bugün çizilen sınırların büyük oranda Sykes-Picot Antlaşmasıyla belirlenen sınırlar olduğunu vurguladı ve “1514’te fiilen ikiye bölünen Kürdistan coğrafyası 1916’daki Sykes-Picot Anlaşması ile dörde bölünür. Kürdistan’ın bölünmesi emperyalistlerin bize armağanıdır ki daha sonra kendi hatalarımızla bu sorunu büyüttük” diye konuştu. Demirtaş, 1925’teki Şeyh Said İsyanına da dikkat çekerek, “Kürtler Türklerle birlikte hareket etmemiş olsaydı kaderimiz nasıl olurdu bilemiyorum. Birlikte hareket etmeyi seçtiğimiz için bugün bu trajedi yaşanıyor” şeklinde konuştu. Lozan Antlaşmasına da işaret eden Demirtaş, “Bu anlaşmada Kürtlere yönelik hükümler yer almaz, Kürtlere dair herhangi bir hüküm yoktur. Çünkü İsmet İnönü ‘Ben Kürt ve Türk halkının temsilciyim’ der. Kürt mebuslar bunu teyit ederler. Lozan Anlaşması bir başarı olarak görülür” bilgilerini paylaştı. Şeyh Said’in kafasında büyük bir isyan fikri olmadığını ancak Azadi Örgütünün teşvikiyle ve yanlış anlaşılma sonucu isyanın patlak verdiğini dile getiren Demirtaş, “1925 çok önemlidir, Türk-Kürt ilişkilerinin önemli bir kırılma noktasıdır. Yeni tarih yazımında Kürtler arkadan vurdu yazımına kadar giderler. Burada kandırılan Ankara değil Şeyh Said ve arkadaşlarıdır. Hepsi halifeliğin devamı için savaştılar, hepsine özerklik sözü verildi. Bunlar tarihi gerçekler. İki ayrı anlatı ve iki ayrı duygu kırılması var. Biri için vatana ihanetle suçlanan, öteki için kahramandır. Sabah anlattığım tehlike kodları Kürtler için başka, Türkler için başkadır. Ağrı İsyanı da kanlı bir şekilde bastırıldı. Zilan Deresinde Kürtler katledilir ve orası uzun süre yerleşime kapatılır. 1930’da Ağrı İsyanı başlatılırken Barzani öncülüğünde Irak’a karşı isyan başlar” diye anlatımlarına devam etti. Dersim Katliamının da Kürtler için büyük bir kırılma olduğuna işaret eden Demirtaş, “Şeyh Said İsyanına karşı yapılan katliam Sünni Kürtler için, Dersim Katliamı Alevi Kürtler için kırılma noktasıdır. Dersim bir isyan değildir, orada bir isyan hazırlığı da yoktur. Dersim bir ilin ismi değildir, bir bölge adıdır. Kürt Aleviliğinin yaygın olduğu bir bölgedir. Dersim Kürtler için de Aleviler için de özgündür. Dersim bölgesi özerktir ve oradaki katliamın nedeni bu özerkliği dağıtmaktır. Ocak örgütlenmesiyle toplumsal sorunlar çözülür. Dersim Katliamı ile ocak sistemi dağıtılmaya çalışılır. Katliam emri İsmet İnönü tarafından verilir” diye kaydetti. ''(Demirtaş savunmasında 3’üncü Barzani isyanını ve bu isyanın İngilizlerin desteğiyle nasıl yenilgiye uğradığını, 1946’da ilan edilen Mahabat Cumhuriyetini de anlatarak Kürt tarihine ilişkin bilgileri paylaştı.)'' Demirtaş 49’lar Davasına da dikkat çekerek şunları söyledi: “Musul’da içinde Kürtlerin de olduğu bir grup tarafından Türklerin katledilmesi duyulunca, Ankara’da siyasetin havası gerilir ve orada öldürülen Türkmen kadar Kürt öldürülmesi CHP’li bir milletvekili tarafından teklif edilir. Orada katledilen Türkmen kadar Türkiye’de Kürt’ün katledilmesi teklif edilir. Bütün o sessizlikten sonra Kürtler o dönemde Türkiye Kürtleri olarak imza toplar. Bu, uzun yıllar yaşanan sessizlikten sonra Kürtler adına atılan ilk imzadır. Çünkü Dersim ve Ağrı katliamlarından sonra Kürtlerin asimile edildiğine inanılır. Ankara’da tartışmalara sebep olan bu dilekçe sonrasında aralarında Ape Musa’nın da olduğu 50 Kürt ileri geleni, öğrenci, aydın tutuklanır. Biri yargılama başlamadan hayatını kaybeder ve olay 49’lar Davası olarak tarihte yer alır. Yargılamalar uzun sürer. En son zamanaşımından dava düşer. Bu dava Kürtlerin hafızasında önemli yer bırakır. Onların tek suçu imzaladıkları dilekçeye ‘Türkiye Kürtleri’ yazmalarıdır. Ankara’nın tüylerini diken diken etmiştir bu tabir. PKK’nin kuruluşuna, aynı yıl gerçekleştirilen Maraş Katliamına ve daha sonra yaşananlara kronolojik olarak dikkat çeken Demirtaş, “90’da HEP kurulur ve Kürtler haklarını demokratik mücadele yoluyla kazanacaklarına inanır. Bu, Kürtlerde büyük coşku yaratır” dedi. Demirtaş, Vedat Aydın’ın katledilmesine de dikkat çekerek, “18-19 yaşındaydık, Vedat Aydın’ın katledilmesi benim politize olmama neden oldu. Vedat Aydın’ın cenazesinde ben de vardım. Vedat Aydın’ın katledilmesi benim ve Kürtlerin hafızasında önemli bir başka kırılmadır” dedi. Öcalan tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkeslere, bunların boşa çıkarılmasına, parti kapatmalara, failli meçhul cinayetlere, özel savaş politikalarına da konuşmasında dikkat çeken Demirtaş, devletin Öcalan ile İmralı’daki görüşmelerinin de 2000 yılında başladığını belirtti. Daha sonra Türk tarihine değinen ve Jön Türklerin faşizmden sosyalizme, komünizmden siyasal İslam’a kadar her düşünce akımını takip ettiklerini belirten Demirtaş, “Bütün bunlar karışınca ortaya çorba çıktı” dedi. Demirtaş, Kemalizm’in bütün bu akımlar arasında bocaladığını belirterek, “Yaşasaydı bugünkü Kemalizm’i herhalde Mustafa Kemal’in kendisi bile tanımlayamazdı” diye konuştu. Demirtaş Cumhuriyetin kuruluş döneminde faşizmin ve komünizmin revaçta olduğunu ve Türklüğün de o mertebeye çıkarılmak istenildiğinin altını çizerek, “O yüzden hep İtalya ve Sovyet Rusya’ya ziyaretler yapılır. Kadro diye bir doktriner dergi çıkarılır ve o dergide faşizm övülür. Demirtaş, Türklüğün tanımının koşullara göre değiştiğini belirterek “Bazen herkes Türk’tür, bazen sadece Türkler Türk’tür, bazen Kürtler Türk’tür, bazen Kürtler Kürt’tür, bazen Kürtler yoktur. Bazen bütün dünya Türk’tür, bazen Kıbrıs ve Azerbaycan Türk’tür. Duruma göre, ihtiyaca göre değişen pragmatist bir Türklük tanımdan bahsediyoruz” dedi. Demirtaş, Kemalizm’in hiçbir şekilde toplumda tam olarak yer edinemediğini ve ordunun da bu nedenle on yılda bir darbe yaptığını söyledi. Solun da vatan haini olarak beyinlere pompalandığını söyleyen Demirtaş, “Ama bu büyük bir yalandır. Solun hataları vardır ama hiçbir zaman vatan haini değildir. Bu halk için her zaman en büyük bedeli ödemiştir. 1980 Darbesinin asıl hedefi soldur. Kemalist devrim yaptığını iddia eden Kenan Evren, Alevi köylerine camiler inşa ederek ve pek çok benzer uygulamalarla solun yerine İslamcı bir anlayışı yerleştirmiştir. Bu darbe Kemalist bir darbe değil yeşil İslamcı bir anlayışın sonucudur. Bu darbe henüz bitmiş değildir. 1980 Darbesi bütün kurum kuruluşları ve zihniyeti ile devam ediyor. Kürtler sindirilir, Aleviler sindirilir, solcular sindirilir. Cumhuriyetin 3 temel tehdidi sindirilir. Ne zamana kadar, 68’e kadar, öğrenci hareketleri başlayana kadar” şeklinde konuşan Demirtaş, “CHP’nin kafası Cumhuriyetin başından beri karışıktır. Halen de böyledir. Ortanın solundan ortanın sağına kadar savrulur durur” dedi. Demirtaş sol sosyalist mücadele tarihine de değinerek şunları söyledi: Deniz Gezmiş ve arkadaşları Hüseyin ve Yusuf vardır, Mahir Çayan vardır. Kürt hareketinde Mazlum Doğan 24 yaşındadır. İbrahim Kaypakkaya 24 yaşındadır. Bunların hepsi büyük teoriler yazarlar. O yıllarda Türkiye’nin 20’li yaşlarındaki gençleri dünyayı sarsacak teoriler yazdılar ve bunları hayata geçirmek için pratiğe geçtiler. Sonrasında sol kendi içerisinde fraksiyonlara ayrıldı, paramparça oldu. Ancak o döneme damgasını vuran gençler bugün halen Türkiye sol sosyalist hareketinin öncülüğünü yapıyorlar. TİP’in varlığı Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, bunların Kürt hareketiyle ilişkileri kendi içlerinde kıpır kıpır bir tartışma yürütürler. Belki iktidara gelemiyorlardı ama Türkiye’deki vicdanı bozulan erdem sözleşmesini yeniden kurmaya çalışan en önemli düşünce akımlarıydı bunlar. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli yeniden sol ve sosyalist tartışmaları topluma taşımaya çalışmanın yanı sıra Cumhuriyetin hatalarıyla yüzleşmeye de çalıştı. Bu Türkler için ilkti. Mahir Çayan, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını en net ifade eden öncülerden biridir. İbrahim Kaypakkaya aynı şekilde. Bunlar Türk halkının değerleridir. Bunları bugün terör örgütleri diye anıyorlar. Asıl bunlara kıymet vermelidirler. Topal Osman’ı anacağınıza bunları anın diyeceğim ama nereden anlayacaklar. Bunlar anti-emperyalistçilerdi, Kürt halkının dostlarıydılar. Kürt halkı olarak geri dönüp baktığımızda o dönemde anlaşılmayan şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyoruz. Kaypakkaya 24 yaşında Kürtlerin tarihini Kürtlerden daha cesur sahiplenebiliyordu. Deniz Gezmişler idam sehpasına giderken “Yaşasın Kürt ve Türk halkının kardeşliği” diye slogan atabiliyorlardı. Onların takipçileri bugün bizimle HDP’de siyaset yürütüyorlar. Maalesef sol, 1980 Darbesinden sonra uzun yıllar kendisine gelemedi. Nasıl ki Kürtler demokratik siyaset yapmaya çalıştıysa, sosyalistler de bu yolda çok sayıda parti kurdu. Örneğin ESP İslamcılardan çok daha sert ve net bir şekilde 28 Şubat Darbesine karşı tavır sergiledi demokrasiyi savunmak adına. Bütün bu onurlu insanlar bu mahkemelerde yargılandılar, işkencelerde katledildiler ama geri adım atmadılar. Bugün bizimle birlikte hareket ediyorlar, çünkü ortak ve onurlu yaşamın ancak böyle mümkün olduğuna inanıyorlar. Bu bizim için büyük bir onur ve gururdur. Onlar bizi gururlandırdılar, biz de ortak mücadeleden vazgeçmeyerek onların emeğine ve tarihsel mirasına saygılıyız. Demirtaş daha sonra hakkında hazırlanan fezlekelere ilişkin beyanlarda bulunarak, bu fezlekelerin tamamının siyaset yapma hakkına yönelik olduğunu söyledi. 10 no’lu fezlekede, “Kandil’de örgüt yöneticileri ile fotoğraf çekme” suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını belirten Demirtaş, “Propaganda amaçlı değildi. Barış sürecinin ciddiyetini, olabilirliğini göstermek amacıyla yapılan sosyo-psikolojik bir çalışmaydı. Türkiye’de artık silahların susacağını göstermek için çekilmiş bir fotoğraftı. Bir diğer fezleke demokratik çözüm çadırıdır. Bir halk çözüm istiyorum diyor diye nasıl suçlama konusu olur. Bu sabahtan beri anlattığım trajedinin bir başka örneğidir. Ortada bir suç yok, hakkı ihlal edilenler Kürtler. Hakkında hazırlanan fezlekelerin tamamının yürüyüş ve konuşmalardan ibaret olduğunu ve tamamının Kürt sorununun çözümünü içeren konuşma ve eylemlerden oluştuğunu dile getiren Demirtaş, “Bu fezlekeler ifade özgürlüğüne, demokratik eylem hakkına müdahaledir. Bir diğer fezleke gerilla cenazesine ilişkin. Katılmadığım bir eylem ama kumpasın bir parçası olarak buraya sıkıştırılmış” dedi. Demirtaş, “Bu fezlekelerde direniş dediğimiz her şeyin altını çizmişler. Direniş eşittir terör. Bizim jargonumuz farklı, tarih bilincimiz farklı, kullandığımız kavramlar farklı. ‘Barış için direniyoruz. Bu savaşı bitireceğiz, bunun için direneceğiz’ demişiz bunun altını çizmişler. Ben Diyarbakır İHD Başkanı iken İl İnsan Hakları Kurulu kurulmuştu. Vali kurulun temsilcisiydi. Orada yaptığım konuşmada İHD örgütleri dedim diye sözümü kesti Vali, ‘Örgüt demeyin, başka bir şey deyin’ dedi. Abdülhamit’ten beri böyle. Burun kelimesini bile yasaklamıştı kendisi. Biz direniyoruz, hapiste direniyoruz, parlamentoda direniyoruz. Zulme karşı direniş haklıdır, meşrudur. Sen gece gündüz Gazze için direniş çağrısı yapıyorsun, hilafet çağrısı yapıyorsun. O niye suç değil? Biz özerklik isteyince niye suç? Onlarınki barışçıl ise bizimki de barışçıl. Türklerin ve Kürtlerin hafızası başka aktı. Yüz yılda iki ayrı korku ve travmaya sahip halk, aynı ülkenin çatısı altında mecburlar, mahkumlar ve aynı zamanlarda cezalılar. Bizim için ceza gibi ama Türkler için de ceza gibi. Başka bir çaremiz de yok. Türk Devletinin Kürtlere bakışı şöyle: Ya benimsin ya kara topraksın. Slogan yasak, pankart yasak, siyaset yasak, sivil toplum örgütü yasak. Dağa gidince terörist. E siz dik alasını yapıyorsunuz. Şeriatı da hilafeti de savunanınız oluyor. Biz de hakkımızı kullanıyoruz. Bize izin verseniz ölümleri engelleyeceğiz. Parlamento’da Kürtçe konuşmaların engellenmesine de tepki gösteren Demirtaş, “Yahu Süryanice bile konuşturmadılar. 2023 yılından söz ediyoruz, utanç verici bir şey. Özür dilenip el üstünde tutulması gereken inançlar, halklar bunlar ama utanmadan hala onlara hakaret ediyorlar. Yahu bunu alkışlamanız gerekiyor. Bunu yapması gereken adam, ırkçı faşist hezeyanlarla Süryanice konuşanı kovmaya çalışıyor. Anlattığım şey 1800’lerden değil. 1800’lerden anlatmaya başladım. Bitmiyor aynı zihniyet, devam ediyor. Bunu yapan kim, en zengin milletvekili. Kürtçe, Süryanice iki kelime tahammül edememenin adı faşizmdir, ırkçılıktır. Bu fezlekeler işte bu zihniyetle hazırlanmış. Savcının bu fezlekeyi fırlatıp atması lazım. Ama ne yapıyor, kabul ediyor. Ey Savcı, sen kimsin ya! Ben anavatanımda, Kürdistan'ın kalbi Amed’de bunları konuşmuşum, sen fezleke hazırlamışsın! Hepimiz Erdoğan’ın hayranı mı olacağız? O zaman biz biz olmayız, onurumuzu kaybederiz. Kürt sorununun bir tek çözüm yolu var o da Kürt’ün olduğu gibi kabul edilmesi. Türk neyse o, biz Türk’e şekil vermeye çalışıyor muyuz? Bunu yapma hakkımız da yok, böyle bir zihniyetimiz de yok. Türk, Fatih Sultan’ı anmasın, anarsa savcı soruşturma açar. İstanbul Fethi’ni anmayın. Biz tarihteki büyüklerimizi andık diye yargılanıyoruz. Qazi Muhammed’i andık diye suçlama yapılmış. Kürtler kutuplarda halk elde etse bile ona karşı çıkarlar. Bir iglo yapsa Kürtler ve Kürtlerin evidir dese, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kutuplara nota verir. Bahçeli der ki ‘Derhal tuzla buz edilmeli. Omuz üstünde baş konulmamalı. Türk’ün gücü gösterilmelidir’. Yapılmadı mı? Daha sonra Kürdistan’da yapılan katliamların, kolluk güçlerinin yaptığı yazılamaların fotoğraflarını gösteren Demirtaş, “Bunları ben yazmadım. Bunu bir Kürt yapsa lanetleriz” dedi. Bir yazılamadaki “Türk’sen övün, değilsen itaat et" yazısını gösteren Demirtaş, "Yüzyılın özeti budur. Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz” dedi. Demirtaş son olarak taziyeye katılan herkese teşekkür ederek, “Allah herkesten razı olsun”. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-birlikte-yasama-variz-ama-bize-itaati-dayatan-zihniyete-sonuna-kadar-direnecegiz/17573//// | başlık = Demirtaş: Birlikte yaşama varız ama bize itaati dayatan zihniyete sonuna kadar direneceğiz | yayıncı = HDP | tarih = 2 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivengelli = evet}} |telif={{FSEK-32}}}} == 3 Ocak== Dün savunmamı ‘kendini bil’ desturu üzerine kurmuştum. Bugün yine savunmamı ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ temeli üzerine oturtmak istiyorum. Çok kısaca gerçekliğin göründüğü gibi olmadığını size açıklayayım. Öncelikle duyularımız ile elde ettiğimiz veriler beynimize ulaşır ama dış dünyada olan biten her şeyi ne alabilecek duyularımız ne de beynimiz var. Yüzde yüz çalışsa bile bir saniyelik temasta bize dönük akan verilerin bir saniyesinin tamamını alamaz. O nedenle dış dünyaya dair gerçeklik algımız son derece sınırlıdır. Birey olarak iç dünyamıza ve kainata dair bilgimiz sınırlıdır. Biz kendimizi kralı olarak görürüz, insan kendini dünyanın merkezi olarak düşünür ama dış dünya, veriler, bilgiler ve bilimsel işleyiş göz önünde bulundurulduğunda bir noktadan ibaretiz. Çoğu zaman sosyal ve toplumsal olayları incelerken çoğu şeyi algılayamayız. Şöyle tarif edeyim. Herhangi bir nesneye bakıyoruz, ısısını hissediyoruz, nano saniyede bile veri akıyor beynimize. Şu anda heyete bakarken, ekrana bakarken gerçek bilgilerin trilyonda biri bile değildir.” Ben savunmaya başlarken bile edindiğim bilgi şurada gördüğüm bilgi ile sınırlı kaldı. Çok sınırlı bilgi beynime ulaştı. Bu sınırlı bilginin tamamını da alamadım. Bu ortamın fiziki koşulları, kimliğim, yetiştirilme tarzım hepsi bir elek görevi gördü ve gerçek bilginin çok az bir kısmının beyne ulaşmasını sağladı. Bizim, ‘kainat bilgisine sahibiz’ gibi bir iddiamızın olmaması lazım. Bilgi akışkandır, değişkendir. Biz bu verilere asla tamamıyla hakim olamayız. Gördüğümüz şeye hakikat deriz, bilgi deriz ama mutlak değildir. Doğada renk sadece ışıkta var. Ama biz dünyayı renkli görürüz. Şu anda biz renk görebiliyoruz çünkü ışık var. Her elementin ışığın frekansına göre yansıması farklıdır ve bu şekilde oluşan rengi görürüz. Biz her şeyi renkli görürüz, oysa hiçbir şey renkli değildir. Her şey renksizdir. Sadece ışık renk oluşturur. Bu iki bilgiden yola çıkalım şimdi. Sosyal ve toplumsal olaylara ışıksız bakarsanız gördüğünüz her şey yanlıştır. Bugün savunmada değineceğim meseleler de böyledir, gerçeğin çarpıtılmış halidir. Herkes kendi çapında ulaştığı kanaattir. Hendek meselelerinde de böyledir. Bu davada da böyledir. Heyetinizin, bizi yargılayan devletin, hükümetin ve medyanın gördüğü gerçeklik gerçeklik değildir. Barikatlar, hendekler kazıldı, çatışmalar yaşandı. Bunları Demirtaş da savundu, öyle mi? Değil. Biz kendi iddiamızı, iddianamemizi ortaya çıkaralım. Biz suçlu değiliz. Başka suçlular var. En başta suçlama konusu yapılan demokratik özerklik nedir onu anlatarak başlayalım. Biz kafadan mı uydurduk bunu? Seçim beyannamelerimizi hatırlatmak istiyorum. Örneğin Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2010 yılında bir tutum belgesi yayınladı. Başlıklardan bir tanesi demokratik özerklikti. Uzun uzun okuyayım size ama temelinde halkın karar sürecine katılımını savunur. Kapatılan veya değişen tüm partilerimizin savunduğu ve programlarında yer alan hususlardandır. Partimiz kapatıldı ama bu hususlar kapatılma gerekçesi olmadı. Barış ve Demokrasi Partisi sonra kuruldu. DTP’nin seçim beyannamesini köy köy, mahalle mahalle dağıttık 2014 seçimlerinde. Kampanyamızın sloganı bile ‘Demokratik Özerklik ile Özgür Kentlere’ idi. Bu sloganımız yasaklanmadı, yasaklanamaz. Ne de illegalize edilmiş. HDP’yi kurduk. Programını açıp size okuyayım. Bu partimizde de demokratik özerklik kısmı var. Kadın çalışmaları da özgün bir başlıkta yer alıyor. 7 Haziran seçim beyannamesinde de aynı şekilde yer alıyor. 7 Haziran’dan sonra yapılan 1 Kasım seçimlerinde de anadil, kadın başlığı ve özerklik başlığı yer alıyor. Ne demek istediğimizi seçmene anlatmışız.” Demokratik özerkliği bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir taviz vermeden bir düşünceyi siyasi program olarak savunmuşuz. Kadın çalışmalarını, anadil çalışmalarını da savunmuşuz. Partimizin bütün programlarını tüm aşamalarda seçmene vaat etmişiz. Merkezi iktidara gelirsek gücümüz ile yapacağız. Çok sayıda çalıştay yapmışız bu konuda. Dolayısıyla özerklik fikri bir anda ortaya çıkmış, barikat-hendek ile ortaya çıkmış bir şey değildir. DEM Parti programında da vardır. Dolayısıyla özerkliğin terör faaliyeti olarak görülmesi doğru değildir. Şimdi bu hendek-barikat dönemine dönelim. Orada bir terör mü var, yoksa terör mü estirilmiş birlikte bakalım. Ayrıca devlete beğendirmek zorunda da değiliz. Biz halka konuşuruz, devlete konuşmayız. Özerklik bir yönetim biçimidir ve savunulması bölücülük değildir. İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir ki bu da suç olamaz. Nedir demokratik özerklik? Bir yönetim modelidir. Başka bir parti başkanlık sistemini önerir. Bir başkası parlamenter sistemi önerir. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Faşizmi oylamaya götüremezsiniz, ayrımcılığı ve kadın düşmanlığını sunamazsınız ama devlet mimarisi için modelleri sunarsınız. Mesela başkanlık sistemini önerenler ve hayata geçirenler serbest, bir başka modeli savunmak ise suç. Neden? Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de özerklik demiş. Eğer beni duyuyorsa Abdullah Öcalan’a da çağrı yapmak istiyorum. Bence iki kere iki de dört eder de demeli, hayata dair her şeyi söylemeli. Çarpım tablosundan da çıkarılacak mı görelim. Bir fikrin hayata geçme biçimi önemlidir. Eğer şiddet ile hayata geçirirseniz suç olur. Bugün kullandığımız bilimin ve teknolojinin çok büyük bir kısmı Yahudiler tarafından kazandırılmıştır. Şu anda Yahudilerin şirketlerini falan protesto ediyorlar ya bence yerçekimini protesto etsinler. Kuantumu tanımayın ya da uzayı tanımayın. Bir bakalım ne olacak. Mesela asansöre binmeyin, gavur icadıdır. Önünüzdeki mikrofonu icat eden kişi Türk’e karşı olan biri olabilir mi bilmiyorum ama örneğin onu da kullanmayın. Telefonu örneğin kullanmayın. Bir başka şey ile devam edeyim. Hilafeti savunmak, şeriatı savunmak suç değil. Bence de ifade özgürlüğüdür, kesinlikle savunabilirler. Bunu hileyle, suçla isteyenler yapamazlar. Kürtler 100 yıl sonra bir fikir gerçekleştirmişler, anlatmaya çalışıyorlar. Bırakın Meclis’te, basında anlatmamızı, hakimlere karşı savunmak zorunda kalıyoruz. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bugün İstanbul’un ortasında hilafeti savunabilirim, başım okşanır ama Kürtlerin savunduğu bir modeli savunamam. Peki, nasıl bir arada yaşayacağız? Anayasa herkes Türk’tür diyor. Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz diyor. Geriye kalan hiçbir dil anadil değildir diyor. Ortak tarihimiz vardır diyor. Orta Asya’dan geldik, kurt Asena'dan bugüne destanlarımız vardır diyor. Bizi millet yapan ortak değerlerimiz vardır diyor. Bunlar dayatılıyor. Örneğin Topal Osman'dan kıvanç duymalıyız. Bunlar olursa tek dil, tek bayrak, tek millet olarak yaşamak mümkün. İyi de biz bu elbiseye sığmıyoruz. Sığmamız için itiyorlar ama sığmıyoruz. Türkiye’nin yarısı sığmıyor. Olmuyor, niye zorluyorsunuz? Bir Çerkes Türk’üm diyebilir bir Ermeni de diyebilir onu suçlayamayız. Problem de yok burada. Ama Türk değilim diyenler konusunda sıkıntı var. Türk’üm diyenlerin başımızın gözümüzün üstünde yeri var. Kimseye bir şey diyemeyiz. Ben ne olacağım, ben Kürt’üm dediğimde ne olacak? Sorum budur. Devlet şu anda bizi bölücü, terör, işkence, sürgün parantezine oturtuyor. Ben Kürt’üm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkes’im diyenler ne olacak? İşte demokratik özerklik bunun için bir çözüm önerisidir. Anadolu, Mezopotamya, Trakya’sı ile çok kimliklidir. Sosyolojik birliğini hiçbir zaman sağlamamıştır. Buna yeltenenler katliamlar yapmıştır. Ancak hiçbir zaman tek dil, tek millet olamamıştır. Yaşama en elverişli yer burası. Zaten insanlık buradan yayılmış. Kuzeye göç edenlerin teni açık kalmış. Güneye indikçe yoğun güneş nedeniyle oradaki canlıların yaşayabilmesi için tenleri giderek koyulaşmıştır. Ama ilk medeniyet burada kurulmuştur. Kurulduğu yer Mezopotamya Havzasıdır. 20 bin yıl önce dünyanın merkezi burasıydı. Ama asla, hiçbir zaman tek dil, tek kimlik olmadı. Anadolu coğrafyasını tek dil ile yönetemezsiniz. Tek adam ile yönetemezsiniz, tek millet ile yönetemezsiniz arıza çıkar. Kimseye kabul ettiremezsiniz. Duruşma salonunda bulunanlara kabul ettirirsiniz belki. Milyonlarca kişiye, halka kabul ettiremezsiniz. İsyan ederler. Ne lazım bize o zaman, yeni bir model lazım. Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. 100 yıldır bunu tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar, hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur. Neden Türkiye için en uygun model demokratik özerkliktir? Yerelin ihtiyacı her zaman farklıdır, acildir, hızlıdır. Bu talepler de sürekli değişir. O yüzden dünyada bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorundadır. Oysa en çok ihtiyaç duyan coğrafya burasıdır. Herkesi demokratik ilkeler çerçevesinde yönetime dahil etmektir. Herkes bu devlet, bayrak benim diyebilsin diye. Küçük bir elit grup ya da tek adam yönetirse kutuplaşma oluşur. Dikkat edin Kürtler ve Türkler şeklinde de kamplaşma oluşmuyor. İktidar ve muhalefet olarak kamplaşma oluşuyor. İkiye bölünür. Bir belediyemiz vardı bu modeli uygulayacak ama kayyım atandı. Muhtarlara bile kayyım atandı. Herhangi bir yerel yönetim mekanizması diğerine baskınlık, büyüklük taslamaz. Görevleri eşit olmalı ve Anayasada bu eşitlik sağlanmalı. Kimliğe dayalı olmamalı. Bunu biz öneriyoruz. Örneğin federal bir bölge de önerilebilirdi ya da bağımsızlık. Ancak Türkiye’de de demokrasinin gelişmesini istiyoruz. Bu siyaseten de doğrudur ama en çok ahlaki olarak doğrudur. Onun için de demokrasi istemek zorundasınız. Yozgat'ta demokrasi olmaz ise biz rahat edemeyiz. O yüzden geniş bir uzlaşma ile Türkiye’de bunu sağlamalıyız. Bunu savunuyoruz. Genel adalet, güvenlik, sınır güvenliği ve diğer politikalar merkezi parlamentoda olmalı. Yerel meclislerin aldığı her karar Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olmalı. Tabii özgürlükçü bir anayasadan bahsediyorum. Bunlar seçimle gelmeli ve seçimle gitmeli. Belediye meclisi ile halk meclislerinin ayrı olması gerekiyor. Vali seçimle iş başına gelmeli. Bütün özerk bölgelerin resmi dili Türkçe olmalı ama her bölge hangi kimlikten olursa talep olması halinde ikinci ve üçüncü resmi dili kullanabilmeli. Türkçenin yanında Trakya, Boşnakça resmi dil olarak kabul etmek istiyorsa bunun kime ne zararı olabilir? Örneğin Kürdistan'da Kürtçenin ikinci üçüncü resmi dil olmasının kime ne zararı olur? Hindistan’da onlarca resmi dil var. Avrupa'nın pek çok ülkesinde aynı şekilde resmi dil var. Türk’ü yeniden tanımlayalım ya da Türkiyeli diyelim. Ya da istiyorsanız 100 yıl boyunca Kürt diyelim. Türk’ün ne olduğunu Anayasa’da tanımlayalım. Diyelim ki bu anayasa bütün etnik kimliklerin, dillerin ortak anayasasıdır. Bütün yerel ve merkezi yönetimlerin ortak anayasasıdır. O zaman bu sorun olmaz. Bu mümkün mü? Türklüğü bir etnik kimlik olarak çıkarıp bu hale getirebiliriz. Türk milleti diye bir millet var. Tarihi var. Bunlar kalsın. Tekçi ulus değil çok kültürlü ve dilli bir ulus olabilir. Biz buna demokratik ulus, özerklik diyoruz. Sivil demokrasinin gelişmesi için bölge meclisleri, köy meclisleri kurulabilir. İnsanlar mescide gidiyor, cemevine gidiyor. Aynı şekilde bu meclislere de gider, kendi arasında seçim yapar, kararlarını bir üst meclise götürür ve taleplerinin karşılığını alır. İnsanlar birbirleri ile temas ettiği için, yüz yüze olduğu için doğrudan demokrasi gelişir. Halk kendisini yönetmeye başlar. Artık bir mahalleye kanalizasyon ya da park yapılıp yapılmayacağını ancak oradaki halk bilir. Meclis veya hükümet bunun kararını veriyorsa bu yanlıştır. Demokratik özerklik yüz yıllık Kürt sorununun bitirilmesinin bir vaadidir. Hiçbir zaman bunu zorbalıkla dayatmadık. Eğer hükûmet olsaydık referanduma götürürdük. Kürtler olarak teklif olarak sunuyoruz, 100 yıllık Kürt sorununu gelin bitirelim. Abdullah Öcalan devrede olmalı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın. İki kere iki dört. PKK’ye savaşı yürütüyorsun gidip ETA ile müzakere yürüteceksin. Böyle olur mu? Demokratik özerklik uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur. Bir arada yaşamak zorla olabilecek bir şey değildir. Abdullah Öcalan’ın yapmaya çalıştığı buydu. Siyaset ve müzakere ile. Silahın özerklik ile alakası yoktur. Kim ne yapmışsa, niye yapmışsa kendisini de izah edebilir. O dönemde yaptığım konuşmalara da bakalım. Bahçeli ve Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar ve devletin müdahalesi ile ortaya çıkan sonuçlara dair konuşmalar yapmışız. Bizden istenen şuydu; hükümetin yaptığı şeylere sesini çıkarma. Bir tarafta devlet bir tarafta örgüt ise hukukun uygulanmasını devletten istersin. İnsan haklarını bir parlamenter olarak kimden beklersin? Devlet olmanın gereği budur. Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok. Ondan önce biz ne yaptık onu da anlatacağım. Yine gerçeklik burada göründüğü gibi değildir. Bir algı operasyonudur. Birkaç ilçede özerklik ilan edildi. Gençler polisin ilçelere girmesini istemiyordu. Ellerinde de silah yoktu. İlk başlarda böyleydi. ‘Gidip copluyorsunuz, baskı uyguluyorsunuz, cezaevine atıyorsunuz. Hendek kazmasın da ne yapsın?’ demişiz. O sırada henüz çatışmalar başlamamıştı. Biz o dönem heyet göndermişiz. Bugün hakkımızda atıp tutan Altan Tan ile Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve Hatip Dicle’yi bölgeye göndermişiz. Bölgede giriş çıkış uygulanmış. Görüşmeler yapıyoruz. Kime ulaşabildiysek bu durumun bitirilmesini istedik. Örneğin Silvan'da başladığında Nimetullah Erdoğmuş ve Altan Tan başta olmak üzere Diyarbakır Valiliğine gitti. Diyarbakır Valisi de gençlerin oradan çıkmayı kabul etmesi halinde elinden gelen ne ise yapacağını söyledi. O da dedi ki ‘Komutanları ikna etmek istiyorum’. Çatışmaları bitirmek için. Böyle bir uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk. Biz kendi görüşmelerimizi, onlar kendi görüşmelerini yaptı. Bir uzlaşma sağlandı ve bir akşam sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve Silvan'daki grup orayı terk etti. Dönemin içişleri bakanlığı ve valisi bunu biliyor. Aynı şeyi Yüksekova için uygulamaya çalıştık. Çünkü halk istiyordu. Ama başaramadık. Şırnak için bir korucu geldi. Kandil’de üst düzey kişiler ile görüştüğünü söylüyordu. Ankara’ya gelmişti. Sırrı Süreyya Önder bize söyledi. O dönem güvenlik müsteşarı Muhammet Dervişoğlu yanına gitti, ‘Bu korucubaşı bunu söylüyor’ dedi. Şırnak'ta operasyonların durabileceğini söyledi. Onlar da konuyu ciddiye aldılar ve bir gün uğraştılar. Ordunun bir kademesinde tıkandı. PKK’nin içinde de tıkandı. Biz çıkmalarını istiyorduk. Ordunun izin vermesini istiyorduk ama bunu sağlayamadık. En çok Sur için uğraştık. O dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala çıksın konuşsun. Ne kadar uğraştık? Ben Kandil’e gittim. Ulaşamadım ama aracılar aracılığıyla söz almak istedim. Oradan çıksınlar diye. Partimiz bu doğrultuda çalışıyordu. Bir gel git yaşandı ve en son ikna oldular. Çünkü biz kabul etmiyorduk. Onların da çağrı yapacağını hükümete ilettik. Hükümetten de aynı şekilde söz aldık. Dengeli bir konuşmayla ne devlet ne da başka bir tarafı kimseyi kırmadan bir konuşma yapmaya çalıştım. Siyasetle bunu halletmeye çalıştım. Devlet benim ne konuşma yaptığımı, niçin yaptığımı biliyordu. Ancak medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Âlâ, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ve Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde Demirtaş bizi kandırdı diye düşündü. Daha sonra hükümetin, devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü. Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkari’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numaralısı darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk. Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önü açılmaya çalışılıyordu. Devlet, ülke bölündü bölünecek görüntüsünü yaratıp darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu? Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopterle çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘Sen nasıl böyle bir şey koyarsın?’ dedik. ‘Şehri niye yıkıyorsunuz?’ diye soruyorum, bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopterle müdahale eder mi ya küçük bir mahalleye sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar? Nedenleri daha sonra ortaya çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu. Devlet Bahçeli Nusaybin için ‘Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın’ diye açıklama yaptı. Bu şiddet çağrısı mı değil mi? Bir de size okuduğum bizim açıklamalar ile karşılaştırın. Bizim açıklamamız mı bu açıklama mı terör? Terör işte budur. Sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmek. Erdoğan da Bahçeli’den iki sonra açıklama yaptı. Ülkenin Cumhurbaşkanı top atışları ile vurulmasını istedi. F-16 neden kullanılmıyor diye tartışıldı. Gazze'ye yapılanın aynısı o dönemde yapıldı. Şimdi biz bundan yargılanıyoruz. Savcı Bahçeli’nin, Erdoğan'ın, Davutoğlu’nun konuşmalarını niye koymuyor? Kürt halkının yaşam hakkını savunduk. İddianamedeki konuşmalarım orada duruyor. İddianamede olmayan konuşmalarımızı okuyayım size. Eylül ayında bütün bu hendek ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde miting yapma kararı aldık. Her yere gittik ve silahların susması için çağrı yaptık. Tek birinin burnu kanamasın diye konuşmalar yaptık. Bunlar niçin iddianamede yer almıyor? Eller tetikten çekilmeli şeklinde açıklamalar yaptık. Bunu dediğimiz için neredeyse bize küfür ediyorlardı. Müzakere çağrısı yapıyorduk ama ‘Terörist ile müzakere olmaz’ diyorlardı. Ama üç yıl boyunca yaptı değil mi? ''(Sonuna kadar barış dediklerini söyleyen Demirtaş, o dönemde sarf ettiği sözlerini ve Erdoğan, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’na karşı açıklamaları okudu.)'' Bakın konuşmalarımda ‘Barış için, özgürlük için direndikçe arkanızda olmaya devam edeceğim’ demişim. Bakın bu konuşmayı iddianamede bulamazsınız. Konuşmalarımızın büyük bir bölümü çarpıtılmış. Bütün çağrılarım müzakere masasına dönülmesine dönüktür. Bu konuşmalarda da tek bir gencin silah tutmasına gerek olmadığını söylüyordum. Ben böyle dediğim sırada ‘taş üstünde taş kalmasın’ diyenler vatansever, biz ise terörist olarak gösteriliyorduk. Devlet barış istese bugün barış olur. Hemen bugün diyalog masası kurulur ve barış sağlanır. Diyalog ile sorunun çözümü mümkün iken bunu yapmıyorlar. Türk halkı bunu sormayacak mı? Ülke işgal altında, bölünme tehlikesi var yalanlarını daha ne kadar sürdüreceksiniz? Adem Huditi, medyada Sur ve Cizre’yi temizleyen komutan olarak duyurulurdu. Aynı medya darbenin ardından ‘baş hain’ diye manşet attı. Bu adam oradaki operasyonların baş sorumlusu. Gerçekten hukuka uygun hareket ettiklerine inanıyor musunuz? O zaman parlamentonun bombalanması da yalandır. Kökü yalan. O zaman iftira atıyorsunuz bunlara. Kim emir verdi bunlara. Ahmet Davutoğlu. Ev ev, mahalle mahalle temizleyin dedi. Üç beş genci bahane ederek ilçeleri yıktılar. Karşıda bir direniş var mı o da bilinmiyor. Bakın aylarca çatışma yokken bombaladıklarını biliyorum. Bakın bir askerin itirafları var, onları da şimdi paylaşacağım. Bunların kafalarında darbe planları var. Birkaç ay sonra bir darbe planları var. Sizce kafalarında darbe planı olanlar vatanı ve milleti mi koruyorlardı? Bir devlet bunlar hiç yokmuş gibi nasıl davranır? Alnı secdeye giden duymuyor, sosyalisti duymuyor. Kardeşim siz bunları yaptınız. Bize iftira attınız. Kürt halkına zulüm yaptınız. Siviller, çocuklar ölüyor dedikçe bize terörist dediler. Aha size devletinizin komutanları. Bir kişi çıksın savunsun bakalım. Yüreği yeten çıksın savunsun bakalım. Hepsi darbeci ve tutuklu. Ama bunların işlediği suçlardan dolayı biz tutukluyuz. Şırnak’taki operasyonların komutasını sürdüren Semih Terzi Ankara’da devlet kurumlarını bastı, Kürt’ün evini mi basmayacak! Tank ile şehirlere girmişler. Öyle yıktılar. Hem Kürt’ün evini başına yık hem de darbe yapıp devleti ele geçir. Böyle bir rezillik olabilir mi? Semih Terzi darbenin bir numaraları arasında yer alıyor. Bunların bir kısmı cezalarını yattı bitirdi bu arada ama biz hala içerideyiz. Sizin Kürt’e madalya takmanız gerekiyordu. Siz de darbecilere karşı savaştınız diye ama bunu görmüyorsunuz. Ancak size göstereceğiz. ''(Demirtaş, katledilen bebeklerin ve çocukların kanlı fotoğraflarını mahkeme heyetine gösteriyor.)'' Bunları kim yaptı? Bakın anneler çocuklarını günlerce soğutucuda tuttu cenazesi bozulmasın diye. Burası Gazze değil Şırnak'ın ilçesi Cizre. Buyurun, bunların ben mi yaptım? On beş kişilik bir militan grup mu yaptı bunları? Burası da Cizre bodrumları, çoğu sivildi. Çıkarmaya çalıştık. Üçlü konferans yaptık. Karşıda Sağlık Bakanı vardı. Kafalarını çıkardıklarında ateş ediyorlardı. Cizre bodrumlarında onlarca genci diri diri yaktılar. Daha sonra ‘Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim’ dediler. O bodrumlar işte bu bodrumlar. Kürtler bunları biliyor. Bunlar insan, armut değil. ''(Demirtaş, Gazze’de katledilen çocukların ve kentin fotoğrafları ile Cizre’deki katliamların fotoğraflarını gösteriyor.)'' Bunu Hamas yaptı diyebilir misiniz? Bakın biz yapmış olabilir miyiz? Ya da az önce size gösterdiğim komutanlar yapmış olabilir mi? Hangimiz daha şüpheliyiz. Biz bu halkın seçilmişleri olarak sessiz mi kalsaydık? Zulüm yok mu deseydik? ''(Demirtaş, “Katliam yaptık, emri senden aldık uzun adam” şeklindeki fotoğrafı göstererek, bunun bir itiraf olduğunu ve bunların yargılanıp yargılanamayacağını sordu.)'' Duvara ‘Devlet geldi’ diye yazmışlar. Devlet nereye geldi, Silvan’a. Kürt’ün duvarına ‘Piçler nerede?’ diye yazmışlar ve üstüne de Türk bayrağı çizmişler. Ben Türk bayrağını bir siyasetçi olarak Kürt’e nasıl sevdireceğim? Hadi gel de sev sevebiliyorsan. Bakın bir başka duvar yazısında Allah’ı da işin içine karıştırmışlar. Allah’ın zaferi diye yazmışlar. Halkları birbirine düşürmek için neler neler yaptılar. Hiçbir savcı hâkim de darbeden önce sen Şırnak’ta, Hakkâri’de ne yapıyordun diye sormadı onlara. Biz mi halkları kışkırtıyoruz? Biz zavallı, korkak olduğumuz için mi barış diyoruz? Bunlar yüzünden 7 yıldır bizi hücrede tutuyorsunuz. Bunların işlediği suçtan dolayı Kürt’ü cezalandırıyorsunuz. Bakın burada (fotoğraf gösteriyor) Kuran’ı Kerim yakmışlar. Hakkâri’de yaktılar. Bunlar bulundu mu, ceza verildi mi? Bu döneme ilişkin savunmaları bu detaylarla yapmak da istemiyorum. Neler yapmadılar ki bize? Bütün o acıları durdurmaya çalışırken yetmezmiş gibi terörist katil olarak cezaevine atıldık. Bunu yapanlar ise keyif yapıyor. Tek tek evlere girerek altınları, paraları çaldılar. Kadınların makyaj malzemeleriyle, çamaşırlarıyla neler yaptılar bunları anlatmak dahi istemiyorum. Af Örgütü, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve pek çok kurumun raporları buradadır. Okumak isterseniz duruyor. Evlere, yaralılara, cenazelere yapılanların tek tek hepsi yer alıyor. Ancak biz bu raporları okuyarak öğrenmedik, biz bunları yaşadık. Vergi ödediğimiz devlet gelip şehirlerimizi yıktı, bizi öldürdü. Devlet kendisine silah çekene gül mü uzatacak? Hayır, yasa var. Ama sen on iki şehri, kasabayı nasıl kökünden silersin! Silvan’da Figen Yüksekdağ’ı öldüreceklerdi. Olayların büyümesi için bu provokasyonu yapacaklardı. Ancak biz bunu engelledik ve Yüksekdağ’ı oradan çıkardık. Efkan Âlâ, Meclis oturumunda Mithat Sancar’ın sorusu üzerine itirafta bulundu. Diyor ki ‘Evet, bizim de kontrol edemediğimiz güçler var’. Bu Meclis tutanaklarına geçti. Ben ne yapmışım o dönemde? Onlar duvarlara bu yazıları yazarken, ben ne yapmışım? Belki de Kürtlerin bir kısmı bu sözlerimden dolayı bana kızgındır. Hâlâ da diyorlar. Sırf barış dediğim için bana kızgınlar. Çünkü namuslarına el uzatılıyordu. Bu yetmezmiş gibi bu halkın temsilcilerini de cezaevine koymuşsunuz. Bunların Müslümanlığı sahtedir. İnsan olan yapmaz da Allah’a ve Kuran’a inanmış biri bunları nasıl yapabilir? Bunlara insan dahi diyemezsiniz. Bu kadar kul hakkı nasıl yenilir? Kimin katliam yaptığı ortadadır. Yapılan şey Kürt’e zulümdür. Biz bunları yapmadık diye ve insan haklarını savunduk diye kimse bizi suçlayamaz. ''(Demirtaş, Ahmet Gün takma adını kullanarak konuşan bir askerin yaptığı itirafları paylaştı. Bu kişinin kendisini ülkücü olarak tanımladığını ve daha sonra ihraç edildiğini söyledi. Bu askerin Kürt halkına yönelik saldırı ve katliamlara dair beyanlarını paylaştı: “Devlet tamamen bir suç makinesine dönüştü. Orada üç bodrum vardı. İçinde kadınlar, çocuklar ve gençler vardı. Onların terörist olmadığını biliyorduk. Medyada hepsine terörist deniliyordu. O bodrumlarda 120 cenaze çıkarıldı. Örgüt militanları en fazla 7 veya 10 kişi bir arada durur. Orada görev yapan tüm güvenlik mensupları bunu bilir. Savaş hukuku bile ortada kalmadı. Ambulanslara ateş açılıyordu. Çok kirli bir işti. Maalesef daha önce bunu görmemiştim. Emir de yoktu. Emir olsaydı sınır olurdu. Ancak sınır yoktu. Asker ve polis kimi zaman kavga ediyordu. Devlet onları oradan çıkarabilirdi. Ancak tanklar ile müdahale edildi. Size düğmeyi gösterseler yaparsınız. Polisi ikinci faktörde tuttular, askeri sürdüler. İş başından kurguydu. Hendekler göz göre göre kazıldı. Esedullah Timleri bir anda türedi. Nereden geldiklerini bilmiyorum.”)'' İktidar bizi içerde tutmanın nimetlerini yiyor. İki dönemdir bu nedenlerden ötürü kayyım atıyor. Burada gördüğünüz kişiler Kürt ve Türk halkının onurudur. Yıllarca barış için çabaladık. Hepsi yoksul halk çocuğudur. Türkiye’nin yönetiminin nasıl teslim alındığını görün. Yapamıyorsunuz davadan çekilin ama bu ahlaksızlara alet olmayın. Burada tek yalan konuşmadık. Netenyahu ile aranızda ne fark var? Kanlı cenaze fotoları, parçalanmış cenaze fotoları, sokakta bırakılan cenaze fotoğrafı. Taybet Ana 7 gün sokakta kaldı. Çürümeye terk edildi yaşlı bir kadının cenazesi. Cenazesini almak isteyen bir çocuğu öldürüldü, bir çocuğu ayağından vuruldu. Sokağın başında keskin nişancı vardı. Ateş eden de kendine Müslüman diyordu. Ahmet Davutoğlu da kendine Müslüman diyor. Bunları yapan alçaktır, namussuzdur. Ona emir veren de yapan da namussuzdur. Terör örgütü propagandası bu ise bin defa söylüyorum. İddianameyi yazan savcı savunuyordu. Siz bu askerleri savunuyor musunuz? Bu hadsizlere hadlerini bildirenlere de terörist diyorsunuz. Meclis’i bombaladılar ya! Siz yargılamadınız mı bunları? Şimdi de bizi aynı salona tıkmışsınız. Allah, halk, kanun katında da masumuz. Zulme uğruyoruz. Ama onurlu ve gururluyuz, teslim de olmayacağız. ''(Demirtaş, Ertuğrul Özkök’ün Devlet Bahçeli ile yaptığı bir röportajı paylaştı. Demirtaş, Bahçeli’nin bu röportajda, özyönetim ilanları sonrasındaki operasyonlara ilişkin “Ben ilk gün sıkıyönetim ilan edilmesini istemiştim. Ancak daha sonra oradaki askerlerin darbe yaptıklarını öğrendim” şeklinde ifadeler kullandığını söyledi. Demirtaş, bu konuşmaların delil olduğunu ve Bahçeli’nin yanı sıra Erdoğan ve Davutoğlu ile diğer yetkili kişilerin tanık olarak dinlenmesini istedi.)'' Kürt çocuğu Kürt dilinin anadili olmasını istemesin de kim istesin? Keşke Türkler çıkıp istese. Bakın size bir devlet büyüğümüzün bir demecini okuyayım. Benim de katıldığım bir demeç. Demiş ki ‘Ey Almanya! Sen benim vatandaşımın anadilini nasıl yasaklarsın? Sen nasıl Türkçeyi yasaklarsın?’ Erdoğan diyor bunları. Biz de sonraki gün çıkıp kendisinin haklı olduğunu savunmuşuz. Almanya’da bir Türkiye bölgesi yok bu arada. Ama Türkiye’de Kürdistan var, yahu Kürdistan! Ancak anadilde eğitimi bırak isim koymasını yasaklıyorsunuz. Bu da iki yüzlü siyasetin başka bir örneğiydi. Erdoğan ya da Bahçeli çıkıp anadili savunsun ben yapmayacağım. Bahçeli bizim yerimize bizim hakkımızı savunuyor deyip yapmayacağız. Kürtçenin eğitim dili olması için yaptığımız etkinliğin üzerinden 9 yıl geçmiş, FETÖ’cü savcı hakkımızda fezleke hazırladı. Kim hakkımızda fezleke hazırlasa kurtuluyordu. Kim ki bize çok ceza verdi, bakan yardımcısı oldu, HSK’ya alındı. Bu fezlekeleri hazırlayanlar ödüllendirildi. Bakın bir konuşmada ‘Putin ile görüşmek için dört takla atıyorsunuz’ demişim. Bana cumhurbaşkanına hakaretten 3 buçuk yıl ceza verildi. Bu hakimi bana sırf ceza versin diye Mersin Mut’tan getirdiler. Bu da seçim ayarlıydı. Bu sırada Akın Gürlek de ceza verdi. {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-turkiyeye-en-uygun-model-demokratik-ozerkliktir/17574///// | başlık = Demirtaş: Türkiye’ye en uygun model demokratik özerkliktir | yayıncı = HDP | tarih = 3 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivurl = https://web.archive.org/web/20240104174451/https://hdp.org.tr/tr/demirtas-turkiyeye-en-uygun-model-demokratik-ozerkliktir/17574///// | arşivtarihi = 4 Ocak 2024}} |telif={{FSEK-32}}}} ==4 Ocak== Dava büyük bir organizasyonun ürünüdür, bir devlet operasyonudur. Siyaset, sermaye, medya, bürokrasinin de dahil olduğu kesintisiz bir kumpas ile karşı karşıyayız. Bu yüzden binlerce klasörden, sayfadan oluşuyor. Bu, zaten bu kumpası görünmez kılmak için vardır. Türkiye’de son yıllarda yaşanan olaylar veya yaşanan ölümler, nerede ne varsa bu davaya dahil edilmiş, klasörü doldurulmuş ki basın da kamuoyu da içinden çıkamasın. Düşünün savcı, HDP MYK’nın attığı tweetler dışında hiçbir delil yok iken ikinci Kobanî Davasını açtı ve sulh hakimi de tutuklama yaptı. İki tweet ile kamuoyu ikna olabilir mi? Talimat Saray’dan açık açık ve canlı yayında verildi. Savcı çıkıp şunu diyebilirdi; ‘Ya Cumhurbaşkanı siz böyle diyorsunuz da ama elimizde iki tweet var. Zaten bu tweetler ile ilgili AİHM karar verdi. 50 küsur kişi için nasıl dava açalım?’ Dedi mi? Diyemedi. Savcı bunları diyemezdi. Davayı büyütmesi gerekiyordu. MYK üyesi olmayan arkadaşlarımızı da dahil etti ve dosyayı da içinden çıkılmaz hale getirdi. KCK’den Kandil’den birçok kişi dahil edildi. ''(Davanın soruşturma aşamasına işaret eden Demirtaş, bu sırada TEM’e ait olan bir notun dosyanın içinde bulunduğunu dile getirdi. Bu notun dosyada unutulduğunu ve bu şekilde dosyanın kumpas olduğunun tekrardan ortaya çıktığını söyledi.)'' Bu kumpas davası ile yeni bir düzen, dizayn yaratıldı. Yeni bir küresel, bölgesel dizilim yaratıldı. Neden? Çünkü AKP tek başına iktidarı kaybetti. Bununla birlikte Türkiye yeni bir sürece evrilecekti, belki de barış olacaktı. Ancak AKP-MHP ortak olarak bunu engelledi. AKP-MHP’nin yürüttüğü siyaset sonra bölgesel ve küresel boyuta ulaştı. ''(Davanın Türkiye siyaseti üzerinde de etkisinin olduğunun altını çiziyor.)'' Türkiye siyaseti konumunu bu dava üzerinden yapıyor. Hesap kitap bu dava üzerinden yürüyor. Çünkü HDP, günümüz dünyasında hiç kimsenin başaramayacağı bir şey başardı. HDP’nin çizgisi sadece Türkiye’de sonuç doğurmadı. Örneğin Ortadoğu'da özgürlük arayışında bulunan herkes tarafından görüldü. Etkisi hissettirildi. Biz bir mucize yaratmadık. Sadece hakikate ışık tuttuk. Yoktan var etmedik. Onu nasıl harekete geçirebileceğimizi, örgütleyebileceğimizi gösterdik. Yeni bir şey icat etmedik. Hakikat orada duruyordu. Üstü örtülüydü. Kadın mücadelesi, ezilenlerin, halkların mücadelesi ile HDP siyasi bir hamleye dönüştürdü. Türkiye’de ülkücü ırkçılar, milliyetçi ırkçılar, İslami ırkçılar ve Atatürkçü ırkçılar yani ırkçılık düzeyinde bunları savunanlar, doğa talancıları, bütün yalancılar tehdit altındadır. Çünkü HDP geliyor. Bu anlattığım herkesin emperyalizm ile göbek bağı vardır. Bu, onları da rahatsız etti. HDP 7 Haziran siyasi başarısı ile büyük bir etki yarattı. HDP’nin gücü aldığı oyun niceliğinde değil, niteliğindedir. Kimse AKP’nin yüzde 42’sini düşünmedi, konuşmadı. Aynı zamanda CHP de tarihinde ilk defa bu derece çok oy aldı, ama kimse onları da konuşmadı. HDP yüzyıllık anlayışı tuzla buz ederek, yüzyıl sonra merkeze oynamaya başladı. ''(Bütün merkez partileri ile bazı sol ve komünist geçinen siyasi partilerin de HDP’nin başarısından rahatsız olduğunu, hâlâ bu rahatsızlığı sürdürdüğünü paylaşan Demirtaş, bunların temelinde ırkçılık olduğunu söyledi.)'' HDP artık tabiri caizse tiyatro perdesini açtı, oyuncular göründü, dekor göründü. Seyirciler de her şeyi gördü. İstediğiniz kadar perdeyi kapatın seyirciler hakikati gördü. Bu yüzden bu kadar üstümüze geliyorlar. Bu nedenle iki cümle ile bitmesi gereken dava, Türkiye tarihinin en kapsamlı davasına dönüştü. Bu nedenle arkadaşlarımızın, dışardaki insanların hayretle izlediği kumpaslar bu kadar aleni yapılıyor. ''(Davada asıl gölgenin MHP olduğunun altını çiziyor.)'' MHP’nin yaratmak istediği algı, sadece bununla sınırlı değil. Evet, hâlâ tweet atıyorlar, ama Bahçeli benim ismim üzerinden Kürtleri terörist ilan ediyor. Kavala üzerinden ise Türkleri tehdit ediyor. Demirtaş'a terörist dediğinde kaç kişiye dediğini bilmiyor mu? Biliyor. Ve bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Milletçi Türklere de ‘Kürtler teröristtir’ diyor. ‘Bunu aklınızdan çıkarmayın’ diyor. Sürekli kafalarına çivi çakıyor. MHP bundan ne umuyor? MHP’nin kuruluşu, varlığı ötekilerin yokluğu, karşıtlığı üzerinden gelişti. Fakat bu dava ile ilgisi nedir bugün bunu anlatacağım. Bu dosyadan 7 yıl sonra beraat çıkmayacağı için büyük ihtimalle dosyamız Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi’nin önüne gider. Onu göreceğiz. Daire ne yapıyor? AYM’ye ‘terör destekçisi’ diyor. Söylemlerinde ‘terör söylemleri’ diyor. Büyük ihtimalle bizim dosyamızı inceleyecek. Bu daire ne diyor? Tabi yargıç ‘terör söylemidir’ diyor. Ben ise Başkan Apo, Kürdistan demişim, gerilla demişim. Vay vay bana neler yapmazlar? Bu dosyaya ilk atanan başkanı hatırlayın. Bahtiyar Çolak. Devlet Bahçeli’nin referansı ile Ata Dedeler çetesine girdi. MHP bizi karşısına aldı ve burada yargılamaya kalktı. Biz o dönemde ‘cüppelerinizi çıkarın MHP-AKP rozeti takın’ diyorduk. Devlet bize hep karşıt olduğu için devleti çok iyi tanıdık, tanıyoruz. Hatırlarsanız sizi dinlediğini söylüyorduk. Kendi memurunu da dinler. Devletin bir kanadı asla boş bırakmaz. Sana verdiği görevi yapıp yapmadığını izler. MHP bizden ne istiyor, ona bakalım. Bir bakalım onların tavuğuna kış demiş miyiz? İsterseniz Rıza Nur ile başlayalım. İsmet İnönü’nün yanında Lozan görüşmelerine de katılan bir kişidir. Rıza Nur’a dava nedir diye sorulduğunda şöyle yanıt verir; ‘Memleketimizde başka ırkta, dinde başka adam bırakmamak en esaslı iştir.’ Hem ırkçılığı savunurken bundan övünür hem de Kemalizm'i yeterli derecede ırkçı bulmaz ve eleştirir. Kemalizm de kendini inşa ederken Sovyet sosyalizminden Alman faşizmine kadar ve İslam’a kadar meyil eder ve eklektik bir ideoloji üretir. Halis Türk yaratmak için sürekli iktidarı zorlar Nur. Kemalizm, iktidar ile bu ırkçılar arasında sürekli tatlı bir kavga vardır. Birbirlerini döver ve severler. Saf âri Türk’ü ararlar. Mesela Reha Oğuz Türkkan der ki; ‘Atatürk’ün boyunu ölçelim ve en ideal Türk budur diyelim. Bu boyda ve özelliklerde olmayan kişiler Türk değildir.’ ‘En büyük hak güçlünün’ der. Barış taraftarlığında karşıdır ve ‘savaşmayan millet ayakta kalamaz’ diyor. ‘Savaş bittiği an bir millet yıkılır’ diyor. Nihal Atsız ise altın çağını yaşayan ideologlardandır. Hem iktidar tarafından hem de kendi çevreleri tarafından eleştirilir. Ancak en çok kendisi eleştirir. Türkiye’den memnun olmadığını göstermek için soy ismini ‘Atsız’ koyuyor. Henüz bir şey olmadıklarını söyler. Türk tarih tezini beğenmez. Atsız’a göre milliyetçilik dinden üstündür. Cennet beklentisi ile mücadele edenleri sahtekar olarak görür. Kürtleri ve çingeneleri aşağılar. Tıpkı bazı savcı ve hakimlerin yaptığı gibi. Savcılar Kürt yazarken küçük yazar ama diğer milletleri yazarken büyük yazarlar. O dönemde Atsız da aynı şekilde yapar. Kürtlere yeriniz zencilerin yanıdır. Kürtleri kıyım ile tehdit eder. ''(Türkeş'ten sonra MHP’nin başına Bahçeli’nin geldiğini dile getiriyor.)'' Bahçeli ve Erdoğan ittifakı 15 Temmuz değildir. Nedeni darbe değildir. İttifakları 7 Haziran gecesi başlamıştır. Kürtlerin yükselmesi nedeniyle ittifak kurmuşlar. ‘Kürtlere karşı dışarda ve içerde savaşacaksan seni başkan yapacağız’ dediler. Kurdukları kumpas bu davaya kadar sirayet etti. Devletin yan gücü kullanılmaya hazır gücü olan ülkücüler kullanılmıştır. Buna çok itirazları da olmamıştır. Bütün siyasi tarihlerde ilk defa ülkücü hareket devleti ele geçirdi. Artık yedek güç değil, bizzat devletin sahipleridir. Tetikçi güç olduğu dönem geride kaldı. Artık Ergenekon, Perinçekçiler, siyasal İslamcılar ile ittifak kurup devletin üçüncü gücü olmuştur. Yeri geldiğinde AYM’yi dinlemeyecekler yeri geldiğinde Meclis dinlenmeyecek, yasa askıya alınacak ama devlette elde edilen konum kaybedilmeyecek. Bazı muhalifler Cumhur İttifakı'nda arıza diyor ama bu yanlıştır. Cumhur İttifakı demek de yanlıştır. Devlet şu an MHP’dir. Artık devleti MHP yönetiyor. Sadece Yargıtay’a bakarak bunu görebiliriz. Bir daireyi tutup bütün herkese ayar veriyorlar. Birçok adliyede MHP’li mafyalar terör estiriyor. Yeni devlet düzeni budur. Yüzyıllık acılardan deneyimlerden sonra devleti getirdikleri, getirmek istedikleri yer burasıdır. Ancak biz direniyoruz. Bakalım ne olacak? Peki Erdoğan ve diğer AKP’liler neden ses çıkarmıyorlar? Çünkü AKP darbe ile gidiyordu. Buna karşı Ergenekon ve MHP ile uzlaştı. Erdoğan’a ‘ulusalcılar, Atatürkçüler, Fethullahçılar satacak ve darbe başarıya ulaşamayacak’ dediler. Önceden her şey hazırdır. Bu Fethullahçılar da heyecanla ‘hep birlikte darbe yapıyoruz’ dediler. Zannettiler ki Türkiye’nin her kasabasında ordu dışarı çıkmış. Ancak sadece kendileri çıktı. Satıldıklarından haberleri yok. Boğaziçi Köprüsü'nde bir tarafı tutmuşlar ancak diğer tarafı tutmakla görevlendirilenler yok. Bir kışlaya gitmişler, bir kışlaya gitmemişler. Darbe girişimcileri gerçek. Ama tuzağa düştüler. Bahçeli de daha sonra muradına erdi. Bu dava şahsında sürdürülmek istenen şey yeni ırkçı rejimin inşası sürecidir. Muhalefet bütün bunları okumaktan aciz, her fırsatı tepen bir noktada duruyor. Seçimde ortaya çıkan fırsatlar çarçur edildi. Bunlara tekrardan altın tepside verildi. Yüzde 60-70 civarında olan muhalif kesim bir arada tutulmamıştır. Muhalefetin temel hatası Kürde Kürt, sosyaliste sosyalist diyememesidir. Açık ve şeffaf yürütülmeli her şey. Kendi hatalarınız için özür dileyip başlamanız gerekiyor. Özeleştiri veren bir tek biz olduk. Diğer partilerde koltuk değişimi dışında bir değişim olmadı. Tarihsel olarak bir değişime ihtiyaç var. Gençlerimiz bırakın tarihi, 5 yıl öncesini bilmiyorlar. Zihinleri o kadar bombardımana maruz kalıyor ki muhalefet de bunu engelleyemiyor. 'Barış olmadan bir millet yozlaşır’ diyoruz. Onlar ise savaşı esas alır. Savaşı anlatır. Evet, savaş olmazsa çürüttüğün o millet yok olur gider. Barış bunu yok eder. Bu nedenle barış dediğimiz her şey suç oluyor. Her halde savcı da ‘Savaşan millet ayakta kalır’ diyor. 'Bunlar barış diyorsa demek ki millet düşmanı' diyordur. Bunlar anlaşılmadan olmaz. Bu, sistematik bir mücadele gerektiriyor. Sosyal medyanın da olduğu, mitingin, panelin, her şeyin iç içe olduğu şekilde direneceksin. Türklere de Kürtlere de bunu anlatmak zorundasınız. Türklere kimin tarafından rehin alındıkları anlatılmalı. Kürtler Dersim’den Maraş’tan, Roboskî'den biliyor. Biz bunu anlatmalıyız. Başka bir seçeneğimiz yok. Ya bu milletler birbirini kıyımdan geçirecek. Bunu anlatmamız lazım. Anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Gerçeklik hiçbir zaman göründüğü gibi değildir. Doğada da siyasette de her yerde bu böyledir. Doğru şekilde görebilmenin yolu bakmak değildir. Doğru hafıza ve bilgiler ile bakabilmektir. Aksi takdirde elmanın kırmızı rengini tam göremezsin. Başka bir göz tarafından öyle bir kırmızı şekilde görünüyor ki sen hayatın boyunca o rengi göremezsin. Çünkü beynin o rengi görecek kadar bilgi ile donatılmamıştır. Bizim gördüğümüz kırmızı ile ırkçının bir elmada gördüğü kırmızı aynı değildir. Çünkü biz insanı değerleri anlamaya çalışıyoruz ve bakış açımız farklıdır. Her şey aynı şeyi görür diye düşünürüz. Gerçeklik hiçbir zaman böyle değildir. Her birey kendi dünyasında özgündür, eylemi de farklıdır. Her insan kadar hayatın anlamı vardır. Hiçbir zaman hayatımızın anlamı da birebir değildir. Ona biçtiğimiz anlam kafamızdaki bilgiler kadardır. Biz suçlu değiliz, haklıyız. Haklılar er ya da geç kazanır. ''(Davanın kumpas sonucu açıldığını ortaya çıkardıklarını dile getiriyor.)'' Türkiye’de bağımsız, tarafsız yargı olsaydı bu kumpaslar zaten olmazdı. Halkımıza borcumuz olduğu için şu an savunma yapıyoruz. Yoksa yargıya inandığımız, güvendiğimiz için yapmıyoruz. 3-4 yıldır delil bulmak için her tarafa yazı yazıyorsunuz, ama bir şey bulamıyorsunuz. Bulabildiğiniz en güçlü deliller de cezadan kaçmak için bulduğunuz gizli açık tanıklar. Bir tane gizli tanığı biz yok iken dinlediniz. Niye yaptığınızı bilmiyorum ama ayrı bir usul uyguladınız. Çünkü bu iftiracılar çıkıp ‘biz pazarlık sonucu iftira attık’ deseler siz ‘hayır yalan söylüyorsunuz’ dersiniz. Savcı itirafçılar için ihale açtı. İlk başta kimse ihaleye girmedi. Sonra, ‘Ya hiç mi ihaleyi alan yok? Alan olursa kurtulacak’ dediler. Herhalde hemen ertesinde ikinci kez ihaleyi açtılar. Dava için uygun birkaç itirafçı buldular. Sonra tanıklardan iki tanesinin, Merdan Rüştü Ovalıoğlu ve Kerem Gökalp’ın daha önce aynı cezaevinde birlikte kaldıkları ortaya çıktı. Merdan, ifadeye rağmen bırakılmadı. Bu kişilere muhtemelen serbest bırakılmak vaadinde bulunuldu. Avukatlarımız bu beyanlar karşısında bir ödül alıp almadıklarını, yani serbest bırakılıp bırakılmadıklarını sordu. Ancak mahkeme bunu araştırmadı. Gizli tanığı gizli dinledi. Dosyada başka delil var mı? Yok! Geri kalan her şey polis, asker ve bulabildiğiniz ne kadar müşteki varsa almaya çalıştığınız beyanları var. Çok ilginç bir durum var. Son mahkeme tutanağına baktım da dosyamızın delil açısından o kadar zayıf olduğunu düşünmüş olmalısınız ki tutukluluk gerekçelerinin birinde bir yerel mahkemede savunma yapan bir avukatın ifadelerini koymuşsunuz. Muhtemelen avukat müvekkilinin örgüt çağrısı ile hareket etmediğini ispatlamak için gayri ihtiyari ‘örgüt çağrısı ile değil, Demirtaş'ın HDP’nin çağrısı ile sokağa çıkmıştır’ diyor. Dolayısıyla avukat beraatını istiyor. Şimdi siz bu kısmı almışsınız ve tutuklama gerekçesiyle içine koymuşsunuz. Bulduğunuz her delil kıymetlidir fakat şunu bir yere yazın ki ben de bileyim; bu insanların hangi çağrım ile çıktığını yazın. En azından bilelim. Bu gençler hangi çağrım ile çıkmıştır bilelim. Yazamıyorsunuz çünkü yok. Devlet ‘ben buna düşman diyorsam düşmandır’ diyor. Verilen mesajın genlerinde, kodlarında bu vardır. Bu mesaj, toplum tarafından çok net alınır. Bütün katmanlarda eğitim durumlarına bakılmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşını eğitim ve askerlik yoluyla eğitmiştir. Askere alınan her genç burada eğitilir. Hem teorik olarak hem de fiilen anlatılır ve insanlar hizaya çekilir. Bir askerlik anısı olarak değil, dava ile doğrudan ilgili olduğu için anlatıyorum. Askerliğimin bitmesine yakın benimle yaşıt bir komutan, topladı herkesi bir çember şeklinde. Ortasında bir sandalyede oturuyor. O zaman İHD Diyarbakır Şube Başkanıydım. Selam verdikten sonra 15 dk rahat demeden bekletti ve ‘Bak burada olduğun sürede anlamışsındır. Ben daha önce Batman’da görev yapıyordum. 90’lı dönemlerde… Bilirsin. Umarım buradan çıktığında akıllanırsın’ şeklinde cümleler kurdu. Ben cevap olarak 'Sen de benim adımı çok duyacaksın dedim. Adım Selahattin Demirtaş dedim. Neye uğradığını şaşırdı. Bir şey de demedi. Fakat askerlerin temel mantığını bana anlatmış oldu. Kendince bana ‘Türk’ün gücünü gösteririz’ dedi. Şu anda bu davayı takip ediyorsa büyük ihtimalle bunları da hatırlar. Bir yıl sonra milletvekili oldum. Kendi ismimi de unutmadım ve bu tarihten beri siyasetteyim. Bizi yok etmek istiyorlar. Resmi ideoloji ile beyinler iğdiş edilmiş. Ahlaken, ideolojik olarak çökertilmişler. Bu toplumun rehabilite edilmesi lazım. Bunun yolu da barıştır. Bu travmalardan çıkması yıllar sürer. Okullarda tarih, bilim diye anlatılan safsatalar yerine alternatif okumaların yayılması lazım. Kobanî meselesi de böyledir. ‘Savaş olmadan bir millet var olmaz’ diyen bir zihniyet yargıyı yönetiyor. Barış onun için tehlikedir. Ne zaman barış desek bu mermer duvara çarpıp geri dönüyor. Türk toplumunun geneli bunu bilmez. En demokratı ‘bizim de kapıcımız Kürt’ der. Kendini bu şekilde savunur. 'Bizim Kürt gelinimiz damadımız var’ der. ‘Bizim de Kürt arkadaşımız var’ der. Bu kadar tanıyor. Tanımak için çaba da sarf etmiyor. Hakimler, savcılar Kürtleri bilmiyor, tanımıyor. Ülkenin bir parçası olan Kürdistan bölgesi hala sürgün bölgesidir. Devlet dairelerinde birbirini tehdit edenler ‘Seni Antalya'ya sürerim’ diyorlar mı? ‘Seni Çukurca’ya Hakkari’ye sürerim’ diyor. Hiç ‘Datça’ya Bodrum’a seni sürerim’ diyeni duydunuz mu? Ama Kürdistan ötekidir. Başka bir yerdir, bunu bilirler. Sürgün edilenler de ağlayarak giderler. Sonra hakikati gördükten sonra dönmek istemezler. Ama dönünce de ağlayarak dönerler. Kürt gerçekliğinden bu kadar uzaktır Türk toplumu. Aynı zamanda Türk aydını halkını, toplumu tanımaz. Türkiye'deki Kürtleri, yargılayanlar genelde bilmez. Tarihsel açıdan da bizi yargılamaya hakkınız yok. Neden bize haksızlık yapılıyor, onu netleştirmeye çalışıyoruz. Kürtlerin gönlü barış, kardeşlik için atar. Kürdistan ana vatanıdır ve bunu gönlünden çıkaramaz, ana vatanını çıkarıp atamaz. Kürdistan dediğimiz de Hakkari’den Şırnak'tan ibaret değildir. Yok etmeye çalıştığınız da yok olmuyor. Kürtleri ve Kürdistan’ı inkâr insanı, insanlığı inkârdır. Kürt milletinin bir tarihi vardır. Bu inkârı kabul edersek onursuz oluruz. Bunu inkâr eden birisinin riyakâr olduğunu çok iyi bilirsiniz. Başka birinin kimliğini inkâr eden biriyle karşılaşsak kendimizden utanıyoruz. Bir siyahi, siyahiliğinden utanırsa beyaz olmak isterse biz üzülüyoruz. Utanç duyuyoruz. Bize Kürtlere bu dayatılıyor. Köle lazım size! Hayır, biz özgür insanlarız, bizim millî marşımız var. Kaç Türk bunu biliyor? Irkçı, faşizan hezeyanlara nasıl boyun eğebiliriz? Nasıl biz bunlara ‘Evet doğrudur, bunların hepsi hakikattir’ diyebiliriz. Neredeyse 200 yıldır Kürtler buna itiraz ediyor. Yazı, şiirle, silahla ve siyasetle itiraz ediyor. Kullandıkları her yöntem ‘terörist’ olarak kabul ediliyor. Musa Anter bir şiir yazdı diye, Kımıl şiiri nedeniyle yargılandı. 49’lar Davası'nı bu Kımıl şiiri tetikledi. Şiirden dolayı terörist oldu. Türkiye Kürtleri ifadesi yargılamalara neden oldu. Tarih karşısında kim suçlu olabilir? En büyük coğrafyacılar, harita mühendisleri Allah billah aşkına gitsinler Cizre’den, Silopi’den, şöyle Şırnak ve Hakkari’den Cudi ve Gabar üzerinden şöyle Şemzinan’a kadar bir haritayı bize bir anlatsınlar. Nasıl çizildi bu haritayı bir anlatsınlar. Bu harita nasıl çizildi de Kürdistan’ın hepsi diğer tarafta kaldı. Orası resmen Kürdistan. Irak Anayasası'nda Kürdistan yazıyor. İran Anayasası’nda Kürdistan eyaleti yazıyor. Rojava resmen değil. Ama Rojava Kürtçe dilinde batıdır. Peki dünyanın hangi usta haritacıları bu kadar iyi, mükemmel çizdiler de Kürdistan'ın bir böceği bile Türkiye’de kalmadı da hepsi öbür tarafta kaldı? Bir metre bile Kürdistan yok mu ya burada? Bir metre varsa biz o bir metreyi savunalım. Biz o bir metreye Kürdistan diyelim. Bir ağacımız bile yok mu? Bir meşe ağacımız da mı yok Türkiye sınırları içinde?” ''(Kobanî’nin Kürt kenti olduğunu belirtiyor.)'' Kobanî de Kürdistan’ın bir kasabasıdır. Sınırın öbür tarafında kaldığı için kimse düşman göremez. Vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti de diyemez! Orada IŞİD barbarlarınca katliam yapılmasına izin veremeyiz ki yakın zamanda kısa süre önce Şengal’de, Musul’da çok açık trajediler yaşandı. Buradan baktığımızda siz başka bir şey görebiliyor olabilirsiniz ama biz kardeşlerimizi görüyoruz. Kardeşlerimiz tehlike altındayken biz burada davul zurna çalıp keyif yapamayız. IŞİD’in saldırılarına karşı dünyayı duyarlı kılmamız lazım. Tehdit olarak görülen budur. Korkulan budur. Ortalama bir Türk şunu sormaz; ‘Kobanî bir Kürt şehri ise tam bitimindeki Suruç nedir?' Türkiye’de birçok insan Rojava’ya IŞİD’in saldırısı ile orada Kürtlerin yaşadığını öğrendi. Tarihte yok, eğitim kitaplarında yok. Onu da unutturmak için Ayn-el Arap diyorlar. Tarihi bir kasaba değil ki orası. Kobanî ismi de bir şirket isminden geliyor. Orada bir İngiliz şirketi petrol arıyor, Kürtler ona Kobanî diyor. Orası Ayn-el Arap olsa ne olur, Ayn-el Türk olsa ne olur? Aynı duyguyu Bakü için hissettiniz mi? ‘Ermenistan haydut devlet. Sahada da yanınızdayız’ diye onlarca manşet haber var. Peki bin yıllık kardeşlerimiz Kobanî için niye atmazlar? Azerbaycan Türkleri için İHA SİHA gönderen Türkiye, Kobanî için tweet atmış olan bizleri niçin katil, terörist ilan eder? Asıl olan yurttaşlık ise askerliğimi yaptım, vergimizi de tıkır tıkır veriyoruz. Herkesten çok veriyoruz. Şirketlerden bile çok veriyoruz, vergi kaçırmıyoruz da. Türk milliyetçilerden bile çok vergi veriyoruz. Peki niye halkımın yaşadığı bir parçada IŞİD katliam yaparken vergi verdiğim devlet, Azerbaycan’a gösterdiği ilginin milyonda birini göstermiyor? Günlerdir onun nedenini anlatıyorum. Türk ırkçı hezeyanlarından başka bir şey değildir. Bana Azerbaycanlılar ile nasıl tek millet iki devlet olduğumuzu izah eden her Türk’e, şapka çıkarırım? Ama Anayasa’ya göre izah edecek. Ve nasıl Kürdistan Federal Bölgesi ile Kobanî ile tek millet iki devlet olamadığımızı da izah etmesini isterim. Madem, Anayasa’ya göre vatandaş olan herkes Türk’tür, madem sadece bunlara Türk deniliyor o zaman vatandaş olmayanlar Türk değildir. Azeriler de Almanya’daki Türkler de Türk değildir. Biri vatandaşlıktan çıktı mı, Türk olmaktan da çıkıyor. Anayasa öyle diyor. Azerbaycan’daki Türkler kardeşimiz ise Kobanî’deki Kürtler niye kardeşimiz değil? Biz o dönemde Türkiye için tarihi bir fırsat olduğunu söyledik. Yüzyılı aşkındır Kürt halkının duyguları kırıldı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğru yaklaşmadı, ama ‘bu tarihi bir fırsattır’ dedik. ‘Türkiye Kobanî’ye yardım etse bu bambaşka bir şey olur’ diyorduk. ‘Türkiye yardım etsin, Kobanî düşse bile sonuçları itibariyle ağır bir travma oluşmaz’ demiştim. Silah göndermesine bile gerek yok. Silahlı müdahaleye bile gerek yok ya! İçinin yandığını hissetsin yeterliydi. Fakat ne yapıyorlardı? IŞİD’i izleyen Kürtlere gaz attı bu devlet! ‘Destek gösterisi bile yapamazsınız’ diyordu. Devlet içindeki kimi yetkililer, yardım edilmesi taraftarıydı. En nihayetinde tarihi bir fırsat heba edildi ve oradan korkunç bir kırılma çıktı. Hala toparlanamıyor. Çünkü hala ismine Kobanî Davası denilen dava adı altında Kürtlerin temsilcileri, siyasetçileri yargılanıyor. Bakın AKP’li Kürtler, avukatlar ile bana haber gönderiyorlar; ‘Savunmasını saygı ile karşılıyoruz, duruşu önünde saygı ile eğiliyoruz’ diyorlar. Bu kırılmayı yaratan bizler değiliz. Bu politikaları üretenlerdir. Türk aydınına düşen, buna şaşırmak değildir. Bunu anlamak, anlatmaktır. Türk aydını Kemalist, sosyalist, muhafazakâr olabilir. Ama bu ülkede bir Kürt milleti var, biz yüzyıldır görmezden gelindik. Ama bunu insanlığa sığmaz deyip anlatmaları lazım. Biz bunları mahkemelerde anlatıyoruz. Başka türlü sorun çözülmüyor. Nerede olursa siyasi parti taraftarları birlikteliği savunmalıdır. Kürtler birliği sağladıkça barış ve çözüm gelir. Kürtlerin birbiriyle cebelleşmesi Kürtler’e ancak zarar verir. Kürt ve Türk aydınının birlik oluşturması çözümü yaratır. Dolayısıyla bu savunmalarda anlatmak istediğimiz, verdiğimiz mesaj budur. Biz burada bu bedelleri çözüm uğruna ödüyoruz. Çözüm için en büyük desteği biz verdik, veriyoruz. Hapiste de olsak veririz. Sadece hakikati üretmek için yalanlardan ibaret bir davayla karşı karşıyayız. Burada gördüğünüz dürüst siyasetçilerdir. Siyaset yapıyorlar, yapacağız. Bizim işimiz budur. Aksi takdirde ahlaksızlık olur. Benim abim dağda. Biliniyor. Siyaset yaptırmadılar, dağa gitti. Benim annem oğlunu sağ istiyor. Kim ne derse desin. Eğer bir siyasetçi abime bel bağlayarak maaş alıyorsa kusura bakmasın annem sağ istiyor. Ölümlere bel bağlayarak siyaset yapamazsınız. Bakın ‘şehitler tepesi daha çok şehit görecek’ diyorlar. Kin ile beslenenler vatansever, milliyetçi biz terörist! Siyasete inancını kaybedenler dağa gidiyor. Buna sebep olanlar da sizsiniz. Dağa biz göndermiyoruz, gönderenler belli. Abimi, dağa ben göndermedim, PKK de göndermedi, devlet gönderdi. Atmadıkları iftira kalmadı. Ben abimin dağdan gelmesini istiyorum. Siz ise ‘teslim olun’ çağrısı yapmamızı istiyorsunuz. Buyurun, siz yapın. Yıllardır yapıyorsunuz. Biz çözüm olsun istiyoruz. Dağda karakol da olmasın. Önerdiğimiz bütün çözüm süreçleri buna işaret ediyor. Demokratik özerklik de böyledir. Biz bunu büyütmeye çalıştıkça devlet dağa gitmeyi büyütüyor. Bizim burada 7 yıldır suçsuz yere yargılandığımızı görenler hiç mi etkilenmiyor? Çözüm önerimiz açık, aleni. Bir masa etrafında oturup konuşalım. Biz nerede yanlış yaptık, nasıl telafi edebiliriz, bunları oturup konuşmamız lazım. Kimin ile konuşacağı soruluyorsa, bu son derece gereksizdir. Kürtlerin temsilcileri vardır. Koskoca bir halkın sorunlarını temsilcileri ile nasıl konuşmazsınız? Biz bu yüzden Abdullah Öcalan diyoruz. Bu, devleti küçültmez; büyütür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yanlış bina üzerine inşa edilmiş. Temel yanlış. Devasa bir bina koydun mu, biri çıkıp ‘Kürdüm’ deyince o temel sallanıyor. Kürdüz demesek onurumuzdan oluyoruz. Kürdüz deyince ‘terörist’ oluyoruz. O yüzden temeli değiştirmek lazım. Bundan korkmamak lazım. Devletin bunu düzeltmesinden korkmaması lazım. Bunu düzelttikten sonra herkese yetecek kadar evimiz olur. Binada herkes özgürce yaşayabilir. Kendi uydurduğumuz yalanın üzerine bir bina inşa edilmiş. Yüzyıldır sallanıyor. Balkonlardan düşenler oluyor. Yıkıldı yıkılacak. Dönüp dolaşıp binayı sallayana cop vuruyorsunuz, işkence ediyorsunuz. Ancak çıkıp yapacak şey, Alevileri, Kürtleri tanımaktır. Yoksa ne olur? Bilmiyorum. Bunu çıkıp Naci Görür’e sorun. O deprem uzmanı ben değilim. Bir sorun bakalım iki kolon üzerine inşa edilen bir bina depremde yıkılır mı yıkılmaz mı? Çağrımız şudur; bu bedelleri çözüm için ödedik. Türkiye’nin ana akımında yer alan bu ülkenin Alevileri, sosyalistleri, Kemalistleri, Kürtleri, muhafazakarları ve ayrı bir başlık olarak kadınları bir araya gelmelidirler. Seçim ittifakı gibi kısır ittifaklardan bağımsız bir şekilde nereden geldik, nereye gidiyoruz üzerine tartışıp bir yol haritası çıkarabilirler. Abdullah Öcalan da buradan çıkacak sonucu dikkate alır. Bu iş kalıcı barışa kadar gider. Onun da sürece katılma süreci gelişir. Türkiye’nin bütün farklı kesimleri bir masa etrafında bir araya gelip kendi hakikatini masaya dökmeli. Ortak akılla nasıl ortak yol haritası çıkarabilirizi birkaç gün tartışsınlar. Niye Hakkari Çukurca’daki 20-25 yaşındaki gençlere yüklüyorsunuz? Niye abime yüklüyorsunuz? Aydının işi, siyasetin işi silaha dayanmak değildir, işi çözüm üretmektir. Bu bir fedakârlık da değildir. İnsani, hassasiyetli bir tutum olur. Umarım bu dava vesilesiyle ortaya koymaya çalıştığımız duruşumuz bu zahmetli günlerinde herkesin bir kez daha durup düşünmesine vesile olur, tecrit ile zulüm ile bu iş yürümüyor. Pazartesi son kez konuşacağım. Belki yıllarca konuşmayacağız. Emin olun bize milyon yıl ceza da verseniz bu hakikatlerde bir değişiklik olmayacaktır. Bütün bu hakikatler sosyolojik hakikatlerdir. Dediğimiz gibi biz savunmamızı size değil halka yapıyoruz. Zaten muhatabı da siz değilsiniz. Madem biz cezayı çektik, bu dava yeni bir birlikteliğe vesile olsun. Ben kimseye kin beslemiyorum. Çözüm adına bu bedeli ödedim. Kişisel öfke duymuyorum ve bu şekilde hareket edip halkımın kaderi ile oynamayın. Bu seçim arifesinde birkaç belediye pazarlığına indirgenmemeli. Bu mücadeleyi birkaç belediye için yapmıyoruz. Çıkacaksa bir şey, onurlu bir barış çıkmalı.” {{eser son |kaynak={{Web kaynağı | url = https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kardeslerimiz-tehlike-altindayken-biz-burada-keyif-yapamayiz/17575////// | başlık = Demirtaş: Kardeşlerimiz tehlike altındayken biz burada keyif yapamayız | yayıncı = HDP | tarih = 4 Ocak 2024 | erişimtarihi = 4 Ocak 2024 | arşivurl = https://web.archive.org/web/20240104174745/https://hdp.org.tr/tr/demirtas-kardeslerimiz-tehlike-altindayken-biz-burada-keyif-yapamayiz/17575////// | arşivtarihi = 4 Ocak 2024}} |telif={{FSEK-32}}}} [[Kategori:Selahattin Demirtaş'ın savunmaları]] [[Kategori:Kobani davası savunmaları]] fbi2evmum3d335b9g9gysd9jdj7sh22 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/179 250 43999 168173 2024-10-19T18:00:50Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168173 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />177</noinclude>''anda sivil toplum kuruluşlarına verilmedi. Belki Güney Amerika’da; ama oraya hiç gitmedim,”'' dedi ve ''“Sen daha önce bir sivil toplum kuruluşunda çalıştın mı?”'' diye sordu. Ben de, ''“Evet, Hollanda’da ve Yemen’de çalıştım,”'' dedim. Bana, ''“Seylan’ın meclisi Jana Saviya isimli yeni bir program başlattı ve bu programa göre en önemli sivil toplum kuruluşu olan ‘Gramodaya Mandala’, 1981 senesinde kurulmuş, istihdam sağlayabilir. Seylan’da 36 sivil toplum kuruluşu var,”'' dedi. ''“O kadar çok mu? Orada kaç ay kalacağım?”'' diye sordum. ''“Carel, 36 çok az, Hindistan’da binlerce NGO var. Biliyorsun ki Dünya Bankası her zaman ‘quickly quickly’ çalışıyor. Bir ay içinde tüm örgütleri tanırsın ve ay sonunda da raporunu ve önerini bekliyor olacağız ve Seylan’da balık, hem deniz hem de tatlı su balıkçılığı çok önemli, o yüzden senin tecrübelerin bizim için bir kazanç,”'' dedi. ''“Bu işe nasıl başlayabilirim, özgeçmişimi kime götürmeliyim?”'' diye sordum. Bana, ''“Özgeçmiş önemli değil, ben yarın Cenevre’ye telefon edeceğim ve sonra gidebileceksin,”'' dedi. Ertesi gün öğleden sonra bir telefon geldi. Telefondaki Cenevre ILO EMP/INFRA4 başmüdürü H.Watzlavick’ti ve bana, ''“Bay Zwollo, Amsterdam’da havalar nasıl? Biraz konuşabilir miyiz?”'' dedi. Sonra da telefonu Mr. Jensen’e bağladı ve o da Mr. Hertel’e bağladı, bir saat boyunca “Seylan Projesi”yle ilgili görüştük ve birkaç şey öğrendim. Bana, ''“Om Nijhawan bir Hint gurusu değil, çok tecrübeli bir iktisatçı ve antropologlarla çalışıyor. Önceleri NGO personelinin çoğunluğu sosyal bilimci, küçük entelektüel, idealist gruplardan oluşuyordu, şimdiyse 1980li yılların sonundan itibaren her meslekten NGO çalışanı var, eski sosyal bilimci kadro profesyonelleşti. En üst düzey toplantı masalarında oturuyorlar ve hem taban örgütlenmesi konusunda hem de alan çalışmalarında deneyimliler. Kırsal inşaat sektöründe, küçük banka kredilerinde, NGO’lar en önemli istihdamı sağlayan ‘örgütler’ oldu. Diplomalı, ‘az tecrübeli’ kırsal nüfus, önemli bir emek kapasitesi sunuyor. Gençler, NGO’larda önce gönüllü çalışıyorlar, sonra maaşlı devam ediyorlar veya kendi özel şirketlerini kuruyorlar. 1989 yılında Seylan’ın yüzde 60’ı kırsaldı ve tropikal bölgede o kadar az toprak kaldı ki, toprak sahipleri aynı sahayı üç farklı aileye kiralıyor ve arsalar o kadar küçüldü ki daha doğrusu `bahçe’ oldu.'' ''Seylan’da bir ailenin yaşamak için günlük yarım dolarlık gelirle türlü ek işi bulması gerekiyor ve ailelelerin yüzde 17’si kadınların sorum-'' <small>4 International Labor Organization Employment and Infrastructure Programmes: Uluslararası Çalışma Örgütü – İstihdam ve Altyapı Programları.</small><noinclude></noinclude> lyu64a6w3ok0vd3eywcz35zvvnsbn3a Sayfa:Carel Zwollo.pdf/181 250 44000 168174 2024-10-19T18:05:02Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168174 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />179</noinclude>6 Kasım 1989 tarihinde konuyla ilgili Cenevre’deki ilk toplantıda Kanadalı Jean Payen, bana bir brifing verdi. ILO binasına girdiğimde harika bir manzaraya sahip toplantı odasında nostaljik bir duyguya kapılmıştım. Çünkü en son onbir yıl önce oraya gitmiştim. 1978 yılında geldiğim zaman genç ve tecrübesizdim. Uzmanların kapılarını bile tereddütle çalıyordum. Onbir yıl sonra gittiğimde ise kendimi uzman hissediyordum; ''“antropoloğum”'' demek yerine, ''“kalkınmacıyım”'' diyordum. Bu süreçte kalkınma makinesinin bir ürünü olmuştum. Danışmanlık mesleğinde bir risk vardır; bir gün bir şeyin önemli olduğunu düşünür, gerçeği göremezsiniz ve bir gün bir ülke ölümcül olur, bir sağlık problemi ya da yapılan bir hata işinize son verebilir. Yoğun bir danışmanı kurtaracak bir yol vardır. Güzel bir ülke seçmek, bir NGO için çalışmak ve sakin bir yaşam sürmek. Aksi halde iki havaalanı arasında bir yaşam, otel giriş çıkışları, kötü yollarda cip ya da Land Rover’la gezmek, bir daha hiç karşılaşmayacağınız insanların sorunlarını dinlemek, konuşmak, rapor yazmak ve çözüm bulmak çok yorucu olabiliyor. Jean Payen ile tanıştım. Bizi ILO tarafında Sri Lanka projesi için seçmişlerdi. Payen bir inşaat mühendisiydi ve ILO kırsal kalkınma projeleri için çalışmaya birkaç sene önce başlamıştı. Om P. Nijhawan bizi diğer takım uzmanlarıyla, UNICEF, FAO ve özel danışmanlarla birlikte başkent Kolombo’daki Hilton Oteli’nde bekliyordu ve bize, ''“9-11 Kasım 1989 tarihlerinde Seylan’daki memurlarla otelin Safari Odası’nda görüşeceğiz,”'' demişti. Dünyanın neredeyse o tarihte en tehlikeli ülkesinde işe başlamıştım ve bizim kalkınma takımı bir ay hapisteymiş gibi yaşadı. Otel dışındaki bakanları, müdürleri ve NGO genel sekreterlerini “gizlice” ziyaret ediyorduk. Emirates Havayolları ile Dubai üzerinden Kolombo Havaalanı’na indik. Cumhurbaşkanı Ranasinghe Premadasa zor durumdaydı. Hint ordusu ülkelerine dönme sözü vermişti. Halkın muhalefete karşı bir manevra yaptığını düşünüyordu. En büyük muhalefet partisi JVP, halkı Hint düşmanlığıyla harekete geçirmişti. Grevler ve ölümler azalmış, halk sakinleşmişti. Hilton Oteli’nin yanında, deniz kenarında, eski bir İngiliz kolonyal oteli vardı. Maalesef orada kalmak mümkün değildi. Kolombo çok tehlikeliydi, Om Nijhawan bize tam üç kez, ''“Aman, otelden izinsiz çıkmayın,”'' demişti. Om Nijhawan bir akşam bizi bir Hindistanlıyla Hyatt Otel’de yemek yemeye davet etti. Hilton’un önündeki park alanında bir ağacın altında, bitkilerin arasında bir ceset gördük. Ertesi gün Om, bu Seylanlı yaşlı uzmanın<noinclude></noinclude> hl7rj9xtiulha53i6op12xwoi9cpoid Sayfa:Carel Zwollo.pdf/182 250 44001 168175 2024-10-19T18:07:55Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168175 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />180</noinclude><small>Gençlerin işsiz olduğu her ülkede sosyal sorunların çıkması normaldir. Çünkü insanlar boş kalmak istemiyorlar.</small> kalp krizi sonucu öldüğünü söyledi, biz inanmadık ve çevremizde karamsar bir atmosfer oluşmaya başladı. Aynı zamanda çok da çalışıyorduk. Dünya Bankası projelerinde bir avantaj vardır; en üst düzey memurlar toplanıp, bir günde beş altı farklı toplantı yapıyordu. Seylan’da kalkınma örgütleri, hükümet ve özellikle NGO genel sekreterleri, batı ülkelerinin temsilcileri, her ülkede farklı bir ilde çeşitli kalkınma projeleri uyguluyordu. Araştırma enstitüleri, üniversite raporları aracılığıyla kısa zamanda ülkenin durumu hakkında iyi bir röntgen çekebilirsiniz; çünkü o kadar çok rapor, o kadar çok uzman vardı ki raporları okumak, uzmanlarla konuşmak yeterliydi. Maalesef proje dokümanları ve istatistikler bir “tropikal” ormana dönüşmüş durumda olduğu için en önemli rehber yine Dünya Bankası’nın Washington’da hazırlamış olduğu bir memorandumdu; Aide Memoire, dört sayfalık bir doküman. Sri Lanka’da en fakir kişi ayda 700 Rupi, yani 20 dolarlık bir devlet desteği alıyordu. Ayrıca haketmedikleri halde destek alan yüzde 30’luk bir grup vardı. Bu yüzden gerçekten ihtiyacı olanlar yardım alamıyordu. Biz bu kapsamda yardıma muhtaç hassas grupları en çok kırsal alanda tespit ettik ve Seylan’da kırsal alan kurak ve yüksek dağlardan oluşuyordu. Kuru alanlarda pek çok sulama havuzları ve kanallar yapılmıştı. Havuzlar bakımsızdı ve kumla doluydu. Buralara projenin fonuyla hızlıca girebildik. Bu konuyla ilgili ILO’nun standart formülleri vardı; bir dozer veya kepçe bir günde 225 metreküp kum taşıyabilir veya bir işçi, kadın veya erkek yarım metreküp kazı yapabilirdi. Bir gün bir kliniğe gittiğimde doktor bana, ''“Bizim fakir toplum vejeteryan ve yıllarca aç kaldıkları için, onların çalışacak gücü kalmadı. Bence kadınların veya erkeklerin yarım metreküp kazı yapması mümkün bile değil. Yoksa sizin proje kırsal alandaki birçok kişinin ölümüne sebep olabilir. Bir işçi günde 20 Rupi -o zaman 50 Rupi bir dolar değerindeydi- alıyor. Proje bütçesinden hem işçilere hem de kırsal alanda mağdur olan diplomalı gençlere iş vermek gerekiyor. Onlara maaşlı iş verebilirsiniz ve onlar inşaat mühendislerinden eğitim alabilirler,”'' dedi. Ayrıca, ''“İşsiz eğitimli gençler devlet için en tehlikeli grup; çünkü çabuk siyasîleşiyorlar,”'' diye ekledi. Bu konuyu Hilton Oteli’nin Safari odasındaki toplantıda proje müdürüne ilettim; ama bana bunları söyleyen doktor hanımdan kimseye bahsetmedim. Kaynakları gizli tutmak, antropologların kişileri korumak için kullandığı en önemli metottur. Bunun üzerine Om, ''“Teşekkür ederim Carel, bana bir argüman daha verdin; antropologlar alan çalışmalarını biliyorlar,''<noinclude></noinclude> ibxm684abp7e4i2nhtzvj7xhptlota8 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/183 250 44002 168176 2024-10-19T18:09:13Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168176 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />181</noinclude><small>Sanata yoğun ilgi duyduğum zamanlarda yaptığım bir karakalem çalışması.</small> ''o yüzden de benim takımımda üç antropolog var. Fakat ağır araçları boş bırakmaya gerek yok. Kayaların taşınması için yine dozere ve kepçeye ihtiyaç var; fakat bu makineler eğer yüzde 50 işi yaparsa, diğerini halk, gençler yapabilir. Kırsal kesimdeki gençleri motive etmek şart ve bunun için gerekli önemi göstereceğiz,”'' şeklinde karşılık verdi. İnşaat projelerinin planlama sürecine halkın katılımı bugün için normal karşılanıyor; Yalnızca planlama düzeyinde, uygulamada ise yine büyük araçları kullanmak gerekiyor. Fakat Seylan’da insanları mecburen kazma ve kürekle çalıştırdık. Sri Lanka’daki doktor hanım ben tıpçı olmadığım için, empati yoluyla bana projeyle ilgili önemli bilgileri verdi. Zaten Sri Lanka’nın nüfusunun yüzde 40’ı genç ve 1989 yılında da yüzde 50’si işsiz veya zaman zaman iş buluyorlardı. Gençlerin işsiz olduğu her ülkede sosyal sorunların çıkması normaldir. Çünkü insanlar boş kalmak istemiyorlar.<noinclude></noinclude> mnf284qvkwkmqy7klzp4uo450v697bw Sayfa:Carel Zwollo.pdf/184 250 44003 168177 2024-10-19T18:17:25Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168177 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />182</noinclude><big>'''Tayland (1989-1990)''' </big> '''Göllerde Balıkçılık Yönetimi '''<big>Büyük metin</big> Türkçe’de hiçbir dilde rastlamadığım bir kelime vardır: “Dost, dostluk”. Ben iş hayatımda da hep dostlarımla iş birliği yaptım. İş anlaşmalarımın çoğu resmî başvuru prosedürleriyle değil, ilgi alanlarımın ortak olduğu arkadaşlarım vasıtasıyla olmuştur. Benim Kuzey Kamerun’daki projemi takip eden biyolog Hans De Iongh babamla Endonezya’da balıkçılık araştırma projesini uygularken başka çevreleri de merak etmişti. Hidroelektrik baraj nehirleri, “floodplain” (taşkın ovası) balık varlığı ve biyolojik zenginliğin kaybı, 1980li yıllarda herkesin konuştuğu bir “hot topic”, oldu. Çevreci gruplar bu durum karşısında eylemler gerçekleştirdiler. FAO tarafından 1987 yılında yapılan araştırmaya göre, balığın bir insanın protein ihtiyacını karşılamadaki önemini göstermek isterim. Dünya’da balık stoğu yıllık 69.6 milyon, domuz varlığı 59 milyon, sığır 47,7 milyon, tavuk ve diğer kanatlılar 31,4 milyon, yumurta 30,5 milyon, süt 15 milyon, koyun ve keçi 8 milyon tondur.<sup>1</sup> Belirttiğim gibi, De Iongh çok meraklı bir insandı ve her zaman tehlike altında olan hayvanları korumak isterdi. Endonezya’da kaplanları, Yeni Gine’deki “dugong”u ve Tayland’da Mekong Nehri’ndeki dev yayın balığını merak ediyordu. Bu inanılmaz derecede büyük yayın balığını (400 kg) Japon İmparatoru Hirohito da fark etmişti. İmparator Hirohito kendisi deniz biyoloğu olduğu için Japonya’da Tayland’daki balık varlığından faydalanmak için destekleyici projeleri kendi parasından finanse ediyordu. Bugünkü Japon İmparatoru Akihito da deniz biyoloğudur. Kaya balığı üzerine yaptığı araştırmalarla tanınmaktadır. O dönemde Batı ülkelerinin liderleri arasında, biyolojik çeşitliliğin korunması için iş birliği yapıldı. Hollanda Prensi Bernard da Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) başkanıydı ve ağabeyim Prens Bernard’ın özel koruması olarak onunla birlikte Kenya’ya gitmişti. <small>1 Newsletter 1993 International Agricultural Centre, Wageningen, the Netherlands.</small><noinclude></noinclude> 6jt3bf9yzw3nrw6qgoo9t32x3f445ah Sayfa:Carel Zwollo.pdf/185 250 44004 168178 2024-10-19T18:21:43Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168178 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />183</noinclude>Çevre sorunlarını ben de merak ediyordum. Afrika’ya tekrar gitmek istemedim. Maalesef özgeçmişimde de hep Afrika’daki tecrübelerim yer alıyordu. Babam bana, ''“Carel, bir “desk study” yap ve sosyo-kültürel bakımdan Asya’daki gıda sisteminde balığın önemine dikkat çek,”'' dedi. Ben de kütüphanelerden, enstitülerden bilgiler topladım. Tropikal bölgelerdeki çok işlevli barajlar, geleneksel balıkçılığı, yani kırsal alanlarda yaşayan insanların protein ihtiyacını tehdit ediyordu. Az gelişmiş ülkelerde planlama bakanlıkları sanki bir lokomotif gibi durmadan baraj yapıyorlardı. Tayland’ın iç bölgelerinde köylüler tatlı su ürünleri tüketiyorlardı; balık, kurbağa, tatlı su kereviti, salyangoz gibi. Budizm’de hayvan öldürmek günah olduğu için, Taylandlılar balıkları sudan çıkarırlar ve kendi kendilerine ölmelerini beklerler. Biz bu davranışı ikiyüzlülük olarak değerlendiririz. Balığın Asya kültüründe önemli bir rolü vardır. Balık yumurtaları Muson yağmurları zamanında törenlerle nehirlere ve göllere bırakılır. 1292 yılına ait ünlü bir yazıtta, Kral Ramkhamhaeng şunları söyler: ''“Bu memlekette suda balık ve tarlada pirinç var,”'' yani iki en önemli gıda. Yalnızca az gelişmiş ülkelerde değil, gelişmiş bir ülke olan Japonya’da da halkın yarısından fazlası protein ihtiyacını balıktan karşılıyor. Tayland’da Sulama Bakanlığı (Ministry of Irrigation) tarafından 1960-1990 yılları arasında yüzlerce baraj kuruldu. Özellikle sulama projeleri ve kırsal alanların su ihtiyacını karşılamak için. Bu program balık varlığı için zararlıydı ve “floodplain” (taşkın ovası) zenginliği de bu yüzden azaldı. Tayland’da iki mevsim vardır: Kurak dönem, yağmurlu dönem. Muson yağmurları zamanında yağmur sellere neden olur. O nedenle evler yüksek ahşap direkler üzerine inşa edilir. Mekong Nehri’nin havzasında 1100 tür balık bulunmaktadır. Tayland’da doğal bir nehirde yüzden fazla balık türü bulunur; fakat bir baraj gölünde, ancak baraj inşa edildikten yedi sene sonra, yirmiden daha az balık türü oluyor. Sadece çeşit olarak değil, verimlilik anlamında da aşırı derecede azalma oluyor ve bazen gölet tamamen yararsız otla doluyor. Hans De Iongh, Haskoning Şirketi için Tayland’da 1988-1989 yılları arasında önemli bir araştırma yaptı. Hem FAO literatürü hem Bangkok’taki Balıkçılık Bölümü ve Kesasert <small>Tayland’da ahşap direkler üzerinde inşa edilmiş evler.</small><noinclude></noinclude> bhwoahjo9pv01glpwbjpk4go84upy7c Sayfa:Carel Zwollo.pdf/186 250 44005 168179 2024-10-19T18:24:58Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168179 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />184</noinclude><small>Tayland’da balıkçılık yapılacak toprak havuzlar. Hollanda Hükümeti tarafından desteklenen bu projede damızlık merkezi kuruldu. Orada yetiştirilen küçük balıklar köylülere verildi. Hollanda bu bölgeden hayvan yemi için manyok ithal ediyor. Bunun karşılığı olarak kalkınma projelerine destek veriyor, 1990.</small> Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin Mekong Nehri Sekreterliği, Thai Balık Enstitüleri’nden hem de Belçika’da Leuven Üniversitesi’nde çalışan iki profesör, Shimon Tal ve A. De Bont’dan destek almıştı. Belçikalı biyologlar Tal ve De Bondt da Zaire’de, özellikle iç göller, “floodpain” ve baraj gölleriyle ilgili olarak birçok araştırma yapmıştı. Thai devleti zaten yıllar süren bir program uygulamıştı. Baraj gölleri fakirleşiyordu, o yüzden alternatif olarak devlet her bölgede, her ilde bir balık yavruları üretim istasyonu (fish seed production centre) kurdu. Köylülere, okullara ve belediyelere kendi havuzları, pirinç tarlaları ve göletler için her yıl 1-2 cm büyüklüğünde, 12 farklı türde balık sağlanıyordu. Fakat bu balıklar en çok vejetal plankton, bitkisel plankton yiyen sazan türleriydi. Hükümet balık yavruları dağıttı veya köylülere ucuz fiyata sattı. Bu şekilde kültür balığı yavrulama merkezleri baraj göllerini ve göletleri zenginleştirdi. Tayland ve diğer Asya ülkelerinin özel bir durumu var. Pirinç dört beş ay su altında kalıyor ve balıklar doğal olarak bu tarlaların içine geliyor veya yavruluyorlar. Köylüler tarlanın yanına bir çukur kazıyorlar ve tarlanın kuru olduğu zamanlarda balıklar oraya sığınıyor. Birkaç ay bekliyorlar ve çukuru bir su pompasıyla boşaltıp balıkları topluyorlar. Bunun sonucunda diyebiliriz ki, ABD ve Avrupa ülkelerinde göller sadece turistik amaçlı, oysa Asya’da daha çok üretim için kullanılıyor. Wageningen’deki arkadaşlarımla sık sık konuşurdum ve tartıştığımız konular arasında her zaman çevreyi korumak ön planda olurdu. Zaten biyolojik çeşitliliği korumak için parklar, doğal alanlar ve sitler yetmiyor, fakir Asya toplumları bu çeşitliliği beslenmek için kullanıyorlar. Onlar ormandaki her canlıyı “et” olarak görüyorlar. Asya’daki kırsal alanda Muson yağmurları döneminde tarlalar yarı sulak alan haline geliyordu. Barajlar artık suları tuttuğu için kırsal alanlardaki bu yerler yağmur zamanlarında bile kurak kalıyor ve mecburen köylüler kente göçüyorlar. Büyük kentlerdeki sanayileşme için köyden göçen köylüler iş gücü bakımından olumlu olmasına karşın, bu durum her zaman<noinclude></noinclude> pk48df295x394460vx5pj3214nx81tn Sayfa:Carel Zwollo.pdf/187 250 44006 168180 2024-10-19T18:25:36Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168180 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />185</noinclude>185 <small>Tayland’da uygulanan projemizle ilgili bir gazete haberi. </small><noinclude></noinclude> ku0rkj8527wdvap7zcc7htegn739a8z Sayfa:Carel Zwollo.pdf/188 250 44007 168181 2024-10-19T18:28:47Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168181 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />186</noinclude>geçerli değildir. Bu nedenle köylülere yardım etmek, yeni projeleri onlarla birlikte planlamak ve uygulamak gerekiyor. Yalnızca koruma anlayışından uzaklaşmak ve kaynakları sürdürülebilir bir şekilde yönetmek gerekiyor. Bu durumda köylülere yardımcı olabiliriz. Bu fikirler şimdi günümüzde artık normal karşılanıyor; ama 1980li yıllarda oldukça yeniydi. Ben o zamanlar evden çalışıyordum ve telefonu çok kullanıyordum. Bilgisayar ve internet o zamanlar henüz yoktu. Bir aylık telefon faturam ortalama bin florin, yani 450 Euro civarındaydı. Wageningen Üniversitesi’nden Profesör Huisman’ın bir notu bizim küçük balıkçıları kalkındırma örgütümüz içinde bomba etkisi yarattı. Huisman’ın mektubu balık yetiştiriciliğini destekliyordu. Havuzlarda yetiştirilen kültür balıkları gelecekte pazarlarda hakimiyet sağlayacaktı; çünkü deniz balıkları dünya nüfusu arttıkça azalıyordu. O, daha önce küçük balıkçılığın sona ereceğini ve geleneksel balıkçılık metotlarının da müzelik olacağını söylüyordu. Bu yeni bir yaklaşımdı ve kötü haber getiren elçilerin sonu gibi biz de elçiyi öldürdük. Huisman’ı gerçekten öldürmedik tabii ki; ama yazışmalarımızda verdiğimiz tepkilerle bu etkiyi yarattık; fakat o haklıydı. Kültür balığı yetiştirmek Tayland’da eski bir meslektir. Özellikle Çin’den gelen toplum için Bangkok çevresinde 1980li yıllarda balık etine talep o kadar yükseldi ki, pek çok çiftçi kendi pirinç alanlarını balık yetiştirmek amacıyla havuzlara dönüştürdü. Tarlanın etrafındaki setleri yarım metre yükselttiler ve pirinç üretimi yerine, tatlı su kereviti ve balık yetiştirmeye başladılar. Özellikle dev kerevit (Macrobrachium sp.), Tayca “Gung yai”, çok değerlidir. Tayland tropikal bir ülke, suyun derecesi ılık ve bu yüzden balıklar hızlı büyüyor. Ufak balıkları fermantasyon için kullanıyorlar, balıkları büyük küplere baharatla birlikte koyuyorlar ve bu, ünlü Thai Balık Sosu oluyor. Çinliler “soya sosu”nu, Taylandlılar “balık sosu”nu yemeklerinde bol bol kullanıyorlar. Tayland, dünyaya açık bir ülke. Dünyanın en çok pirinç ihracatı yapan ülkesi. Hiçbir zaman da Batı ülkelerinin veya Japonya’nın sömürgesi olmadı. Emperyalizme karşı 1855 yılında İngiliz elçi Sir John Bowring, Thai kralıyla bir ticaret anlaşması yapmıştı (Thailand, Buddhist Kingdom as a Modern State, Charles F. Keyes, 1989). O yıldan itibaren Siam, Thayland’ın eski adı, dünya ticareti- <small>Tayland’da uyguladığımız balıkçılık projesinde arazi çalışmaları, 1990.</small><noinclude></noinclude> 5bbea05xgrao8mgnb6muwx1ez7l0rll Sayfa:Carel Zwollo.pdf/189 250 44008 168182 2024-10-19T18:30:50Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168182 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />187</noinclude>ne açıldı. Thai kralları Ortaçağ’da kendi güçleriyle büyük bir Budist İmparatorluğu kurdular. Bangkok’un yanındaki eski şehir kalıntıları Sokuthai ve Ayutthaya krallıkları temsil ediyor. Sadece Burma (Myanmar) bir engel oluşturuyordu. İngilizler 18. yüzyılda Burma ve Malezya’yı işgal ettiler, Fransızlar ise Vietnam, Kamboçya ve Laos’u; fakat Tayland’ı serbest bıraktılar. ABD özellikle Vietnam Savaşı zamanında Tayland’ı hem tampon ülke olarak (hava alanları, yollar ve savaş için diğer alt yapı hem de askerler için dinlenme ve iyileşme yeri (rest and recuperation) olarak kullandılar. Bu durum negatif bir izlenim yarattı. Kırsal alandaki fakir ailelerin kızlarını Bangkok’a götürüp, orada çalıştırıyorlardı. Tayland’ın müşterisi eskiden “asker” iken, şu an “turist” olarak değişti. Eskiden orası bir afyon bölgesiydi ve askerler uyuşturucu alıp ülkelerine dönerlerdi. Vietnam Savaşı’ndan sonra da bu sorun olmaya devam etti. Bazı turistler Tayland’ı yalnızca afyon ve seks yeri olarak görüyor. Tayland’ın en zengin bölgeleri, Çao Phraya Nehri Havzası, Mekong Nehri Havzası ve Bangkok, 15 milyon nüfusa sahip bir endüstri ve ticaret merkezi. Tayland sanayileşmiş bir ülkedir aynı zamanda. Hollanda ile Tayland arasındaki ilişki çok yoğundur. Bunun bir sebebi var. Hollanda’nın toprağı az, fakat hayvan varlığı çok; inek, domuz, tavuk... Bunlar için bol miktarda hayvan yemine ihtiyacı var. Tayland’ın en fakir olan Kuzeydoğu’daki Isan Bölgesi’nde Khorat Platosu’nda yarı kil-yarı kum toprağında manyok üretilmektedir. Tayland dünyanın en çok manyok üreten ülkesi ve dünyadaki payı yüzde 43 olan bu üretimin çok büyük bir kısmı Hollanda’ya ihraç ediliyor<sup>2</sup>. Isan Bölgesi’nde toplum Tayca konuşuyor; fakat kültürleri eski Laos kültüründen geliyor. Bugün Tayland’ın nüfusu 75 milyon ve Isan toplumu bunun yüzde 30’unu oluşturuyor. Thai toplumunun homojenliğinden söz edilirken aslında çok konuşulan “dil” ve “resmî eğitim”e vurgu yapılıyor. Tayland, yüzde 95 ile Asya’nın okuma yazma oranı en yüksek ülkesi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çin’den gelen göçler devlet tarafından yasaklandı ve sanayi iş gücü özellikle Isan Bölgesi’ne gelmeye başladı. 1989 yılında Hollanda hükümeti tarafından kalkınma programı kapsamında bir milyon florin, (450 bin Euro), özellikle Isan Bölgesi için tahsis edildi. Oradaki Yasothon ilinde bir balık damızlık merkezi eksikti. Hans De Iongh araştırmalarında bunu göstermişti ve bir yazısında, “Göller yıllık olarak <small>2 Manyok (Manihot esculenta), sütleğengiller familyasından bir bitkidir. Tropikal ve yarıtropikal Amerika’da yetişen bu bitkinin yüz elliden fazla çeşidi vardır. Kökünde bol miktarda nişasta bulunduğu için yerlilerin beslenmesinde büyük önem taşır; ayrıca nişastasından tapyoka (fekül) yapıldığı için ticari yönden de önemi büyüktür. Manyokun kökleri, hayvan yemi olarak da kullanılır; özellikle simit ya da un halinde satılan manyok, küçük danaları ve domuz yavrularını beslemekte kullanılan, sindirimi çok kolay bir besindir (Wikipedia’dan alınmıştır.) Tayland’da halk protein için böcekleri de tüketiyor, 1990.</small><noinclude></noinclude> cc5vf9m0cwsptekpt9c0c6i6x8lk4o7 168183 168182 2024-10-19T18:32:16Z Kibele 281 168183 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />187</noinclude>ne açıldı. Thai kralları Ortaçağ’da kendi güçleriyle büyük bir Budist İmparatorluğu kurdular. Bangkok’un yanındaki eski şehir kalıntıları Sokuthai ve Ayutthaya krallıkları temsil ediyor. Sadece Burma (Myanmar) bir engel oluşturuyordu. İngilizler 18. yüzyılda Burma ve Malezya’yı işgal ettiler, Fransızlar ise Vietnam, Kamboçya ve Laos’u; fakat Tayland’ı serbest bıraktılar. ABD özellikle Vietnam Savaşı zamanında Tayland’ı hem tampon ülke olarak (hava alanları, yollar ve savaş için diğer alt yapı hem de askerler için dinlenme ve iyileşme yeri (rest and recuperation) olarak kullandılar. Bu durum negatif bir izlenim yarattı. Kırsal alandaki fakir ailelerin kızlarını Bangkok’a götürüp, orada çalıştırıyorlardı. Tayland’ın müşterisi eskiden “asker” iken, şu an “turist” olarak değişti. Eskiden orası bir afyon bölgesiydi ve askerler uyuşturucu alıp ülkelerine dönerlerdi. Vietnam Savaşı’ndan sonra da bu sorun olmaya devam etti. Bazı turistler Tayland’ı yalnızca afyon ve seks yeri olarak görüyor. Tayland’ın en zengin bölgeleri, Çao Phraya Nehri Havzası, Mekong Nehri Havzası ve Bangkok, 15 milyon nüfusa sahip bir endüstri ve ticaret merkezi. Tayland sanayileşmiş bir ülkedir aynı zamanda. Hollanda ile Tayland arasındaki ilişki çok yoğundur. Bunun bir sebebi var. Hollanda’nın toprağı az, fakat hayvan varlığı çok; inek, domuz, tavuk... Bunlar için bol miktarda hayvan yemine ihtiyacı var. Tayland’ın en fakir olan Kuzeydoğu’daki Isan Bölgesi’nde Khorat Platosu’nda yarı kil-yarı kum toprağında manyok üretilmektedir. Tayland dünyanın en çok manyok üreten ülkesi ve dünyadaki payı yüzde 43 olan bu üretimin çok büyük bir kısmı Hollanda’ya ihraç ediliyor<sup>2</sup>. Isan Bölgesi’nde toplum Tayca konuşuyor; fakat kültürleri eski Laos kültüründen geliyor. Bugün Tayland’ın nüfusu 75 milyon ve Isan toplumu bunun yüzde 30’unu oluşturuyor. Thai toplumunun homojenliğinden söz edilirken aslında çok konuşulan “dil” ve “resmî eğitim”e vurgu yapılıyor. Tayland, yüzde 95 ile Asya’nın okuma yazma oranı en yüksek ülkesi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çin’den gelen göçler devlet tarafından yasaklandı ve sanayi iş gücü özellikle Isan Bölgesi’ne gelmeye başladı. 1989 yılında Hollanda hükümeti tarafından kalkınma programı kapsamında bir milyon florin, (450 bin Euro), özellikle Isan Bölgesi için tahsis edildi. Oradaki Yasothon ilinde bir balık damızlık merkezi eksikti. Hans De Iongh araştırmalarında bunu göstermişti ve bir yazısında, ''“Göller yıllık olarak'' <small>2 Manyok (Manihot esculenta), sütleğengiller familyasından bir bitkidir. Tropikal ve yarıtropikal Amerika’da yetişen bu bitkinin yüz elliden fazla çeşidi vardır. Kökünde bol miktarda nişasta bulunduğu için yerlilerin beslenmesinde büyük önem taşır; ayrıca nişastasından tapyoka (fekül) yapıldığı için ticari yönden de önemi büyüktür. Manyokun kökleri, hayvan yemi olarak da kullanılır; özellikle simit ya da un halinde satılan manyok, küçük danaları ve domuz yavrularını beslemekte kullanılan, sindirimi çok kolay bir besindir (Wikipedia’dan alınmıştır.) Tayland’da halk protein için böcekleri de tüketiyor, 1990.</small><noinclude></noinclude> 8q70xh6l63ky88ln1wundp2itz55z4x Sayfa:Carel Zwollo.pdf/190 250 44009 168184 2024-10-19T18:36:43Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168184 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />188</noinclude><small>Göldeki Balık Varlığı Yönetim Konferansı. Tayland, 1990. Tayland’da yavru balıkları göle bırakırken, 1990. Tayland’da balıkçılık faaliyeti, 1990.</small> ''yavrularla stoklanıyor; fakat o kadar başarılı değil, biz Haskoning’de bir pilot projeyle ve de köylülerle birlikte göllerdeki balık varlığını nasıl artırabileceğimizi gösterebiliriz”'', diyordu. Iongh, inceleme raporunda (Ecological studies,1989) göllerin neden etkili olmadığı konusunda önemli sebebi şu şekilde açıklıyor: ''“Yavrulama merkezlerindeki milyonlarca bir cm’lik balıkların göllerde sağ kalma olasılığı çok düşük; çünkü göllerde doğal olarak yaşayan etçil balıklar bu yavruları yiyorlar.”'' Onun raporu şu sloganla bitiyor: ''“The Thai Ministry of Fisheries programme of yearly stocking (yavrulamak) of inland waters is like feeding the carnivorous fish.”'' Tayland Balıkçılık Bakanlığı’nın programına göre, göllerin yıllık yavru balıklarla zenginleştirilmesi pek etkili değildir. Çünkü göllerde yaşayan etçil balıklar o yavruları yemektedir. Bu kadar kaba ifade etmiyor. Fakat Iongh bana, ''“Carel sanki bu programda kurtlar kuzularla besleniyorlar. Aslında meranın otu ile kuzuları beslemek gerekiyor, bu çiftçi için de faydalı. Ama burada kurtlara kuzu veriyorlar, bunu değiştirmek gerekiyor,”'' dedi. Ben de, ''“Bunu nasıl yapacaksınız?”'' diye sorduğumda, ''“Göllere ve göletlere daha büyük 1-2 cm değil, 2-3 cm balıkları koymak ve balıkçıları organize etmek gerekiyor. Yavruları gölün içindeki 30 metrekarelik kafeslerde besleyip sonra göle bırakmak lazım; ama bunun için bir sosyal antropoloğa ihtiyacımız var. Çünkü ‘insani boyut’ burada çok önemli ve o yüzden de seni Tayland’a götürüyorum,”'' diye karşılık verdi ve birkaç gün içerisinde oraya gitmek için hazırlandım. Teklifi hem Den Haag hem de Thai Balıkçılık Müdürlüğü’ne bıraktık. O taraftan, ''“Olmaz, bir santimetreden büyük yavrular bizim bütçemiz için fazla. Yem pahalı ve merkezin yerleri dar,”'' şeklinde bir dönüş oldu. De Iongh ise, ''“Bu sistem merkezler''<noinclude></noinclude> qix0nwxf2gbk8lo9bj8ehfl5okferaq Sayfa:Carel Zwollo.pdf/191 250 44010 168185 2024-10-19T18:39:24Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168185 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />189</noinclude><small>Tayland’daki balıkçılık projesi ekibi. Balığın durumunu ölçüyor, kontrol ediyor. Buradaki çiftçiler, balıkçılar gönüllü, 1990.</small> ''için değil. Köylüler, yani balıkçılar organize edilecek, yavrular onlara verilecek ve onlar da kendi göl ve göletlerine balıkları bırakacaklar. Aynı zamanda etçil balıkları tutmak için olta, zıpkın, sepet ve kafeslerle tutma kampanyaları organize edilecek,”'' şeklinde cevap verdi. “Biyolojik Çeşitlilik” grubundan da eleştiriler geldi. ''“Siz bu projeyle sadece insanın kazanacağı proteini düşünüyorsunuz, balık çeşitleri azalıyor,”'' diyorlardı. De Iongh da bunun üzerine kendi araştırmasını ve FAO balık biyologlarının araştırmasını onlara gösterdi. Zaten baraj gölleri balık çeşitliliğinin dengesini bozuyordu ve 7-10 sene sonra etçil balıklar kendi kendilerine azalacak ve pek çok küçük baraj ve gölet otla dolacaktı. Bunun sonucunda Haskoning ve Thai devleti beraber yavrulama merkezi inşa ettiler ve bir pilot projeyle bana iş verildi. Benim görevim, beş köyde toplumla birlikte göletlerde kafesler yapmak, yavruları 2-3 cm’ye kadar koruyup, beslemek ve etçil balıkları tutmaktı. Bunun için gerekli olan eğitim kampanyaları ve organizasyonları düzenledim. 1990 yılını Yasothon ilinde bu çalışmaları yapmak üzere geçirdim.<noinclude></noinclude> e633fiq8lu229waq5nytmtovtv1g5dp Sayfa:Carel Zwollo.pdf/192 250 44011 168186 2024-10-19T18:40:10Z Kibele 281 /* Metinsiz */ 168186 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="0" user="Kibele" /></noinclude><noinclude></noinclude> btsj3uhcndhl46woezwg9gm14wovqjo Sayfa:Carel Zwollo.pdf/193 250 44012 168187 2024-10-19T18:40:53Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168187 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" /></noinclude><small>TKV’nin Van Proje Müdürü Malik Baransel ile birlikte arazi incelemesi.</small> <big>'''Yeniden Türkiye:''' '''Kırsal Kalkınma Çalışmaları (1992-1999)''' </big><noinclude></noinclude> 30xlet28ao6t37wkj1szgnysxhza2q6 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/194 250 44013 168188 2024-10-19T18:44:26Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168188 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />192</noinclude>Tayland’dan döndükten sonra Amsterdam’da, şehir merkezindeki dairemde tatil yaptım. O dönemde kız kardeşim Monika Brezilya’dan hasta olmuş şekilde Amsterdam’a dönmüştü. Ona yardım etmek istedim, annemle babam tarafından da bana hafif bir baskı vardı. Bana, ''“Carel sen zaten her zaman yurtdışında çalışıyorsun, bu kez de kız kardeşine yardım edebilirsin ve en uygun yardım da onun senin dairende kalması olur,’’'' denmişti. Ben bu mesajı aldım. Ancak dairemi kız kardeşimle paylaşmak yerine bu zor durumdan ''“kaçmak”'' istedim. Türkiye benim kaçış yolumdu. İlk olarak Türkiye’yi tekrar görmek istedim, mümkünse birkaç sene çalışabilirim, diye düşündüm. Bir sivil toplum kuruluşunda iş bulabilirim, belki eski bir taş ev satın alırım ve küçük bir köye yerleşip, okuma yazmaya daha fazla zaman ayırabilirim diye düşündüm. Ayrıca Türkçeyi daha iyi öğrenip, Türki Cumhuriyetler’de danışmanlık yapabilirdim. O yıllarda, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra, hem eski Sovyet ülkelerinde hem de Türkiye’de neo-liberal bir atmosfer vardı. Türkiye eski Pan-Türk veya Turan hayalini sonunda gerçekleştirmiş gibiydi. Sovyetler Birliği dağılınca ilk önce Türkiye’nin komşuları Kafkasya ve Ukrayna’dan ziyarete gelmişlerdi. Zihinlerindeki ''“özgür, batılı, zengin Türkiye”'' imajı Hopa, Kars, Erzurum’a gelince kırıldı. Karadeniz üzerinden gelenler bölgedeki şehirlerde tam olarak açık bir batı ülkesi göremediler. Batıya doğru, Adapazarı, Kocaeli, İstanbul’a gitmeleri gerekiyordu. Aynı şekilde Türkler, ''“kayıp kardeşleri”'' olan Azeri, Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgızları görünce şoke olmuşlardı. Bu topluluklar daha çok Moğollara benziyor, Rusça konuşuyor ve genellikle laiklikten farklı olarak dinsiz konumda bulunuyorlardı. Batı Avrupa’daki çevreciler de şaşkındılar. Çünkü eski Sovyet ülkelerinde toprak, hava, su sistemleri oldukça kirliydi. Son derece hantal ve bakımsız bir sanayi ve tarım sistemi vardı ve halk ya da hiçbir sivil toplum örgütü bu duruma karşı tepki gösterememişti. Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında çok hızlı bir şekilde iş birliği başladı; ticaret, organizasyon yöntemleri, hukuk, kültür gibi. Yeni bir sayfa açılmıştı ve Batı’daki danışmanlık firmaları özellikle Doğu Almanya ve Polonya başta olmak üzere bu boşlukları doldurmaya başladılar. Türkiye de eski Sovyetler Birliği içindeki Türki Cumhu- <small>Türkiye eski Pan-Türk veya Turan hayalini sonunda gerçekleştirmiş gibiydi. Sovyetler Birliği dağılınca ilk önce Türkiye’nin komşuları Kafkasya ve Ukrayna’dan ziyarete gelmişlerdi.</small><noinclude></noinclude> fzrt9eo9vnl6gzkmtdwfvfkmvm9whjo Sayfa:Carel Zwollo.pdf/195 250 44014 168189 2024-10-19T18:48:32Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168189 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />193</noinclude>riyetler ile sıcak bağlantılar kurdu ve yeni jeo-stratejik önemi arttı. 1920 senesinde çıkan bir kanunla “Türki” kelimesi yasaklanmıştı. Çünkü Sovyetler Birliği Türk dil, din ve kültürünü bir engel gibi görüyordu<sup>1</sup>. İlk önce mimar arkadaşım Haldun Ertekin’e telefon ettim. Haldun Ertekin ve onun o zamanki nişanlısı Buket Uzuner (bir biyolog ve daha sonra meşhur bir yazar oldu), Amsterdam’a beni ziyarete gelmişler ve birlikte benim evimde kalmışlardı. Onlarla Amsterdam’ın Reguliersdwarsstraat, Rembrandt meydanı yanında bir sokakta bulunan ünlü kafe Oblomov’da uzun uzun konuşmuştuk, sonra bir Endonezya lokantasında Haldun’la benim on yıldan fazla olan dostluğumuzu kutlamıştık. Daha sonra Buket bombayı patlatmıştı ve bana, ''“Ben, Haldun’dan ayrılmak istiyorum, eğer onunla hayatı paylaşmak istersem, onun lokomotifinde yalnızca bir vagon olacağım, oysa benim bir mesleğim var, ben bir biyoloğum. Finlandiya’da bir üniversitede iş buldum; ancak esas yapmak istediğim şey kitaplar yazmak. Haldun’la beş ay Cezayir’de kaldım. Yeni romanlar yazmak için Türkiye’den bir daktilo getirdim, hiç kullanamadım. Birlikte yazmak mümkün değil. Şimdi sakin bir yer arıyorum yazmak için,”'' demişti. Ona, ''“Ne yazmak istiyorsun; romanlar, makaleler, tiyatro oyunları mı?”'' diye sorduğumda, ''“Ben feministim, Türkiye’deki kadının zor durumunu değiştirmek istiyorum, Haldun ve ben Türkiye’nin `kayıp kuşak` çocuğuyuz, artık karanlık çağ bitti, yaşamak istiyoruz,”'' demişti. Buket ile Haldun Amsterdam’da benim evimde ilişkilerine son verdiler ve ayrıldılar. Buket’in Finlandiya’ya gitmesi için uçak parasını ben ödedim. Haldun bir ay sonra bu borcu bana ödedi. Aslında buna gerek yoktu; çünkü Haldun 1970li yılların ortalarında Bodrum’daki araştırma esnasında bana çok yardım etmişti. Asıl benim ona borcum vardı. 1990 yılında Haldun’a tekrar telefon ettim. Ona bir hafta tatilim olduğunu söyledim ve onunla Ankara’nın tipik bir lokantasında buluştum. Lokantada beyaz örtüler, masanın üzerinde kül tablası, sürekli etrafımızda olan garsonlar, sigaramız bitince küllüğü hemen alıp ve yenisini bırakıyorlardı. Böyle bir hizmeti sadece Türkiye’de gördüm. İran’da bir beyefendinin Orta Çağ’daki “köle ve hizmetçi” ve farklı ırkları değerlendirirken şöyle yazdığını hatırlıyorum: Tüm <small>1 Baymirza Hayit, “Sovjetrussischer kolonialismus und Emperialismus in Turkestan”, Anthropological Publications, Oosterhout, Netherlands, 1965 - p. 39.</small><noinclude></noinclude> 6hxmahmqin18moag116mevfyxkufmyv Sayfa:Carel Zwollo.pdf/196 250 44015 168190 2024-10-19T18:55:59Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168190 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />194</noinclude>Orta Asya ırkları arasında size yardımcı olarak her zaman bir “Türk” seçin; çünkü onlar en sadık, en temiz olanlardır ve size iyi bakarlar. Telefonda Haldun’a, ''“Senin egon, benim egom, Türkiye’nin egosu, dünyanın egosu hep değişiyor ve ben bu değişim içerisinde, bu yeni açık Türkiye’de yeni bir rol oynamak istiyorum. Lütfen bana tekrar yardım et,”'' dedim. O da bana, ''“Tabii, Çankaya, Ahmet Mithat Efendi Sokağı’nda, Atakule’nin yanında, geniş bir daire kiralıyorum, orada kalabilirsin, sana Ankara’da bir iş de bulabiliriz dostum. Ahmet Mithat’ı tanıyor musun?”'' dedi. ''“Evet Haldun, ama o öldü, değil mi?”'' diye sorduğumda da, “hayır, milliyetçilere göre hâlâ yaşıyor,” diyerek esprili bir cevap verdi ve ayrıca ''“Dikkat et, Türkiye hâlâ kapalı, tarihe, geçmişe bakmıyorlar, Türkler tam Karl Marks gibi. Tarihi boş ver, tarih yapmak lazım,”'' dedi. ''“Evet Haldun; fakat Karl Marks bir işçi cenneti öngörüyordu. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla neo-liberal bir tarih yazılmaya başlandı, işçi kalmadı ve işlerin çoğunu bilgisayarlar yapıyor. Türkiye’de bürokratlar ve askerler kendileri için bir cennet yaratmak istiyorlar, neo-liberalizm onların düşmanı”'' dedim ve telefonda bir saat sohbet ettik. Ankara’ya geldiğimde Türkiye eskisi gibi değildi. Sanki sadece Berlin Duvarı yıkılmamıştı, Türkiye de hızla değişmişti. İstanbul ve İzmir hızla büyümüştü, “boom towns” olmuştu, ekonomik durum iyileşmişti. İstanbul’da bir borsa açılmıştı ve Türk şirketleri sadece devlet bütçesi veya yabancı kaynakların parasına bağlı değildi. Kendileri borsadaki şirketlerle para bulmaya başlamışlardı. Kalkınma konusunda terminoloji de değişti. Birinci, ikinci, üçüncü dünya kavramlarından vazgeçildi; çünkü ikinci dünya, komünist ülkeler ve bir büyük Asya bloğu, Güney Amerika ve Afrika da yavaş yavaş açıldı. Mesela Küba, “sosyalist misyonerliği” Afrika ülkelerine bıraktı. Türkiye ne üçüncü dünya ülkelerine ne de az gelişmiş ikinci dünya ülkelerine benziyordu. Çünkü Türkiye sömürge olmadı, tam tersi Türkler Osmanlı İmparatorluğu zamanında yüzlerce yıl dünyadaki toprakların yüzde 20’sine sahiptiler. Daha çok Arjantin, Şili, Venezuela veya Endonezya ülkelerinde ordu-bürokratik devlet karakterini görebiliriz. Bu ülkelerde demokrasi gelişmeye başladığında adeta lalenin açma zamanından önce <small>Buket Uzuner ve Haldun Ertekin; Cezayir’de bir Türk mimarlık ekibiyle üniversite inşa ettiler. Bu fotoğrafı o zaman bana vermişlerdi.</small><noinclude></noinclude> s94e0251qsc73e73lpixkdut9d1llqq Sayfa:Carel Zwollo.pdf/197 250 44016 168191 2024-10-19T19:01:40Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168191 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />195</noinclude>darbelerle kesilmesi gibi, ''lale düğümünü zamanında kestiler.'' Türkiye’de hemen hemen her on yılda bu lalenin sabırla büyümesine izin vermediler. Lale düğüm gibi bir bitki, bir soğan toprak altından büyüyor, açtıktan sonra güzelliği bitiyor ve tekrar soğandan yeni lale doğabiliyor. Türkiye’de başka durumlar adeta “rutin” gibi. Türkiye’de bizim âdetlerimiz, bizim dinîmiz, bizim geleneklerimiz, diyorlar; fakat ben bunların kalıplaşmış sözler olduğunu düşünüyorum. Ben, ''“burası Türkiye”'' sözünü de negatif bir söz olarak kabul etmiyorum. Yeni bir şey yaratmak için önce kaos gerekir. Eski Yunan’da Tanrı Chaos ve Tanrı Kronos (kronoloji kelimesi oradan geliyor) vardı ve ikisinin de güçlü yaratıcılar olduğuna inanılırdı. Birtakım dolambaçlı yollara rağmen Türk halkı yetmiş yıl demokrasi yaşadı ve bu durum büyük bir orta sınıf yarattı. Aynı zamanda toplumda eğitimsiz ve fakir nüfus oranı da fazlaydı ve bu kesim hızla büyüyordu. İşsiz çiftçiler ve eğitimli kişiler Avrupa’ya göç ettiler. O süreç de durdu. Şimdi (1991) Kronos ve Chaos zamanı geliyor. Batı, Türkiye için ''“Türkiye, Batı ve Doğu arasında bir köprü”'' klişesini yarattı. Galata Köprüsü önceleri dardı ve altında yüzlerce balıkçı balık tutardı. 2000 yılından sonra köprüyü değiştirdiler, genişlettiler ve bugün batı nerede bitiyor ve doğu nerede başlıyor belli değil. İstanbul bir megapol ve “Türk” kimliği farklı farklı anlamlar taşıyor. Aynı şekilde New York`ta Amerikan kimliği 150’den fazla farklı etnik kimliği tanımlar. İstanbul, New York’a göre onbeş kat daha eski bir tarihe sahip olduğu için, çok daha zengin bir sosyo-kültürel alt yapısı var. Eğer halk bu tarihi zenginliği iyi kullanırsa, eğer hükümet ve belediye sosyo-kültürel dinamizmi pozitif görürse, İstanbul, Paris gibi moda, barış, spor, ekoloji, mutfak, turizm, ticaret, teknoloji ve diğer pek çok konuda merkez olabilir. İstanbul, eski Yunanca’da ''“eisten”'' veya ''“isten polis”'' yani ''“şehre gitmek”'' demek. Demek ki burada eskiden çok millet toplanmış. Eski krallar Boğaziçi’ni jeo-stratejik olarak gördüler. Tarihte Rusya’daki St. Petersburg hariç hiçbir ülkede krallar saraylarını deniz kenarına inşa etmemiştir. Türkiye 1990 yılına kadar, hemen hemen yetmiş sene kendi ayakları üzerinde durdu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra modernleşti ve akıllı manevralarla İkinci Dünya Savaşı’ndan da sağ çıktı. Savaş değil, barış büyük bir başarı olarak değerlendirilmeli. Türkiye <small>Datça’daki evimde çalışırken. Türkiye 1990 yılına kadar, hemen hemen yetmiş sene kendi ayakları üzerinde durdu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra modernleşti ve akıllı manevralarla İkinci Dünya Savaşı’ndan da sağ çıktı.</small><noinclude></noinclude> dcaefmdn7y63mhqaamietppmcbtu3yk Sayfa:Carel Zwollo.pdf/198 250 44017 168195 2024-10-20T09:33:18Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168195 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />196</noinclude><small>1 Dükkânların önünde müşteriyi kendi dükkânından alış-veriş yapmasını sağlamak üzere dükkân önünde duran ve çığırtkanlık yapan kişilere verilen isim. Otogarda, turistik yörelerde bu kişilere çokça rastlanmaktadır. Ofiste çalışırken</small> o dönemde barışın sembolü güvercin rolünü oynadı. Fakir ve aç kalan Avrupa ülkelerine buğday ihraç etti. Atatürk’ün amacı, ekonomik olarak, özellikle gıda bağımsızlığıydı. Bu anlamda Türkiye tipik bir Orta Doğu ülkesi sayılamaz. Coğrafik olarak Asya Galata Köprüsü’nden sonra başlıyor, Coğrafya bakımdan veya biyologlara sorulduğunda onlardan şöyle bir cevap gelebilir: ''“Eşeklerin rengine bakılırsa, Avrupa Suriye’de bitiyor; çünkü Türkiye’deki eşeklerin rengi ‘doğal’ olarak kahve/gri. Arap ülkelerindeki eşekler çoğunlukla beyaz.’’'' Antropologlara Avrupa’nın nerede bittiğini sorduğumuzda, ''“İran, Suriye, Irak sınırında”'' derler. Çünkü o ülkelerde dükkânların önünde “Schlepp”ler1 vardır. Bu kelime Yahudi, Polonyalı ve Almanlarca kullanılan “schleppen”, Hollandacada “slepen” kelimesinden gelir ve bir sosyal durumu anlatır. Yahudiler genellikle bir gettoda yaşarlardı ve yan yana çok küçük dükkânları olurdu. Terziler bir sokakta bulunurdu ve sokağa bir müşteri geldiğinde kapıdaki bir adam müşteriyi dükkâna sokmak için çabalardı. Türkiye’de bu genellikle turizm yörelerinde turistler için yapılan bir uygulama. Ancak eğer bir turist, taciz iddiasıyla polise şikâyette bulunursa bu dükkân sahibine ceza verilebilir. Yahudiler bu ve benzeri ticaret âdetlerini yüzlerce yıl önce Orta Doğu’dan Avrupa ve Amerika’ya taşıdılar. Eğer savaş zorunlu ise o zaman en az zararla bu savaştan çıkmak gerekir. Savaştan çıkarken bile bir “zafer” gibi çıkılmalıdır. Türkiye hem savaşa katılmadı hem de bir bölge kazandı; Hatay. Antakya önemli bir şehir (eski adı Antiochia) ve İskenderun önemli bir Akdeniz limanı. Tarafsız kalmak bir kazançtır. On sene sonra Türk diplomatlar Kore Savaşı’nda Türkiye için ''“Marshall Yardımı”'' aldılar ve Türkiye’yi NATO’ya üye yaptılar. Bunun sayesinde batı kulübüne girdiler ve daha sonra da Avrupa Birliği’ne üyelik sürecini başlattılar. İkinci Dünya Savaşı’nda bir gerçek vardı; Bakü’nün petrol kaynaklarını işgal etmek için Birinci Dünya Savaşı’ndan da hatırlanacağı üzere, Anadolu’nun dağları en önemli engeli oluşturuyordu. İstanbul’dan Hopa’ya yalnızca dar bir yol söz konusuydu. Burada Türk askerleri konvoyları engelleyebilirdi. 2005 yılında Gelibolu’yu gezerken oradaki müzede bir Avustralyalı askerin mektubunu görmüştüm. O genç asker anne ve babasına yazdığı mektupta şöyle<noinclude></noinclude> flue4v8d2xs3qrlq7ql0xdqif7l9dxb Sayfa:Carel Zwollo.pdf/199 250 44018 168196 2024-10-20T09:48:26Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168196 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />197</noinclude>diyordu: ''“Sevgili anne ve baba, İngiliz subaylar bize dediler ki, ‘Türk askerleri korkak, ufak boylu, bizi görünce kaçacaklar’, ama sevgili anne ve baba tam tersi oldu. Türkler kocaman ve cesaretli, bizi burada tuzağa düşürdüler, sizin moralinizi bozmak istemiyorum ama çok korkuyorum, çıkış yolumuz yok.”'' Bu yüzden Hitler Bakü’yü almak için Rusya, Ukrayna yolunu seçti. Ruslar Almanları, İtalyanları ve Rumenleri Stalingrad’da durdurmuşlardı. Rus ordusunun yanında güçlü bir tanrı vardı: “Kronos” tanrısı. Olimpos dağlarından kar, buz ve -40 derece rüzgârlar götürmüş ve bir ay sonra ‘’Kaos’’ tanrısı yine iktidara gelmişti. Fakat Türkiye Cumhuriyeti başbakanı İnönü, Hitlerin düşmanlarına karşı diplomatik bir jest yapmıştı ve Samsun ve Trabzon limanındaki buğday depolarını Karadeniz’e boşaltmıştı. Bunu yaparak Almanlara kendilerinden yardım beklememesi mesajını vermişti. Türkiye, 1991 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu hariç hemen hemen bütün uluslararası örgütlere katılım sağladı. Bana Ankara’ya geldiğim 1991 yılında sürekli olarak bu soru soruluyordu, sanki ben bu cevabı verebilecekmişim gibi. Nasıl bir cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Fakat bugün, 22 sene sonra cevabım şudur: Avrupa içinde olan İsviçre, Avrupa Birliği’ne üye değildir. Kesinlikle de üye olmak istemiyor. Çünkü bağımsızlıktan yararlanıyor. Kendisinin bir limanı yok; fakat komşu ülkelerin limanını kullanıyor. Bu durumu akıllı diplomatlar yaratıyor. Belki Türkiye bu durumdan bir ders alabilir. Avrupa’dan bakınca Türkiye bir “doğu” ülkesi; fakat Orta Doğu’dan bakınca bir “batı” ülkesi. Hem coğrafik hem de sosyo-ekonomik olarak... Türkiye’de resmî istatistiklerin dışında işsizlik oldukça yüksek. Özellikle gizli işsizlik. Mesela kentlerde kadınların çoğu çalışmıyor. Kadının ekonomik gücünden vazgeçiliyor. Mecliste kadınlar yeterince temsil edilmiyor. Demokrasi yalnızca erkeklerin işiymiş gibi duruyor. Eğitimsizlik, özellikle meslekî eğitimin yetersizliği hem fakirlik yaratıyor hem de demokratik hakların kullanımını engelliyor. Örneğin subay ve astsubaylar dışında jandarma ve askerler maaş almadan zorunlu olarak görev yapıyor. Eğer Avrupa Birliği ülkelerinin bazılarında olduğu gibi bu askerler maaşlı olsaydı yedi yüz bine yakın kişi bir buçuk yıl işsiz olarak sayılmalıydı. <small>Türkiye’de resmi istatistiklerin dışında işsizlik oldukça yüksek. Özellikle gizli işsizlik. Mesela kentlerde kadınların çoğu çalışmıyor. Kadının ekonomik gücünden vazgeçiliyor. Mecliste kadınlar yeterince temsil edilmiyor.</small><noinclude></noinclude> 20wq87i1vfvdb5s8ksuexw0o4akp6f3 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/200 250 44019 168197 2024-10-20T09:50:20Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168197 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />198</noinclude><small>Eskiden bir popülist politikacı her köyde telefon ve elektrik kampanyası yaptı, daha sonra başka bir popülist politikacı herkese biri ev, diğeri araba için iki anahtar dağıtacağını söyledi. Bir başka popülist lider ise en az üç çocuk ve hatta daha fazlasını istiyor.</small> Eski Sovyetler Birliği, ki dünya topraklarının yüzde 30’una sahiptir, Türkiye gibi çok sayıda köyleri bulunmaktadır. Türkiye’de 70 bine yakın kırsal yerleşim sözkonusudur. Ancak Eski Sovyetlerin büyüklüğü Türkiye’nin 40 katıdır. Eskiden popülist bir politikacı her köyde telefon ve elektrik kampanyası yaptı, daha sonra başka bir popülist politikacı herkese biri ev, diğeri araba için iki anahtar dağıtacağını söyledi. Bir başka popülist lider ise en az üç çocuk ve hatta daha fazlasını istiyor. Türkiye’nin jeofiziksel yapısına bakınca yüzde 70’i yüksek dağlar ve onların içinde platolardan oluşuyor. Fakirlik bu yapı içinde dikey olarak dağılmış durumda. Köyler veya mezralar denizden ne kadar yüksekte ise fakirlik de o kadar fazladır. Bu yerler aynı zamanda eğitim, sağlık, ulaşım olanaklarından da yoksundur. Kırsal yerleşimler çok fazla ve bunların arasında orman köyleri en fakir olanlarını oluşturuyor. 19. yüzyılda Avrupa’daki kır-kent nüfus değişimine baktığımızda Avrupa ve ABD bu iç göçünü sanayileşme için kullandı. Türkiye’de ise bu göç süreci çok daha sonra başladı. 1960lı yıllardan sonra köylüler genellikle batı illerine göç ettiler ve burada kapıcılık, taksicilik, inşaatçılık, dönercilik, simitçilik, garsonluk, berber, lokantacılık, bakkal ve belediyelerde hizmetçilik işlerinde çalıştılar, iş buldular; ancak gerçek mesleği öğrenemediler. Türkiye, köyden kente göç sürecini planlayamadı ve kentler oldukça dağınık yerleşimler haline geldi. Bazı kentlerde aynı ilçeden, aynı köyden insanlar yine aynı mahalleye yerleştiler. Bu da aslında kentlerde yeni köyler yaratmak anlamına geliyor. Eğer kanunlar işlemiyorsa yüzbinler ''“Schleppeci”''lik yapıyor. Bu dağınıklığı, (ki bu kelimenin kökeni dağ kelimesinden geliyor) Avrupa şehirlerinde göremiyoruz. Örneğin İsviçre de Türkiye gibi dağlık bir ülke ve orada da oldukça fazla sayıda köy ve mezra var. İsviçre’de eğer bir aile veya kişi yoldan uzak bir yerde yaşamak istiyorsa, altyapı giderlerinin önemli bir kısmını karşılamak durumunda kalıyor. Bu yasayla köylerde yaşayan kişi sayısı azaldı, köylülerin terk ettiği yerler doğa koruma alanı oldu. Kosta Rika, Orta Amerika’da bir ülke. Topraklarının yüzde 40’ı doğa koruma alanı. Türkiye’nin de çok büyük bir kısmı doğa koruma alanı olabilir, insanlar burada yaşayabilir; ancak devlet bu insanlara doğrudan altyapı hizmeti vermemelidir. Bu kavram ve fikirler 1991’de Hollanda’da da vardı. Norveç eski başbakanı Gro Harlem Brundtland, Birleşmiş Milletler adına Ortak<noinclude></noinclude> gmrumkn225in4jk4n3hzb3rabiyurcs Sayfa:Carel Zwollo.pdf/201 250 44020 168198 2024-10-20T09:57:27Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168198 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />199</noinclude><small>“Haldun, lütfen bana tekrar yardım et, sen Mithat Efendi sokağında yaşıyorsun, o zaman sen de bir “efendi” oluyorsun’’ diyerek onu “charm offensive” ile karşıladım. Adnan Akçay, ODTÜ.</small> Geleceğimiz üzerine bir raporun hazırlanmasına koordinatörlük yaptı ve bütün dünyanın dikkatini bu konuya çekti. Raporda dünyanın kaynaklarını gelecek kuşaklar adına kullandığımız konusuna vurgu yaptı. Ben Türkiye’ye geldiğimde Atatürk Caddesi’nde taş binada hizmet veren Orman Bakanlığı, ormancılıkla ilgili her şeye karar veriyordu. Daha sonra Çevre Bakanlığı’yla birleştiler. Bu birleşme başlamadan önce Orman Bakanlığı Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) ve Birleşmiş Milletler Gıda Örgütü (FAO) ile birlikte Türkiye’de ilk defa geniş kapsamlı bir ''“sosyal ormancılık projesi”'' başlattı. İsviçre Hükümeti bu projeye 10 sene finansal destek verdi. O yıl (1991) Haldun’a en az bir sene Türkiye’de kalmak istediğimi söyledim. Çevre için kalkınma işi yapmak istiyordum. Dünyanın çeşitli ülkelerinde sosyal kalkınma projeleri hazırlamış ve uygulamıştım. Türkiye halkına borcum vardı. Prof. Fatma Mansur, Salih Köksalan, Haldun Ertekin ve Bodrum halkı 12 sene önce bana yardım etmişti ve o borcu fazlasıyla ödemek istiyordum. Haldun ilk olarak, ''“Türkiye’den daha az gelişmiş ülkelerde çalıştın, moralini bozmak istemem; ama senin Türkçen de yeterli değil. Nasıl çalışmayı düşünüyorsun?”'' dedi. Ben de ona, ''“Haldun lütfen, bana tekrar yardım et, sen Mithat Efendi Sokağı’nda yaşıyorsun, o zaman sen de bir ‘efendi’ oluyorsun,’’'' diyerek onu ''“charm offensive”'' ile karşıladım. Bu kez bana, ''“Tamam, belki ODTÜ’de sosyoloji öğrencilerine antropoloji dersi verebilirsin; çünkü o üniversitede eğitim İngilizce. Aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşu ile beraber iş de yapabilirsin. Onlar senin saha tecrübenden faydalanabilirler. Özellikle ‘Community Development’ (Toplumsal Kalkınma) anlamında. Türkiye değişti Carel, hızlı bir şekilde gelişiyor, önce seni birkaç kişiyle tanıştıracağım. Bir iki ay benim dairemde kalabilirsin,”'' dedi. Haldun’un yanında bir süre kaldıktan sonra aynı sokakta bir daire kiraladım. Haldun beni ilk önce ODTÜ’de öğretim üyesi olan sosyolog Adnan Akçay’la tanıştırdı. Adnan Akçay benim özgeçmişimi görünce, ''“Bizim fakültede genellikle antropoloji dersi veren yabancı misafir doçentler teoriye ağırlık verirler, pratik azdır. Sen farklısın, pek çok farklı ülkede çalışmışsın; fakat çok az teorik kitap veya doküman''<noinclude></noinclude> 70oyoau22fx449px8h6judahblack38 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/202 250 44021 168199 2024-10-20T10:01:21Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168199 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />200</noinclude><small>Datça’nın Eski Mahallesi’nde satın aldığım taş evin metruk durumu, 1990. Altan Ünver (1939-2005). Konya’da doğan Ünver, Robert Kolej Kimya Bölümü mezunudur. 1960’lı yıllarda toplum kalkınması ve kardeş köy uygulamalarına katılmıştır. TKV’nin kurucularından biridir. TKV’nin çalışmalarını The Road Less Chosen-A Book on Rural Development kitabında anlatmıştır.</small> ''yazmışsın. Belki dersleri birlikte verebiliriz; ben teori üzerinde dururum, sen de pratik,”'' dedi. İkinci olarak Haldun beni Datça’ya gönderdi. Çünkü ODTÜ’den mimar ve şehir planlamacısı arkadaşları orada bir tatil köyü inşa etmişlerdi. Eski Datça’da bir mimar, Çineli bir taş ustası ekibiyle beraber ikinci ve üçüncü derece sit alanı içindeki yıkık evleri restore ediyordu. Datça’da, Bodrum’dan sonra eski bir ODTÜ yuvası vardı. Küçük bir bohem çevre, özellikle İskandinavyalılar, İstanbul, İzmir ve Ankaralılar vardı. Datça, Yunanca’da Dadya, eski Cnidos (Knidos) ve bu büyük Yunan şehri çok ünlü bilim adamları ve sanatçılara ev sahipliği yapmıştı. Bunlardan birisi olan Praxetiles, Afrodit’in ilk çıplak heykelini yapmıştı. Eski Datça’daki evimi fotoğraftaki haliyle 1990 yılında satın almıştım. 1990 yılında Türkler arsalarını ve evlerini satarak Eski Datça’yı terk etmişler ve deniz kenarında beton evler inşa etmeye başlamışlardı. Datça’dan döndükten sonra Türkiye Kalkınma Vakfı’nın kırsal kalkınma bölümü yöneticisi Ahmet Saltık ve vakfın kurucusu ve genel sekreteri Altan Ünver’le görüşmek için bir randevu ayarladım. Ahmet Saltık Strassburg’da sosyoloji doktorası yapmıştı ve dolayısıyla görüşmede Fransızca konuştuk. İki vakıf yöneticisi de bana, ''“Senin tecrübelerinden faydalanabiliriz. İlk önce Hollanda’da Wageningen Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ndeki Profesör Niels Röling’le konuşmalısınız. O, TKV işlerini iyi bilen birisi,”'' dediler. Altan Ünver ise maaşımı TKV’ye destek veren Hollanda FMO (Fonds voor Mede Financiering) fonundan ödeyeceklerini söyledi. Bu önemli fon Hollanda’nın genel bütçesinden geliyor, ticaret ve bilimsel çalışmaları desteklemek amacıyla kullanılıyor. Aynı zamanda esnek kullanımı da söz konusu. Buradaki amaç, Hollanda’nın dünya ticaret pozisyonunu yükseltmek ya da en azından mevcut düzeyini korumayı öngörüyor. Altan Ünver, Wageningen Üniversitesi’nde ve Hollanda’daki birçok yüksekokulda konferanslar vermişti. Onun kurucusu ve yöneticisi olduğu vakıf, Türkiye’de arıcılığı ve tavukçuluğu geliştirme mo-<noinclude></noinclude> bxlf9bb9fl9d8d8tlrhnliij5x1wizi Sayfa:Carel Zwollo.pdf/203 250 44022 168200 2024-10-20T10:04:34Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168200 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />201</noinclude>delleri üzerine çalışıyordu. Hollandalılar Altan’ı altın yumurtlayan tavuk gibi görüyorlardı. Altan, Hollanda’daki üniversite sistemine çok şaşırıyordu. Çünkü Wageningen’deki hocalar okula bisikletle gidiyorlar ve öğrencilerle birlikte yürüyorlardı. Hocaların yüzde 40’ının doktorası bulunmuyordu. Onlar yalnızca yüksek lisans yaparak orada ders veriyordu. Profesörlük Hollanda’da sadece ders zamanında kullanılıyor, üniversitede hocalık bitince onların unvanı da gidiyor. Türkiye’de ise hayat boyunca profesör kalınıyor ve her makaleye “Prof. Dr.” ünvanlarını yazıyorlar. Ahmet Saltık ve Altan Ünver ile görüşmemin ertesi günü bir TKV danışmanı olan Nejat Erder ile konuştum. Nejat Bey, 1975 yılında tanıştığım Profesör Fatma Mansur’un eski eşiydi. Nejat bana TKV’nin “toplumsal kalkınma” yaklaşımıyla iyi sonuç aldığını ve bu modeli çevre koruma çalışmaları için de kullanabileceğimizi söyledi. Eski kırsal kalkınma modellerinden vazgeçmeyip, sosyal ormancılık çalışmasını yeni açılacak proje müdürlüklerinde deneyeceklerini söyledi. Hollanda’ya dönünce Profesör Niels Röling’le görüşmek için bir randevu aldım. Ertesi gün Wageningen Üniversitesi’ne gittim, kendisiyle TKV hakkında konuştum ve profesöre TKV’nin nasıl bir örgüt olduğunu ve benim tecrübelerimden faydalanıp faydalanamayacaklarını sordum. O da, ''“Tabii, TKV Türkiye’deki en başarılı vakıflardan biri, esasen en etkili kalkınma örgütü. TKV uzmanları çiftçilerle birlikte çalışıyorlar, Tarım Bakanlığı’ndaki çalışanlar gibi veya özel şirket yöneticileri gibi otoriterlik yapmıyorlar. Türkiye’de tarım çevresi çok bürokratik ve hiyerarşik, biz tamamen yeni bir yaklaşım deniyoruz,”'' diyerek karşılık verdi. Profesör Niels Röling tarım projelerinde katılımcılığa önem veriyordu. Bu, 1990 yılında Türkiye’deki kırsal alanlarda yeni bir paradigmaydı. Profesör ayrıca, ''“Tamam Carel, bugün faksla senin için bir referans mektubu göndereceğim,”'' dedi. Enformel bir şekilde TKV işini aldım ve dört sene o vakıfta çalıştım. Ocak 1991’de Haldun Ertekin ve Adnan Akçay Amsterdam’a beni ziyarete geldiler ve benim Ford Fiesta ile (biz ona şaka olsun diye <small>Türkiye Kalkınma Vakfı, 1969 yılında, yoksul köylüleri kalkındırma amacıyla kurulmuş, kâr amacı olmayan bir kalkınma kuruluşudur. Ahmet Saltık, 1940 yılında Bulgaristan’ın Razgrad Kasabası’nda doğmuştur. 1980li yıllardan itibaren TKV’de çalışmaya başlayan Saltık, çok uzun bir süre kırsal kalkınma bölümünün yöneticiliğini yapmıştır. (Sürkal web sitesinden alınmıştır). Prof. Niels Röling, Sosyolog, Wageningen Üniversitesi, Hollanda.</small><noinclude></noinclude> 04gtaa1z72sk8gwk80ora45dc02gs1e 168201 168200 2024-10-20T10:05:18Z Kibele 281 168201 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />201</noinclude>delleri üzerine çalışıyordu. Hollandalılar Altan’ı altın yumurtlayan tavuk gibi görüyorlardı. Altan, Hollanda’daki üniversite sistemine çok şaşırıyordu. Çünkü Wageningen’deki hocalar okula bisikletle gidiyorlar ve öğrencilerle birlikte yürüyorlardı. Hocaların yüzde 40’ının doktorası bulunmuyordu. Onlar yalnızca yüksek lisans yaparak orada ders veriyordu. Profesörlük Hollanda’da sadece ders zamanında kullanılıyor, üniversitede hocalık bitince onların unvanı da gidiyor. Türkiye’de ise hayat boyunca profesör kalınıyor ve her makaleye “Prof. Dr.” ünvanlarını yazıyorlar. Ahmet Saltık ve Altan Ünver ile görüşmemin ertesi günü bir TKV danışmanı olan Nejat Erder ile konuştum. Nejat Bey, 1975 yılında tanıştığım Profesör Fatma Mansur’un eski eşiydi. Nejat bana TKV’nin “toplumsal kalkınma” yaklaşımıyla iyi sonuç aldığını ve bu modeli çevre koruma çalışmaları için de kullanabileceğimizi söyledi. Eski kırsal kalkınma modellerinden vazgeçmeyip, sosyal ormancılık çalışmasını yeni açılacak proje müdürlüklerinde deneyeceklerini söyledi. Hollanda’ya dönünce Profesör Niels Röling’le görüşmek için bir randevu aldım. Ertesi gün Wageningen Üniversitesi’ne gittim, kendisiyle TKV hakkında konuştum ve profesöre TKV’nin nasıl bir örgüt olduğunu ve benim tecrübelerimden faydalanıp faydalanamayacaklarını sordum. O da, ''“Tabii, TKV Türkiye’deki en başarılı vakıflardan biri, esasen en etkili kalkınma örgütü. TKV uzmanları çiftçilerle birlikte çalışıyorlar, Tarım Bakanlığı’ndaki çalışanlar gibi veya özel şirket yöneticileri gibi otoriterlik yapmıyorlar. Türkiye’de tarım çevresi çok bürokratik ve hiyerarşik, biz tamamen yeni bir yaklaşım deniyoruz,”'' diyerek karşılık verdi. Profesör Niels Röling tarım projelerinde katılımcılığa önem veriyordu. Bu, 1990 yılında Türkiye’deki kırsal alanlarda yeni bir paradigmaydı. Profesör ayrıca, ''“Tamam Carel, bugün faksla senin için bir referans mektubu göndereceğim,”'' dedi. Enformel bir şekilde TKV işini aldım ve dört sene o vakıfta çalıştım. Ocak 1991’de Haldun Ertekin ve Adnan Akçay Amsterdam’a beni ziyarete geldiler ve benim Ford Fiesta ile (biz ona şaka olsun diye <small>Türkiye Kalkınma Vakfı, 1969 yılında, yoksul köylüleri kalkındırma amacıyla kurulmuş, kâr amacı olmayan bir kalkınma kuruluşudur. Ahmet Saltık, 1940 yılında Bulgaristan’ın Razgrad Kasabası’nda doğmuştur. 1980li yıllardan itibaren TKV’de çalışmaya başlayan Saltık, çok uzun bir süre kırsal kalkınma bölümünün yöneticiliğini yapmıştır. (Sürkal web sitesinden alınmıştır). Prof. Niels Röling, Sosyolog, Wageningen Üniversitesi, Hollanda.</small><noinclude></noinclude> lkbr0juek4ogz60lh9zx6gtxp5qu90x Sayfa:Carel Zwollo.pdf/204 250 44023 168202 2024-10-20T10:08:47Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168202 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />202</noinclude><small>2 Fatalizm, yazgıcılık, kadercilik, tüm eylemlerin ya da olayların evrendeki yasaların boyunduruğunda olduğunu vurgulayan bir felsefi öğretidir. Türkiye’deyken birçok kez “burası Türkiye” tabirini duydum. Böyle bir şeye hiçbir ülkede rastlamadım. Sanki bu iki kelimeyle Türklerin kendi hayat biçimlerinden bahsetmek istediklerini anlıyordum.</small> kendi aramızda Ford Fiasko derdik) Paris, Milano, Venedik, Zagreb, Bükreş, Selanik ve İstanbul üzerinden Ankara’ya döndük. 21 Ocak’ta eski Yugoslavya yolundayken radyodan Irak Savaşı’nın başladığını öğrenmiştik. Saddam Hüseyin bu çatışmanın ''“the mother of all wars,”'' yani, ''“bütün savaşların anası”'' olduğunu söylemişti. Edirne’deki bir petrol istasyonundaki bir adam bize, ''“Beyler siz yanlış yöne doğru gidiyorsunuz, orası Ortadoğu ve orada savaş var. Saddam Hüseyin ‘Fırat Nehri’ndeki barajlarınızı bombalayacağız,’ diyerek Türkiye’yi tehdit etti,”'' dedi. Ama biz yolumuza devam ettik. Çünkü bunun blöf olduğu çok açıktı. Eğer Irak Türkiye’nin Fırat’taki barajlarını bombalarsa, on saat sonra Bağdat sel altında kalırdı. Haldun’un Ahmet Mithat Efendi Sokağı’ndaki dairesinde bir aydan fazla kaldım. Ankara o zaman daha sakin bir şehirdi. İlk defa büyük bir şehirde çalışacaktım. O durumun avantajlarını çabuk fark ettim. Ankara’da büyük bir Birleşmiş Milletler binası vardı. Orada FAO ve ILO çevresini tanıdım. FAO’nun “representative resident”i yani, daimi temsilcisi olan J. Dorenbos ile Wageningen’de tanışmıştım. Hollanda Büyükelçiliği Tarım Ataşesi Cees Roele, benim Devlet Su İşleri ve Tarım Müdürlüğü’ndeki memurlarla görüşmem için gerekli ayarlamaları yaptı. Onlarla Türkiye’deki balık sektörü ve balık yetiştirme potansiyeli hakkında konuştuk. Tarım müdürü Ali Eryılmaz ilk toplantımda Tayland’daki projeyi anlatmaya başladığımda hemen benim konuşmamı kesti ve ''“Bay Zwollo, bizim ülke soğuk, Ankara kışları soğuk, doğuya gittikçe hava daha soğuk olur. Balıklar, hem göllerimizde, barajlarımızda hem de nehirlerimizde çok yavaş büyürler,”'' dedi. Ali Bey, genel olgulara önem veren bürokratik bir memurdu. Fakat Türkiye çok farklı iklimlere sahip. Aynı bölgede farklı mikro iklimler var ve bunu köylülerle birlikte değerlendirmek gerekir. Detayları bilenler onlardır. Türkiye’deyken birçok kez ''“burası Türkiye”'' tabirini duydum. Böyle bir şeye hiçbir ülkede rastlamadım. Sanki bu iki kelimeyle Türklerin kendi hayat biçimlerinden bahsetmek istediklerini anlıyordum. Bu aynı zamanda bir fatalizm2 ve Türkiye ile ilgili özel bir durum. Benim bu tabire biraz alerjim var. Ali Bey de gökkuşağı alabalığının soğuk ve oksijenli suya ihtiyacı olduğunu biliyordu. İtalya’da, ilk olarak 19. yüzyılda alabalıkların<noinclude></noinclude> m5fm1m6t0quzhwghnroqiwyeed30b45 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/205 250 44024 168203 2024-10-20T10:10:04Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168203 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />203</noinclude>yavrulamak için soğuk yerlere gittiklerini, sonra da bol sinek, kurt, salyangoz ve su bulmak için derelerden, nehirlerden aşağıya göç ettikleri, ertesi yıl ise tekrar derenin yukarısına döndükleri tespit edilmişti. Ziraatçı memurlar ve üniversite hocaları bu konuda çiftçileri eğitmemişlerdi. Ne Köy Hizmetleri ne de Tarım Bakanlığı’ndaki ilgili bölümler veya Ziraat Bankası’ndaki uzmanlar balık üretimi kapsamında küçük derelerde toprak havuz modelini ortaya koyamadılar. Küçük çiftçi ve küçük su kaynaklarıyla ilgilenmemişlerdi. Sadece büyük ölçekli, örneğin yılda 30 ton alabalık üretebilecek kapasitede tesislerle, çok pahalı, eski bir inşaat modeli uyguladıklarını gördüm. Havuzlar, su kanalları hep betondan yapılmıştı. Aslında Doğu Anadolu küçük köy tipi alabalık tesisleri için bu hantal model uygun değildi. Fırat ve Dicle nehirlerinin yüksek havzalarında binlerce dere bulunuyor ve aşağı doğru akıyorlar, dağların çatlak kalkerli yerlerinde artezyen kaynakları vardı. En büyük eksiklik küçük çiftçilere olan yaklaşımdaydı (Talk with the farmer: Çiftçi ile konuş). TKV’de dört sene çalıştım. İlk olarak Sosyal Ormancılık Projesi’ne katıldım. Bu proje (Development of Appropriate Methods for Community Forestry in Turkey, GCP/TUR/045/SWI), İsviçre hükümeti kalkınma fonlarıyla desteklendi ve projeyi Orman Bakanlığı’nın Erzurum ve Sinop bölge ve işletme müdürlükleriyle beraber uyguladık. Projenin hedefi Türkiye’nin 17 bin orman köyü için bir sosyal ormancılık modeli geliştirmekti. Orman Bakanlığı önce Erzurum ilini proje kapsamına almak istemedi. Ancak İsviçreliler hem batıdan hem de doğudan bir bölge, yöre seçilmesinde ısrar ettiler. Batıdaki uygulama yöresi Sinop-Durağan ve doğuda ise Erzurum-Uzundere idi. O zamanın Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Devlet Su İşleri (DSİ) ve Orman Bakanlığı pilot illerinden Erzurum’u barajların yüksek havzalarını koruma amaçlı olmasından dolayı kabul ettiler. Yüksek havzadaki orman ve meralar şiddetli erozyonla su sistemlerini taş ve toprakla dolduruyor ve barajların su tutma kapasitesini azaltıyordu. Ormanlık alanlarda ağaç kesme ve meraların aşırı kullanımı bir sosyal ormancılık projesiyle önlenmeliydi. Erzurum-Uzundere Çoruh Nehri yüksek havzasında yer alıyordu ve bu yöreye dokuz adet baraj yapılması planlanmıştı. Aynı zamanda Sinop-Durağan’da Altınkaya Barajı yapılmış ve erozyonla her yıl su tutma alanı daralmaktaydı. <small>En büyük eksiklik küçük çiftçilere olan yaklaşımdaydı (Talk with the farmer: Çiftçi ile konuş). Fırat ve Dicle nehirlerinin yüksek havzalarında binlerce dere bulunuyor ve aşağı doğru akıyorlar, dağların çatlak kalkerli yerlerinde artezyen kaynakları vardı.</small><noinclude></noinclude> euum92x4sajqvuigsercwns2scnatqq Sayfa:Carel Zwollo.pdf/206 250 44025 168204 2024-10-20T10:12:27Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168204 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />204</noinclude><small>1969’da çizdiğim bir orman resmi. Gençken hep böyle bir orman hayal ederdim. Erzurum - Uzundere’deki Sosyal Ormancılık Projesi’nde bu hayalimi köylülerle birlikte gerçekleştirmek istedim.</small> Kanadalı sosyal ormancılık uzmanı olan D’Arcy Davis, ''Community Forestry Field Manual'' ve ''Community Tool Box'' kitaplarını yazmıştı. Onun yazdığı kitaplar ve modeller bizlere ilham verdi. Orman köyleri genel olarak Türkiye’nin en fakir yerleşimlerdir. Buralarda toprak az ve verimsiz, dolayısıyla bu köyler, potansiyel erozyon alanlarıdır. Bu köylerden çok göç olur. Orman Bakanlığı 1990lı yıllarda orman köylerini kalkındırmak için Orman Köy İlişkileri Genel Müdürlüğü’nü (ORKÖY) tekrar faaliyete geçirmişti. Bu genel müdürlük ülkenin birçok yerinde faydalı çalışmalar yapmıştı. Ancak Sosyal Ormancılık Projesi bu genel müdürlüğün yaklaşımından biraz daha farklı bir yaklaşıma sahipti. ORKÖY’ün temel hedefi ormanları korumak ve özellikle keçilerin sayısını azaltmak-<noinclude></noinclude> pioyng2lax57170zur2425p3t8co2l6 Sayfa:Carel Zwollo.pdf/207 250 44026 168205 2024-10-20T10:14:38Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168205 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />205</noinclude><small>Sinop-Durağan’da Proje alanında köylülerle birlikte, 1992. Bizler köylerin avukatları, ORKÖY ise ağaçların temsilcileriydi. Ormancılar ağaçsız, şiddetli erozyona maruz köylere ilgi göstermiyorlardı. TKV özellikle o köylere bir “challenge’’ (iş, temel uğraş) olarak bakıyordu, 1992</small> tı. TKV’nin amacı ise, fakir bölgelerdeki çiftçi ailelerin gelirlerini ve sosyo-ekonomik durumunu geliştirmek ve bunun için de yöredeki doğal kaynakları -orman, mera, toprak ve suyu- entegre bir şekilde kullanarak korumaktı. Bizler köylerin avukatları, ORKÖY ise ağaçların temsilcileriydi. Ormancılar ağaçsız, şiddetli erozyona maruz köylere ilgi göstermiyorlardı. TKV özellikle o köylere bir “challenge’’ (iş, temel uğraş) olarak bakıyordu. Orman Bakanlığı ile beraber ağaçlandırma programı planladık. Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü (AGM) TKV’nin orman köylerine bedava fidan vermişti. Biz bundan çok hoşlanmadık ve köylülere hangi tür fidan istiyorsunuz, diye sorduk ve özellikle gelir getiren fidanlar için de sembolik bir fiyat koyduk. İkinci olarak köy alanında gezdik ve hangi fidanın nereye dikilebileceğini değerlendirdik. O zaman yeni bir erozyon haritası ortaya çıktı ve bambaşka bir türde ağaç ihtiyacı oluştu. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) köylüleri korkutmuştu. Onlar devletin hazine arazilerini orman yapmışlardı. Çiftçiler ''“hazine”'' kavramını kabul etmiyorlardı. Kendi âdetlerine göre her ağacın bir sahibi ve bakıcısı vardı; köydeki ''“maço”'' çiftçiler bunları tüfekle koruyordu. Sosyal Ormancılık Projesi köylülerle her adımı birlikte planladı. Özellikle Sinop-Durağan’da ve Erzurum-Uzundere’de ormancı ve<noinclude></noinclude> tqo4ojc8e0dhqq7pwvq40wel3192m0z Sayfa:Carel Zwollo.pdf/208 250 44027 168206 2024-10-20T10:16:26Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168206 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />206</noinclude><small>Sinop-Durağan’da bir lokanta. Ortada, benim solumda siyah ceketi ile Ertan Karabıyık, kahverengi deri montu ile Rahmi Demir, TKV’nin proje müdürü ve üç ziraat mühendisi. En soldaki ziraatçı Alptekin Karagöz, o zaman Anadolu Tohum Bankası Proje Müdürü olarak çalışıyordu, 1992.</small> tarımcılarla birlikte Türkiye’nin durumuna göre bir program uygulandı. Orman çevresinde, uzmanlar ve çiftçi aileler arasında yoğun bir diyalog başladı ve bu yıllarca sürdü. TKV’den önce Türkiye’deki tarım projeleri pilot projeler olarak uygulanmıştı. Bir köyde birkaç “model” çiftçi seçilip onların arazisinde özel testler yapılmıştı. TKV sosyal ormancılık projesinde çalışan orman mühendislerinin farklı bir yaklaşımı vardı. Celal Çoban deneyimli bir orman mühendisi ve TKV ile Orman Bakanlığı arasında önemli bir denge sağlayan kişiydi. Zaman zaman TKV’nin yaklaşımını bürokratlara anlatmak gerekiyordu. Kapsamlı yaklaşım bürokrat çevrede panik yaratıyordu. TKV, köylülerle kamu arasında barışçıl bir ilişkinin kurulması için önemli bir rol oynadı ve yüz binlerce fidanın dikilmesine destek verdi. TKV’nin ikinci uzmanı olan Ertan Karabıyık da bir orman mühendisiydi. Ertan, klasik ormancılığın yanında, çevreye de önem veriyordu. O, Yücel Çağlar’ın öğrencisiydi, TEMA Vakfı’yla bağlantısı vardı ve çevre konusunda uluslararası hareketleri takip ediyordu. Bir Birleşmiş Milletler sözleşmesi tüm üye ülkelerin az gelişmiş bölge ve topluluklarını geliştirmesini zorunlu kılar. Çoğu gelişmiş ülkede azınlık kavramı etnik çeşitlilik olarak görülür. Birçok eski sömürge, ulus devlet inşası sürecindedir ve bu ülkelerin hükümetleri için sınırları içindeki nüfusun standartlaştırılması çok önemlidir. Nüfus çeşitliliği ülkenin bütünlüğünü zayıflatan bir olgu olarak görülür. Bununla birlikte ülke nüfuslarının sosyal ve kültürel çeşitliliğinin ekonomik az gelişmişlikle ilintili olması tesadüf değildir. Dünyada hâlâ diyalektler dâhil yaklaşık üç bin dil, tarikatlar dâhil yaklaşık beş bin mezhep ve din vardır. Yoksulluk, izolasyonu besleyip, sosyal ve kültürel gelenekleri muhafaza etmektedir. O yıllarda çevrenin korunmasına ilişkin düzenlenen Rio de Janerio Konferansı’nda “Agenda 21” ortaya çıkmıştır. Önergenin altına çoğu ülke tarafından imza konmuş ama asıl anlamı kavranamamıştır. Birleşmiş Milletler 50 yıl önce halkları korumak, çoğu ilkel ve vahşi olarak tanımlanan toplulukların ekonomik ve sosyal gelişimi için sömürgeciliğin ortadan kaldırılması üzerine yoğunlaşırken,<noinclude></noinclude> 1si89nsbq0zawk9w9atiil6e9kufbaf Sayfa:Carel Zwollo.pdf/209 250 44028 168207 2024-10-20T10:18:50Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168207 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />207</noinclude>bugünlerde vahşi hayvanların ve bitki türlerinin korunması üzerine yoğunlaşmaktadır. UNESCO’nun insanlık mirasının izleri olarak değerlendirilen sanat eserlerini koruduğu çalışmaları görmüştük. Şimdi ise Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP’nin belirli ormanları, mangrovları ve başka alanları koruma üzerine oluşturulan programlarını görüyoruz. Önemli olan BM’nin koruma politikasındaki etkinliği ve verimliliğinin yanı sıra bu konudaki sürekliliğidir. BM, tek taraflı olarak yoksulluğun sistemden mi kaynaklandığı ya da sürekli mi olduğu tartışmasından kaçınmakta, yoksulluğu geçici ve mücadele edilebilir olarak değerlendirmektedir. Ancak, son dönemde çevreye yaptığı vurguyla BM, nüfus artışının bir sınırı olduğunun farkındadır. Gözlemlerime göre Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra (1989) gelişmiş ülkeler çevreyi ön plana koydular. Fakir toplumlar çevreyi, doğal varlığı tehdit ediyordu. Kuşkusuz gelişmiş ülkeler de özellikle sera gazı, fosil yakıt kullanımı konusunda fakir ülkelerden daha fazla etki yaratıyorlar. Katılımcı sosyal ormancılık yaklaşımı ilk defa TKV’nin de içinde yer aldığı projeyle başlatıldı. O zamanlar özellikle erozyon konusunda TEMA Vakfı kamuoyunu aydınlatma bakımından çok etkiliydi. Ancak bizler uygulama yapıyorduk. Türkiye’de yeni bir sayfa açılmıştı. Çok az kişi bu önemli değişimi ve etkilerini değerlendirebiliyordu. Yaklaşım düzeyinde önemli bir fark vardı. Çiftçiler ile konuşmak imkânsız görünüyordu. Oysa ki biz çiftçilerden yardım <small>Proje, yeni yaklaşımıyla hem köylüleri hem de ormancıları şaşırtmıştı. Sinop-Durağan’da köylülerle yapılan katılımcı bir planlama toplantısı, 1994. Sinop, Durağan’da bir köy. Benim solumdaki tarım uzmanı şeker hastasıydı ve birkaç ay sonra vefat etti. Ortada orman mühendisi Celal Çoban. Celal, tüm iş hayatı boyunca Orman Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. Emekli olduktan sonra da TKV’de çalıştı. TKV ile OGM arasında bağlantılar kurdu. Sibel Demir kadın programları uzmanıydı. Orman köylerinde kadınlar da “kaçak” olarak ağaç kesiyorlardı. Ormancılar kadınlara dokunamıyorlardı. Bu nedenle de erkekler bu işi genellikle kadınlara yaptırıyordu, 1992.</small><noinclude></noinclude> ownv70dgcos4ztmutx3yffgk3r255pk Sayfa:Carel Zwollo.pdf/210 250 44029 168208 2024-10-20T10:20:37Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168208 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />208</noinclude>istiyor ve birlikte erozyonu nasıl önleyebileceğimizi araştırıyorduk. Memurların yaklaşımı ise dilekçe okuyup, muhtarlara emirler vermekti. Arka perdede de köy muhtarının hangi partiye bağlı olduğu sorulurdu ve yardım ona göre yapılırdı. Bizim model bir değişim etkisi taşıyordu, fakat sadece Erzurum ve Sinop’ta. Ben TKV Sosyal Ormancılık Projesi’nde özellikle Erzurum’daki su potansiyelini değerlendirdim. TKV Uzundere’de proje müdürü, olan Muharrem Karakuş ve ekibiyle birlikte köyleri ziyaret ettik. TKV’nin sosyal ormancılık alanındaki pilot köyleri Tortum Vadisi’nde bulunuyordu. Köylerin denizden yüksekliği 850 metre civarındaydı. Bu durum yörede özel bir mikro iklim yaratıyordu. Çünkü Erzurum kent merkezi 1.850 metre yüksekliğindeydi. Burası yüksek olduğu için kış ayları sert ve uzun oluyor. Tüm orman köyleri şiddetli erozyon altındaydı, tarım arazisi yeterli değildi, büyük kentlere göç yoğundu; fakat üç köyde, Sapanca, Kirazlı ve Gölbaşı’nda, bol su vardı. TKV Proje Müdürü Muharrem bana, ''“Eğer TKV burada başarılı olursa her yerde başarılı olabilir. Orman Bakanlığı bize en zor bölgeyi emanet etmiş,”'' demişti. Dağdaki kaynaklardan gelen sular dereleri besliyordu. Köyler de yüzyıllarca bu derelerin kenarında yer alıyordu. Derelerin çok temiz, bol oksijenli suyuyla dere kenarına yapılacak ve tabanı killi olan toprak havuzlarda alabalık yetiştiril- <small>Sosyal Ormancılık Projesi Sinop-Durağan Pilot Bölgesi. Köylülerle bir kış günü değerlendirme toplantısı sonrası. Ahmet Saltık (oturan ve elinde çay bardağı olan kişi), bana her konuda destek verdi ve onunla çok güzel çalışmalar yaptık. Onun liderliğinde Türkiye’de kırsal kalkınma çalışmaları oldukça etkili oldu, 1992.</small><noinclude></noinclude> f2k0q5z4xeq3eld8920ayoid3gfqk2q Sayfa:Carel Zwollo.pdf/211 250 44030 168209 2024-10-20T10:22:57Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168209 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />209</noinclude>mesi uygundu. O köylerde harika manzaralar gördüm. Derelerde doğal bir alabalık türü olan ''Salmo trutta'', yani kahve renkli alabalık vardı. Bu tür çok lezzetli, ama yetiştiriciliğini yapmak için uygun değil; çünkü çok saldırgan bir tür ve kapalı bir alanda stresten ölüyor. Suni yemle de fazla büyümüyor. Fakat ''“Salmo gairdneri”'', yani gökkuşağı alabalığı ise Türkiye’de birçok yerde yetiştiriliyordu. Uzundere’ye bağlı Sapaca köyü muhtarı ve çiftçileriyle bir toplantı yaptık. TKV yöneticisi Muharrem Karakuş’un konuşmalarını takip ettim. Çok şaşırmıştım; çünkü burada ilk defa farklı bir kırsal kalkınma uzmanı görüyordum. Konuşması, vücut dilini kullanışı, köylülerin bilgilerini kendi bilgileriyle birleştirmesi karşılığında köylüler ona saygıyla ve bir lider gibi yaklaşıyorlardı. Uzmanlar genellikle bir harita, not defteri kullanarak sabırsızca ve köy kahvesinin önüne park ettikleri arabalarının yanından seslerini yükselterek konuşurlar. Köylüler onlara genellikle bir şey soramazlar. Sadece onların köylülere emirleri vardır. Muharrem, köylülerle birlikte saatlerce oturur, bilgi alışverişi yapardı. Bu yaklaşım sayesinde güçlü bir ''“bağlantı”'' kurulmuş olurdu. Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’ni ziyaret ettik. Profesör M. Sıtkı, Doçent İhsan Akyurt ve onun asistanı Soner Tarım, yüksek lisans derecesi vardı, bizim projemizle birlikte doktora çalışmasını yaptı, projedeki teknik konularda bize destek sözü verdiler. İhsan Akyurt, Muharrem Karakuş ve ben 1994 yılında Sapaca Köyü’nde beş aileyle birlikte dere kenarlarına bir günlük kiralanan kepçe ve küreklerle balık yetiştiriciliği için toprak havuzlar kazdırdık, alabalık yetiştirme tesisini kurduk, plastik boruları kullanarak havuzlara su getirttik. 25 bin ''Salmon gairdneri'', (gökkuşağı alabalığı) yavrusunu da Isparta’daki özel bir alabalık şirketinden satın aldık. Atatürk Üniversitesi su ve yem kalite analizlerini yaptı, büyüme hızı ve diğer parametrelerle ilgili bizlere destek sağladı. İlk olarak Kahramanmaraş’tan getirttiğimiz yemin kalitesi düşük olduğu için, İzmir’den daha kaliteli balık yemi almaya başladık. Çünkü yavru alabalıkların ilk aylarda yüzde 40 protein içeren yeme ihtiyaçları vardır. İlk yıl Sapaca köyündeki bu beş aile ortalama 170-300 gram ağırlığında dört-beş ton alabalık yetiştirdi ve rahatça pazarladı. O dönemde İran-Türkiye arasında yüzlerce tır şoförü Uzundere yolu ke- <small>TKV yöneticisi Muharrem Karakuş’un konuşmalarını takip ettim. Çok şaşırmıştım. Çünkü burada ilk defa farklı bir kırsal kalkınma uzmanı görüyordum. Konuşması, vücut dilini kullanışı, köylülerin bilgilerini kendi bilgileriyle birleştirmesi karşılığında köylüler ona saygıyla ve bir lider gibi yaklaşıyorlardı.</small><noinclude></noinclude> 9d7gb3038eshu0xh5n8bksz9tl1hc6q Sayfa:Carel Zwollo.pdf/212 250 44031 168210 2024-10-20T10:25:08Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168210 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />210</noinclude>narındaki lokantalarda mola verirdi ve özellikle taze alabalık pankartlarını görünce dururlardı. Daha sonra da Erzurum’daki orta sınıf aileler hafta sonları çocuklarıyla Tortum Gölü’nü gezmeye geldiklerinde Sapaca köyündeki alabalık üretilen toprak havuzları görmeye başladılar. Bir keresinde bir annenin, ''“Biz batıdan buraya kocamın görevi dolayısıyla geldik, sanki bir ceza gibi. Erzurum çok soğuk bir yer ve her yerde kara kargalar uçuyor. Ama Tortum’a gelince sanki cennete gelmiş gibi hissediyoruz. Sadece 70 km yol ile 800 metre aşağı iniyoruz, bol su, çeşit çeşit ağaçlar ve şimdi de bu alabalık projesiyle çocuklar köyleri gezmeyi çok seviyorlar,”'' dediğini hatırlıyorum. Atatürk Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin desteğiyle TKV’nin proje köyü olan Sapaca’da alabalık üreticileri kendi yavru gereksinimlerini karşılamak için yavru üretme istasyonu kurdu. Çünkü her yıl alabalık üreten köylü sayısı artmaya başladı ve yavruya olan talep doğal olarak arttı. Bizim en büyük engelimiz balıklar satıldıktan sonra yeni yavru talebini karşılayamamaktı. Bu istasyonun kurulması için FAO’dan ilave fon buldum. Avustralyalı bir toprak uzmanı, Dr. Peter Stevens, Sosyal Ormancılık Projesi’nin FAO adına baş yöneticisiydi. Orman Bakanlığı adına sosyal ormancılık ve toprak koruma için çalışıyordu, bizi bu projede destekledi. Geniş ufuklu bir kişiydi ve onun pozitif yaklaşımı bize yardım etti. TKV’nin projedeki en önemli hedefi, fakir köylülere ekonomik gelir sağlamaktı. Orman Bakanlığı ise, orman köylerindeki yasa dışı ağaç kesimini önlemek ve TKV’nin tecrübesiyle Türkiye’deki 17 bin orman köyü için bir kalkınma modeli çıkarmak istiyordu. Ormancılar ve TKV uzmanları arasındaki Ankara’da ve de bölgede <small>Erzurum-Uzundere ve Sapaca Köyü: Alabalık Yetiştiriciliği Projesi’ni bu köyde gerçekleştirdik, 1994. Birleşmiş Milletler FAO Baş Teknik Yöneticisi olan Avusturalyalı toprak uzmanı Peter Stevens, orman köylerinin kalkınması için yeni arayışlara her zaman açık biriydi.</small><noinclude></noinclude> 3b7el1mqzkmh9lls7qicbnkro0dxtea Sayfa:Carel Zwollo.pdf/213 250 44032 168211 2024-10-20T10:26:25Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168211 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />211</noinclude><small>İlk olarak çok sade toprak havuzlarla işe başladık. Birinci hasattan sonra alabalık üreticileri kendi kazançları ile toprak havuzları taş duvarla güçlendirdiler. Sapaca köyünde ilk sonuç: 20 gramlık yavru beş ay sonra 200 gram alabalık oluyor, bir ay sonra da en büyükler satılmaya başlıyor. Sapaca köyünde balıkların ağırlık/uzunluk ölçümlerini yapan bir genç bana, “Ben ileride Profesör İhsan gibi Su Ürünleri Bölümü’nde okumak istiyorum. Balıklara çok meraklıyım, balıklar o kadar hassas hayvanlar ki, havuza gelince benim sesimi fark ediyorlar. Türkiye’deki köy gençliği ülkenin en önemli kaynağıdır; fakat onları motive etmek gerekiyor,” demişti.</small> yapılan birkaç toplantıya katıldım. İki tarafın da birbirine güvenmediğini düşünüyordum. Orman Bakanlığı o dönemde döner sermayeyle çalışıyordu. Ağaçlandırma, ağaç kesme ve satışla kendi bütçesinin bir kısmını karşılıyordu. Binlerce memur ve işçinin maaşını ödemek zorunda olan devlet içinde adeta bir devlet gibiydi. Türkiye’de ormancılar arasında çevreci bir zihniyete çok nadir rastladım. Memurlarla işçiler arasında bir ayrımcılık vardı. Tabii ki her orman işçisi, memur olmak istiyordu. Onlara göre zeytin ağacı bir ağaç değil; çünkü o ziraatçılara göre bir ağaç. İspanya veya Fas’taki Orman Bakanlığı erozyona karşı yüz binlerce dönüm zeytin ağacı dikmişti. Bu ağaç kuru iklim için idealdir ve teraslı yaptığınız taktirde toprağı korur. Bakım masrafı da azdır, çiftçi bu ağaçlara kendisi bakabilir. Türkiye’deki ormanların çoğu çam ve çiftçilere göre çam pek yararlı değil. Türkiye, 1992 yılında Avrupa ülkeleri arasında en çok ormana sahip ülkeydi.<noinclude></noinclude> oyq6lfob7uqp7jn9iq2ie5ggabficfn Sayfa:Carel Zwollo.pdf/214 250 44033 168212 2024-10-20T10:30:05Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168212 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />212</noinclude><small>Ertan Karabıyık, TKV çalışma ofisinde, 1992. Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği. 1989 yılında kurulan dernek, başta ormansızlaşma olmak üzere kırsal çevre sorunlarının belirlenmesine ve çözümlenmesine yönelik önerilerin geliştirilmesi; bu öneriler doğrultusunda kamuoyu oluşturulmasına katkıda bulunabilecek araştırma, eğitim çalışmaları ve yayın yapmaktadır.</small> Sosyal Ormancılık Projesi’nin yanında çok farklı küçük bir projeye daha destek verdim. Tıpkı babamın uyguladığı, babamdan öğrendiğim dersler gibi: Bir kişi her konuda uzman olamaz. Babam bana her zaman bir usta bulmamı söylerdi. TKV’de çalışırken benim bu şekilde küçük projeler uygulamam konusunda yöneticiler hep destek verdiler. Ankara başkent olduğu için, FAO, ILO, elçilikler, Devlet Su İşleri, ODTÜ ve diğer üniversiteleri ziyaret ettim. Oralarda fikir alışverişinde bulundum. Sohbet ettiğim kişilerin telefonunu aldım ve onlarla daha sonra da iletişimde oldum. Ertan Karabıyık beni Yücel Çağlar’la tanıştırmıştı. O, Millî Prodüktivite Merkezi için çalışıyordu, aynı zamanda da Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’ni kurmuştu. Bir gün Ertan bana, ''“Yücel Çağlar Artvin Camili Köyü projesi için seni görmek istiyor,”'' dedi. Yücel’in ofisine ilk girişimde onun enerjisini ve heyecanını hissetmiştim. O sıradan bir memur değildi. Sıradan olmadığını odasından anladım. Küçük bir odası vardı ve oda tamamen kitaplar, dosyalarla doluydu. Odasına girince ortamın biraz kaotik bir görüntüsü vardı. Bu kaos hoşuma gitti. Genellikle baskıcı, diktatör olanların çalışma ortamı büyük ve temiz bir görüntü verir. Çünkü onlar güç gösterisi yaparlar. Çocukken annemin derslerinden hatırlıyorum; bana, ''“Carel, bir profesör fikirlere çok önem veriyor ve o konuda çok titizse, eğer kelimeyi yanlış yere koyarsan sana kızabilir. Fakat elbiseye, eve, iş yerine, arabaya önem vermiyorsa, o işleri eşine veya hizmetçiye bırakıyor,”'' demişti. Doğru, Çağlar Hoca bir anda ''“patlayabilirdi”'' ve ''“bağırabilirdi”''. ''“Nasıl böyle bir şey söyleyebilirsin Carel, olur mu böyle, sen erozyondan anlamıyor musun yoksa?”'' diyebilirdi. Artvin Borçka yöresinde tarih öncesine dayanan bir orman bulunuyor. Orada yüzlerce endemik bitki ve hayvan mevcut. Eğer etçil ve otçul hayvanlar arasında bir denge varsa, o zaman orman da sağlam demektir. Borçka’da 40 metre yükseklikteki ladin ve göknar ağaçları adeta katedraller gibiydi. Orada dört beş köy var ve köylüler ormana saygı duyuyorlar. Evler ahşap ve her ev için adeta bir orman kesilmiş. Bir ev için 50-60 ağaç kullanılmış. Her yıl bir hane sekiz ağacı sobada yakıyor. Her köyde de en az 40 hane var. Buralarda hayat ormana bağlı. Orman Bakanlığı’nın ağaçları daha önce niçin kesmediğini sorduğumda, ''“çünkü yol yok”'' gibi yetersiz bir cevap aldım. Borçka Orman<noinclude></noinclude> r8bf00reuhter4hm5ehr65cndkpziau Sayfa:Carel Zwollo.pdf/215 250 44034 168213 2024-10-20T10:35:10Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168213 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />213</noinclude>İşletme Müdürlüğü yol bütçesi için yıllarca Ankara merkeze baskı yapmıştı, ama destek alamamışlardı. O yüzden de acilen tüm ormanı ve içindeki köyleri, flora ve faunayı korumaya dair bir proje yazmamız gerekiyordu. Envanter araştırması için bana ihtiyaçları vardı ve bir fon bulmam gerekiyordu. Yücel Çağlar’a, ''“Tamam, ama bir şartım var, oraya seninle gitmek istiyorum,”'' dedim. Bana, ''“Memnuniyetle, gelecek hafta birkaç ormancı, birisi de Ertan Karabıyık ve bir biyolog hanımla beraber Camili Köyü’ne gideceğiz. Sen de gel istersen,”'' dedi. Bu proje için ilk olarak FAO bize 40 bin dolar verdi. Birkaç yıl sonra Dünya Bankası Borçka’yı ''“dünyanın en değerli bio-çeşitliliği zengin orman”'' listesine ekledi ve koruma için daha büyük bir fon, yaklaşık bir milyon dolar ayırdı. Nedir Borçka’nın özelliği? Borçka, dünyada Türkiye’nin coğrafik pozisyonunu iyi bir şekilde temsil ediyor; buradaki ormanlar doğal ormanlar. Ayrıca Avrupa ve Orta Asya’nın en büyük buz çağından ve ılıman iklim zamanından sonra kalan geniş yapraklı ağaçların oluşturduğu bir kalıntı. Bir başka deyişle İran-Turan iklim tipinin bir orman örneğini burada görebilirsiniz. İlginç bir nokta var ki, buz çağından günümüze bazı alabalık türleri de kaldı. Çünkü cins olarak alabalık türleri tuzlu su, yani deniz somon balığından geliyorlar. Buzlar milyon yıl önce eridi ve dağlarda doğal olarak göl ve sulak alanlar kaldı. Somon balığı da tatlı suya adapte oldu. Ancak her iki tür de aynı karakteristikleri taşıyor. Artvin-Borçka’da uyguladığımız bu proje benim yalnızca Türkiye seyahatimi, gördüğüm yerleri zenginleştirmedi. Ankara’da Artvinli bir aileyle tanışmıştım; İbrahim, eşi Emriye ve çocukları Mustafa ve Hazal’la. Onlar 1990 yılında Yusufeli’nden Ankara’ya göç etmişti. Demir ailesi, benim Türkiye’deki yaşamımda önemli bir yere sahip. HEBE Kulübü, öğrencilik dönemimde nasıl bir sığınma yeriyse, İbrahim’in Anıtkabir’in karşısındaki evi de benim için bir barınak olmuştur. İbrahim Demir’in Yusufeli’ndeki Esendal köyüne çok gittim. Orası inanılmaz derecede güzel bir köy. Kaçkar Dağları arasındaki derin bir vadi, dere kıyısında, kocaman ceviz ağaçları yanında eski bir yerleşim yeri. Demir ailesinin ataları her metre kare toprağı değer- <small>Yücel Çağlar, Orman Mühendisi. Yaşamını Türkiye ormanlarının korunması, geliştirilmesine adadı. Her fırsatta yazarak, araştırarak, yürüyüş yaparak, konferanslar vererek bunu yaptı ve hâlâ yapmaya devam ediyor. İbrahim Demir’le Yusufeli Esendal köyündeyim. Kendi bahçesinden üzüm toplama zamanı, 1992.</small><noinclude></noinclude> 4tie69rq0elj37vfs0ec3wk8sc7mm7q Sayfa:Carel Zwollo.pdf/216 250 44035 168214 2024-10-20T10:38:55Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168214 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />214</noinclude>lendirmişler. Artvinliler toprak erozyonuna, mevsimlik susuzluğa karşı taş setler, su kanalları ve yabani hayvanlara karşı, özellikle ayılara da çözümler bulmuşlardı. Orada trekking yaparken ''“tanko”'' gibi özel şeyler de öğrendim. Derelere küçük bir demir veya teneke parçası koyuyorlar ve ''“tanko tanko tanko”'' sesi çıktıkça ayıları kaçırıyorlardı. Onlar güçlü bir toplum. İnsanlar burada çok uzun yaşıyorlar. Onlar adeta bir cennette yaşıyor gibiler. Her şey doğal, her türlü sebze ve meyve yetişiyor; çünkü orada dağ içinde bir mikro-iklim var. Herkes Pasifik Okyanusu’ndaki ıssız adaları merak eder, Artvin’deki köyler oradaki adalar gibi, sadece palmiye ağaçları ve Hindistan cevizleri yok. Köyün yolları oldukça dar ve Yusufeli’ne bir minibüsle gidiliyor. Yusufeli’ndeki eczaneler Esendal köyünden genellikle müşteri bulamıyorlar. Çünkü köylüler geleneksel tedaviye inanıyor ve bu konuda oldukça deneyimliler. Ben de buna inanıyorum. Esendal’da bir gün yaylaya çıkmıştık ve benim sol ayağım burkulduğunda köylüler geleneksel yöntemlerle beni iyileştirdiler. Köyde bir sağlık ocağı, bir hemşire vardı ve ilk tedavi orada başladı. Ancak ertesi gün ayağım daha çok şişti. Ben de korktum. O günlerde Ordu-Giresun’da uygulanacak olan kırsal kalkınma projesinde danışmanlık için sözleşme imzalamıştım ve sadece dört günüm kalmıştı. Esendal’a gittim ve orada Emriye, İbrahim ve birçok yaşlı kadın, benim ayağımı çim, ıslak toprak ve yarım kilo tuz dolu bir poşetle sardılar ve beni bir divana oturttular. İnanılmazdı, kendi gözlerime inanamadım, ertesi gün şişlik gitmişti ve 42 numaralı ayakkabı giymeme karşın, Yusufeli’nde şişmiş ayağım için satın aldığım 45 numaralı tek bir ayakkabıyla rahatça yürüyebildim. Sanırım Yusufeli’nde müşteri bir çift değil de bir tek ayakkabı almak istiyorsa satıcılar şaşırmıyorlar. Çünkü dükkân sahibi bana normal bir ses tonuyla, ''“Normalde bu ayakkabının bir çiftinin fiyatı 50 lira, ama sizin için 30 lira; çünkü siz yalnızca tekini alıyorsunuz beyefendi,”'' dedi. Başka hangi ülkede bir çift ayakkabının tekini satıyorlar, diye merak ediyorum. Buradaki ilk seyahat tecrübelerimi Artvin’deki bir derneğin aylık yayını olan Livane Dergisi için yazdım. Artvinli aile gibi Çankırı’nın Orta ilçesinde de bir aile buldum. Orta’ya gölet ve dere balığı tutmak için gitmiştim. Orta’da TKV’ye bağlı olan ve etlik piliç üreten Köy-Tür şirketinin bir uzmanı ilçenin büyük Canbaz ailesindendi. Merak ettim, bakmaya gittim. Kendi <small>Esendal köyünde burkulan ayağımın durumu. Ertesi gün bu geleneksel tedaviyle ayağımdaki şiş azaldı. Beni Gazi Carel Paşa gibi bir divanın üzerine yastıkların arasına oturttular ve tüm köy ziyaretime geldi. İbrahim, köylüler benimle konuşurken, genellikle yabancıların Türkçe bilmemesinden dolayı, “Carel sağır değil, yüksek sesle konuşmak zorunda değilsiniz,” diyordu.</small><noinclude></noinclude> 48l9j5bdq97ksiw3ymwzipvb2wp3ndo Sayfa:Carel Zwollo.pdf/217 250 44036 168215 2024-10-20T10:41:40Z Kibele 281 /* Sorunlu */ 168215 proofread-page text/x-wiki <noinclude><pagequality level="2" user="Kibele" />215</noinclude>arabam Ford “Fiyasko” köy kahvesinde çok ilgi çekti. Çiftçiler bana hemen balıkları göstermek istediler. Ben de onlara sırayla, defterime çizerek, balık türlerinin orada olup olmadığını sordum. Sonra tarlaya gittik. Bir süre sonra çiftçiler ellerinde yayın balığı ve sazanla çamurdan çıktılar. Ne olta ne ağ ne de kepçeye gerek vardı. Orada Cevat Canbaz ve oğlu Mahmut beni misafir ettiler. Birlikte Orta’nın su kaynaklarını konuşarak değerlendirdik. Orası balık yetiştirmek için uygun değildi. Orta ilçesi Hollanda’nın inekleri için daha uygun bir yerdi. Orta’da yedi yıl önce yoğun hayvancılık için Dünya Bankası’nın bir kırsal kredi programından yararlanılmıştı. Yüzlerce çiftçi evlerinin yanına ahır inşa etmişti ve yoğun hayvancılık projesi için kredi almışlardı. Fakat eğitim ve yayım hizmetleri yetersiz olduğu için, birkaç yıl sonra verimli süt ineği olan Holstein Friesian ve eti için tercih edilen Montofon inekleri hep yerli Anadolu ırkıyla melezlenmişti. Kamu, Dünya Bankası kredisini iyi kullanamamıştı. Canbaz’larla beraber küçük bir proje yazdık. Hollanda Büyükelçiliği’nden destek aldım ve Hollanda’dan yedi hamile inek ithal ettik, Orta’ya gönderdik ve birkaç aile özellikle Cevat Canbaz’ın ailesi bundan çok faydalandı. Kooperatif kanunlarına göre kooperatifi kurmak için minimum yedi ortak gerekiyor. Gerçek bir kooperatiften önce bir enformel “kooperatif” kurdurdum. İsmail, Harun, Cevat, Mahmut ve üç çiftçiyle iş birliği yaptık. Bana, ''“İlk doğan yavruya Carel ismini vereceğiz,”'' dediler. Kooperatif kurarken kanunlara ve ILO sözleşmelerine göre kurucu ortakların arasında aynı soyadını taşıyanların olmasına izin verilmiyor. Bu nedenle de listeye sadece isimlerini yazdım. Fotoğrafta Canbaz ailesi üyeleriyle inekler gelmeden önce ahırın durumuna bakıyoruz. Cevat iki oğlunun arasında oturuyor, ayakta solda Ali, sağda Mahmut, yanında yeğeni Harun var. Mahmut’un oğlu bana, ''“Ben ineklere en iyi şekilde bakmak için hazırım Carel amca,”'' demişti. Çok heyecanlıydı. Başımdaki şapkayı ona verirken, ''“Hollanda’da inekler en çok mavi rengi seviyorlar,”'' demiştim. Yıllar sonra bana gelip, ''“orta okuldayken hocam ineklerin yalnızca siyah ve beyaz renkleri görebildiklerini söyledi,”'' dedi. <small>Çankırı’nın Orta ilçesinde süt inekçiliği uygulanan proje ve kooperatifin yedi ortağı. Kooperatif kurarken kanunlara ve ILO sözleşmelerine göre kurucu ortakların arasında aynı soyadını taşıyanların olmasına izin verilmiyor.</small><noinclude></noinclude> hiyqplivktgukzl9m2dre37ng02wphk